13 Temmuz 2011 Çarşamba

Aaaa... Heykel Çıplak!..




                                                     

Simge kütle algısına, hitap eder... İmge ise kavramların, biçimlerin birbiriyle ilişkiyle doğurduğu karmaşaya, zenginliğe... Heykel sanat olarak simge değildir, ama sanattan uzaklaştıkça simge haline gelir. Heykeli yapanın sanattan uzaklaşması gibi (özellikle devlet adamlarının, savaş kahramanlarının heykelleri), heykele bakanın da sanattan bihaber algısı heykel sanatını simgeselleştirir (ikinci durumdan heykeltıraşı sorumlu tutamayız)... 



Kemer Belediye Başkanı'nın Aşk Yağmuru adlı heykeli müstehcen olduğu gerekçesiyle kaldırması ve (buna karşılık) ardından ilçede yapılan Altın Nar Kültür ve Sanat Festival'inde seksi show kızlarının caddeden geçişine izin vermesi bir çelişkinin haberi gibi sunuldu. Festival'in ikinci günü haberin çelişki değeri (yoksa çelişkinin haber değeri mi demeliyim?) ayyuka çıktı: erotik dans gösterisinin hemen ardından semazenler ilahiler eşliğinde sema gösterisi yaptı.



Bu bir uzlaşma; ama henüz göze batmamayı becerememiş, bu yüzden elaleme maskara olan bir uzlaşma. 



Heykel aynı yerinde dursaydı ama show kızlarına izin verilmeseydi bu gerçekten çelişki olurdu. Neye göre çelişki?



Evet ikinci şıkta da bir haber değeri olmasına rağmen, bunu biz uydurduğumuz için çelişki hükümsüz. Ama habere değerini veren çelişkinin ne menem bir şey olduğunu uydurduğumuz bu örnek üzerinden anlamaya çalışmak yolumuzu kısaltacak.


Akdeniz'de ve Ege'de turizm; deniz, çıplaklık, yakınlaşma, alkol, uyuşturucu ve erotizm demektir. Yatırımcının, esnafın turizm geliri turisti çekecek bu hizmet sektörlerinin iş becerisine bağlıdır. Kapitalizmde kültürümüz, değerlerimiz denilen hasletlerin bu çıplak-gelirin cazibesi karşısında mezhebi geniştir. Daha doğrusu “değerlerimiz” zamanla paranın yüzü suyu hürmetine mezhebi geniş olmaya doğru evrilir. Turizmde muhafazakârlıkla sermayenin uzlaşması, yabancı/yerel arasındaki mekân paylaşımıyla sağlanır. Sakın yanlış anlaşılmasın, şurası senin burası benim gibi mekânın bölünmesine dayalı bir paylaşımdan söz etmeyeceğim. Turistik insanın rehavet ve çıplaklığına müsaade eden mekânın kendiliğinden yerellikten uzaklaşması, antropolog Marc Auge'nin deyişiyle "Yer-Olmayan"a dönüşmesi kaçınılmaz bir tekamüldür. 

Sorun yerel-hükümran insanın bu mekânda kendi kimliğini (tutarlılığını) hangi araçlarla koruduğu, veya hakimiyetini nerelerde gösterdiğidir. 


Heykel bulunduğu mekânın metafizik sahibidir.

Heykeltıraş Zafer Sarı'nın Aşk Yağmuru heykeli Kemer'de bulunduğu kavşak noktasını merkezileştirmiş, orayı Kemer'in orta yeri olarak mimlemiştir. Heykel oraya konmazdan önce Kemer'in orta yeri diye bir yer yoktu. Tıpkı koltuklar ve televizyon ilgili odaya konmayana kadar oranın oturma odası olmaması gibi. 


                                            Zafer sarı'nın Aşk Yağmuru heykeli



Bazı heykeller bir şehrin orta yerini sembolize ederler. Ahalinin yaşadığı mekânı belirlemek için kerteriz aldığı, genellikle hükümet konaklarının veya belediye binalarının önüne yapılan Atatürk heykelleri devletin merkeziliğini temsil eder. Şehrin merkezi denilen meydanı kendi çeperi içinde de merkezileştiren Atatürk heykeli bir güvenlik sorununu da beraberinde taşır. Atatürk heykeli korunur; bu özel bir emniyet tedbiri gerektirmeden gerçekleşir.. emniyet asayiş sağlamak için ya zaten oradadır, ya da heykel zaten bu meydanın hemen kıyısındaki emniyet binasının gözetleme alanı içindedir. Meydan denilen yer ilettiği agorafobiyle kötünün her türlü kılığına cevap verir. Herkes birbirinin gözetimi altındadır.
İronik biçimde Atatürk de orayı gözetler. Nasıl bir gözetlemedir bu?

Heykel kendisine yönelebilecek bir kırma, dökme, lekeleme eyleminin sadece kamu malına zarar vermek değil, Atatürk'e Hakaret suçunu da içermesi bakımından, yaşanan muhtelif olaylarla yasanın işletilmesini gelip geçen insanların aklına yerleştirmiştir. Bu kötünün belirlenmesidir. Dolayısıyla heykele bir şey yapmayan oradaki kalabalık kendi zararsızlığını, sükûnetini de belirlemiş olur: Asayiş berkemal... Politik jargonla, 'Atatürk düşmanları' ya da 'Atatürk’ü sevenler' orada heykeli eser olarak görmezler, heykelin orada olduğunu akılda tutarlar. (Eserin estetik olmaması heykele bakıştaki pagan ilkelliğini ortadan kaldırmaz. Bu ilkellik anti-pagan bakışta daha da sırıtır. Puta tapan ilkeldir, tamam.. ama çağımızda put diye bir putu yıkan daha da ilkeldir. Afganistan'da Buddha heykelini bombalayan Taliban örneği...) 

Bu bir uzlaşmadır!

Bu uzlaşmanın kırıldığı yer çıplak heykeldir. Çünkü hegemonik anti-estetik bilinç heykeli değil çıplaklığı görür; aslında heykelin çıplaklığını da değil, kendi bakışının çıplaklığını görür. Şu soru sorulsa cehalet ortaya çıkacaktır: Heykeltıraşlar neden çıplak heykeller yapıyor? Cevabı çok basit, heykel bedeni veya bedenin bir duruşunu idealize etme, anlama açma sanatıdır. Çıplak bir canlı bedenle, çıplak bir beden heykeli arasındaki fark şudur: Ne! Şimdi bunu açıklamamı beklemiyorsunuz değil mi? Allah'ım, kullarını böyle bir sorudan ve açıklamadan sakın!

Bizde heykel sanat eseri olarak kendini temsil etmez, mekânı ve gücü temsil eder. Bu bağlamda bizdeki heykel anlayışı somut sembolize etme karakterinin ötesinde imgesel bir anlam da taşır. Mesela 12 Eylül öncesi Kayseri'de Cumhuriyet Caddesi'nde bulunan halkla iç içe resmedilmiş kalpaklı Atatürk heykeli yerine, dönemin valisinin öncülüğünde kurulan Atatürk Anıtı Yaptırma Derneği eliyle 1984'de yeni bir Atatürk anıtı dikilmiştir. Yüksek bir kaide üzerine oturtulmuş asker üniformalı Atatürk burada otoriter tek kişi imgesidir. (Bu bilgi Ali Ekber Doğan'ın Eğreti Kamusallık kitabından) Mekânın Büyük Öteki aracılığıyla, bir uzlaşıyla kamusal alana dönüştürülmesi ilginçtir. Tam da asıl çelişki!

Yurttaşlar kendilerine çağdaşlık öneren Atatürk'ün heykellerinin dikilmesi konusunda uzlaşmış, hatta işi bayağı bir abartmışlar (Atatürk'ün 100 bin civarında heykeli var), ama aynı yurttaşlar sanat olarak heykelin çağdaşlığı konusunda barışık değildir. (Şu son bir ay içinde ne çok heykel öyküsü geldi, zaten bu yazıyı kaleme almama sebep yurdum insanının tuhaf heykel öyküleri.. heyhat bunlardan biri de bir ineğin başından geçmiş, Gülsüm İnek Atatürk heykelini devirdi diye Yeşilyurt Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturmaya uğramış ve İnekpınarı Köyü'ne sürülmüş.. valla ben gülmüyorum.)

(Aslında bu sorunu da bir uzlaşma zemininde analiz edebilirdik, ama bırakalım bu süreç tarih olsun. Şimdiye dönelim.)

Zafer Sarı'nın heykeli halkı tahrik ediyormuş. Söylenen bu. Hatta heykelin bulunduğu yere "Porno Kavşağı" deniyormuş. Tabi hangi halk diyor bilemem, bu gibi durumlarda herkesin özel bir halkı vardır. Muhtemelen bu halk plajlarda üstsüz turist bayan dikizlerken hiç tahrik olmuyordur(!) İşin bu grotesk yanını geçiyorum.

Çıplak insan heykellerine sanat eseri olarak bakacak estetik bilinciniz yoksa, çıplaklık heykeli değil, bakanı teşhir eder. Aslında sanatın olumlu etkilerinden biri de budur. Heykele bakıp bakmamak gibi bir özgürlük elinizde değildir, çünkü siz istemeseniz de heykel size bakar, orada bulunuşunuzu imleyen şeydir heykel. Zamanla heykel sizi kendisine alıştırır, çıplaklık örtünün altında gizlenmesi gereken sır olarak değil, merak olarak bilgiyi kışkırtır. Ama muhafazakâr iktidar çıplaklık karşısında iktidardır. Çıplaklığın meşrulaşması muhafazakâr iktidar ilişkilerini zaafa uğratır, yerel iktidarın kendisini ar, namus kavramları üzerinden bir tür yabancı düşmanlığıyla ifade etmesi buradan kaynaklanır.

Turizm nihayetinde ekonomik bir sektör olduğu için, muhafazakâr sermayenin hem kendi yerel iktidarı için tehlike gördüğü hem de üzerinden para kazandığı Batılılar karşısında yerelliği muhafaza çabası gülünç paradokslar yaratır.

Gelir getiren turistik çıplaklığa karşılık sembolik olan heykelin çıplaklığını rehin almak. Yani heykelin bulunduğu yeri mekân olarak yeniden yerelleştirmek.


Yerleştirildiği yerden kaldırılan heykelin eksikliği, heykelin simgesel eksikliğinden daha fazlası olan imgesel bir eksiklik yaratır. Mesela Kars Belediye Başkanı'nın kadın heykellerini kaldırması gerçekte kadınların caddedeki varlığını evlerine sürgüne göndermesidir. Hiç kadın heykeli konulmamış cadde ile, kadın heykeli kaldırılmış aynı cadde artık birbirine eşit değildir. Tam ayakları alışmışken heykel-hemcinslerinin yerinde olmadığını fark eden yürüyen kadınlar, kendilerini daha yalnız, daha güçsüz hissederler; erkekler de caddenin asıl sahibi. Kars'ın muhtelif yerlerine her kim kadın heykelleri yapıp koymuşsa, şimdiki Belediye Başkanı bunun Kars'ın erkeklerini tedirgin ettiğini düşünmüş. Kadınları özgür olmayan bir ülkenin erkekleri de özgür değildir sosyal yasasından hareketle, bir kadın heykelinin bir erkeğe verdiği kaygının özgürlük kaygısı olduğunu neden söylemeyelim? Daha doğrusu ancak tersinden okunabilen özgürlük kaygısı: Caddedeki yekpare erkek hakimiyetinin sorunsuzluğuyla geçen hayat, gerçek kadınlar sokağa çıkarsa birbirlerini denetleyecekleri,  mahcubiyet ve gerginleştirici bir başıboşlukla huzursuz olacakları bir hayata dönüşmeyecek mi? Erkekler bunu iyi bilir. Her erkek yanında bir kadınla erkek yığının arasından geçerken muhafazakâr taşra işkencesi çeker.  Erkek egemen geri toplumlarda kadına bakmak bir taciz, bir sataşma eylemidir. Ama bakma eylemi değil geçme eylemi kabahatli kılınmıştır. Bu sokağa hakimiyetle ilgili sosyolojik bir kuraldır. Erkeğin kadında cinselliği ayıklayarak görmesi, o bildiğimiz; gözün nesnesine "aç" bakışıdır. Pervasız konuşalım: Geri kalmış Anadolu kasabalarında erkekler açtır, tıpkı biraz ilerde otlayan ceylanı bir et olarak gören aslanın aç bakışına sahiptir... Bu bakış daha çoook heykel kaldırır, heykel parçalar. 




                             Kars'ta kadın heykeline bakan bir vatandaş



Yine de "ileri" gidiyoruz: Heykelin içine tükürülmüyor ve Aşk Yağmuru heykeli Kemer'in bir başka köşesine, Kuğulu Park'a konuluyor. Yeni yerine taşınma töreni bile düzenlenmiş iyi mi? İşte uzlaşma dediğimiz bu... Çıplak revü kızlarından sonra ilahilerle semazen gösterisi.





Freud Roma gezilerinde (değişik seferlerde toplam 57 gece geçirmiştir.) Michelangelo'nun Musa heykelini her gün ziyaret etmiş ve önünde dakikalar geçirmiştir. Hatta bir keresinde Stendhal Sendromu yaşamıştır.. estetik hazla özdeşleşmenin insanı çarptığı an... Çıplak heykel karşısında bizdeki kırıp dökme sendromuna da bir ad verilebilir aslında: Abazan Sendromu.. ya da Molla Sendromu. Bir de dilde uzlaşabilsek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder