12 Temmuz 2011 Salı

Neden Kitap Okumuyoruz?



 Elimde bir istatistik yok ama evliliklerin Özal döneminde , ekonominin genel canlanışına koşut olarak cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine çıktığını sanıyorum; tabi yeni zenginlerin boşanıp yeniden evlenmeleriyle de…
Evlilik yeni ev ve yeni eşya demektir; bir evin en gösterişli mekânı olan oturma odasına kurulan vitrinin birtakım rafları kitaba ayrılmıştır. Hepimizin malûmu bu dizayn kültürel bir talepten kaynaklanmaz.  Kafası boş, cebi dolu yeni orta sınıfın gösteriş merakı, kitabı okunmuş oluşuyla değil, rafta duruşuyla müşekkel Batılı bir nesne yapmıştır, o kadar.

Sanıyorum gazetelerin ansiklopedi promosyonu bu dönemde patlak verdi. Belli başlı bütün gazeteler cilt cilt ansiklopedi dağıttılar, biri bitti biri başladı. Okul kütüphanelerinde o zamanlardan kalma ev taşıma hatırası ansiklopedilere rastlarım, çoğunun ciltleri eksiktir, sayfaları açılmamıştır (bu kadarını  anlamak kolay). Yine o dönemde tek tabanca TRT'de gözleri görmeyen Hale Bacakoğlu adında bir kadın ansiklopedik bilgiyi bir kültür yarışma programının birincisi olarak yüceltti. Sanki milli bir Rönesans hamlesi yaşıyorduk.

 Hürriyet gazetesi Konda’nın yaptığı araştırmanın sonucunu veriyor: Türklerin %70'i hiçbir zaman kitap okumuyor!

'Neden okumuyoruz?'un görünür cevabı belli: Okutanlar; öğretmenler, öğretim üyeleri, proflar okumuyor. Bu konuda yapılmış birkaç alan çalışması var… İstatistiki bilgiler hiç de iç açıcı değil. Mesela, tümü göz önüne alındığında,öğretmenler ortalama dört yılda bir kitap okuyorlar. Öğretim üyelerinin yarısı hiç okumuyor. Diğer yarısı da ayda bir iki kitap okuyor, okumuyor. Milletvekilleri, bakanlar?.. Sonuçlar hele bir de gelişkin ülkelerle kıyaslanırsa tamamen iç karartıcı.

Neden okumuyoruz? sorusu okutanları da kapsayacak biçimde sorulursa kazın ayağı değişiyor.

Bu okumama geleneği, 'revaçta olan ne?' sorusuyla ilişkilendirilmelidir.

Bu gelenekte revaçta olanın okumaya karşı nasıl durduğunu bilmek gerekir.

Bizde yazılı bilgi değil, şifahi bilgi esastır. Yazılı bilgi de şifahi bilginin derlemesidir zaten.

Daha iddialı söyleyelim: Yazanlar da şifahiye tabi yazmışlardır; didaktik, veciz, kıssa…

Hoca rahlesinin önünde oturur, müritler dinler. Bilgi akışının geleneksel yöntemi budur. Bugün bile teknolojik bir aletin yazılı kullanma kılavuzunun ancak şifahi anlatımla kalıcı bir bilgi hüviyetini kazanabilmesi bu yüzdendir.

Matbaa geç geldi, demek yerine 'matbaa neden geç geldi?'yi sormak gerekiyor. Ama, irtica falan gibi kolaycı açıklamalara prim vermeden.

'Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?' gibi liseli öğrencilerin münazara konusu haline gelmiş şu aptal söz hangi geleneğin incisi olabilir? Hoş gezmeyi de yeni öğrendik ya…

Kitap okumak yalnızlık ve sessiz bir ortam gerektirir. Bizim mimari yapımız ve varlığımızın cemaat karakteri yalnızlığı hep dışlamıştır.

Tersine ve daha açıkçası: yalnızlık, diğerinin tecriti,  diğerlerinin cezalandırışı olarak yaşanır. Halbuki kitap, kentsel olarak yaşanan yalnızlığa karşı, insanın kendisini yalnız hissetmemesi için yalnız olarak okunur.

Bizde ansiklopedik bilgi revaçtadır.

Entelimiz her konudan konuşacak. Armut diyeceksin, sana armutu anlatacak, toplu iğne diyeceksin sana uzun uzun toplu iğnenin tarihçesini anlatacak. Abdurrahman çelebi hesabı. Çünkü, bu bilginin alıcısı şifahi topluluklar bunu istemektedir.

Bizde kitap okuyanlar problematik okumuyor, gelişigüzel okuyor.

Popüler kitap okuyucularını hiç hesaba katmıyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder