Sınıflı bir toplumda trafik kurallarının herkese eşit bir zemin sunması ilginç değil mi?
Sanki
sınıfsal mutabakat trafik kuralları üzerinden sağlanmış; geçiş
üstünlüğü olanlar (ambulans, itfaiye, polis ve trafik protokoluna tabi
üst-yöneticiler) hariç herkes “eşit”.
Altına
200 bin dolarlık araba çekeceksin, trafikte ‘doğan görünümlü şahin’
karşısında bile hiçbir ayrıcalığın olmayacak! Kırmızı ışıkta duracaksın,
sağa dönerken yayaya yol vereceksin, hız sınırını aşmayacaksın. Pardon,
amacım zenginleri müsriflikleriyle yüzleştirmek, alt sınıflarla
kıyaslamak, sonra da onlara insanlık adına bir tür pişmanlık yaşatmak
değil, herkes ne yaptığını biliyor. Çünkü zenginimiz tam da trafik
zemininin eşitliği sayesinde oluşan kamusal alanın içinde buluyor
arzuladığı ayrıcalığı; bunu görsel bir eşitsizlikle elde ediyor:
Hayranlık, imrenme, merak… Alt sınıflarsa üst sınıflarla aşık atacakları
bir kamusal alana ilk kez kavuşuyorlar. Trafik eşitsizlik dürtüsüyle
eşitlik dürtüsüne ev sahipliği yapıyor. Bu her zaman böyle değildi.
Hatırlayalım,
troykası olanın arabacısı da olurdu. Soylu-burjuva arabacısına
barınacağı yer verecek, maaş bağlayacak... Soylu-burjuva olmak kolay
değildi. Arabası olmayan üst sınıftan sayılmazdı. Orta ve ortanın altı
sınıflar arabayı ancak kiralayabilirlerdi, ya da arabanın sahibi,
arabacının efendisiymiş gibi rol keserlerdi. Araba bir zenginlik
göstergesiydi, ama birbirini tanımayan insanların çoğalıp toplandığı
yeni tip bir kamusal alana; caddeye denk gelen bir gösterge. Bu gösterge
özne olarak tanınmayan ama araba sayesinde tanınan ilginç bir hüviyet
doğurdu: Nal seslerinin sağa sola savurduğu insanlardan yükselen ‘Kim
o?’ ya da kısaca ‘O’ sesleri...
İnsanların
üçüncü tekil şahıs zamiri olma arzularıyla bağdaşan yeni bir tarihsel
dönem var. Araba bu dönemin başlatıcısı sayılabilir mi? Geçip gitmek,
geride bir toz bulutu bırakmak…
Recaizade
Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanının kahramanı zübbe Bihruz, bir
fahişe olduğunu bilmeden Periveş’e âşık olur. Faytonlu Bihruz, Çamlıca
Tepesi’nde gördüğü landolu(kabini kapalı fayton) Periveş’i soylu bir
hanımefendi sanır. Oysa Periveş landoyu kiralamış bir zengin avcısıdır.
Bihruz’un yanlış algısıyla, kendisinin algılanmak istediği imaj aynı
hamurdandır; babadan kalan mirasla aldığı faytonun imgesi, zengin ve soylu
görünmek isteyen Bihruz'un landolu Periveş'i de soylu sanmasına yol açar. Bu ülkede
romanın tarihi kadının yolculuk etmesinin tarihiyle aynı.. yolculuk
birbirini tanımayan iki insanı karşılaştırır. Bin sekiz yüz doksanlar…
Üst sınıftan kadınlar ancak arabalarıyla dışarı çıkabiliyorlar, hem
kendileri tesettürlü, hem de arabaları. Ama arabada bulunmalarının yüzü
suyu hürmetine yüzleri açık olabilir. Olmasın mı? Bu bir sosyolojik
merhale tabi; kadın gıyabında ‘O’ halinden vicahi (yüzyüze) ‘O’ haline
terfi etmiş. Aşk için derin bir ‘O…’
Araba,
Bihruz’la Periveş’in hem karşılaşmalarının (ya da çekiciliklerinin)
nedeni, hem de birbirlerini idealize etmelerinden ötürü
konuşamamalarının. Ne diyelim, araba sevdasıyla, gerçek sevdanın
yanılsamalı birlikteliği… Ama bu Recaizade Ekrem’in sezdirdiği bir
birliktelik değil, daha çok çağın öngörüsü...
Çağ dedim ya niyetim bozuk, lâfı bugüne getireceğim:
Duraktaki
dolmuşa bindim. ‘Ne güzel!’ şoförün arkasındaki koltuğun cam tarafı
boş. Başımı cama dayadım, yorgunluk ve uykusuzluğun gözlerime yüklediği
takatsizlikle karşı yola bakıyorum. Trafik ağır aksak ilerliyor. Bir
kadın “Kaç dakika sonra kalkacaksınız?” diye sordu şoföre. Şoför ön
paneldeki dijital saate bakarak, “Yedi” dedi. Kirpiklerim cama sürtüyor
ve cama dayalı başımı hiç oynatmadan otomobil sürücülerine bakmaya devam
ediyorum.. yedi dakikada tuhaf şeyler görüyorum… Tuhaflık belki de bende.
Ama ne fark eder. Bir yığın otomobil görüş alanımda gaz/fren geçit
yapıyorlar. İzleyen ben izlenen onlar. Ben izleyen olarak kendimi tayin
etmemişim, ama bana öyle geliyor ki, onlar izlenen olarak konumlarını
seçmişler, izlenmeyi benden veya benim gibilerden talep ediyorlar;
izlendiklerinin farkında olmakla izlenme talepleri tam örtüşmese de
böyle. Burası bir sahne değil, ama sanki hayatın her alanında
böyle bir rol dağılımı kendiliğinden mevcut. Demek istediğim ben
izleyici olmasam da otomobil sürücüleri kendilerini izlenen rolüne
çoktan alıştırmışlar. Bu alışkanlıklarının tıkalı trafiğe alışmakla
eşleşen tuhaf bir gizemi de var. İzlenen rolüne sadakatle bağlılar.
İzlediğim insanlar düşük model otomobil sahipleri, alt sınıfın biraz
üstü ve orta sınıf civarı. Ama görünmek istedikleri sınıf daha yüksek.
Araba beden dillerine yapışık. Hayatın her alanında bir izlenme hiyerarşisi var. Daha düşük model ve ucuz otomobil sahibi daha yüksek model otomobili izliyor, izlenen de izlenmeyi hak etmiş gibi çalımlanıyor. İzleyenlerin ortak paydası ise yayalar. Hemen bir soru: İzlendiğini varsayıp
izlenen rolünü oynamakla, bir rolü oynamak arasındaki temel fark nedir?
Bilineceği
gibi sürücülerin çoğu erkek, çoğunda güneş gözlüğü var, kadın
sürücülerin nerdeyse hepsinde. Göz göze gelmekten kaçınıyorlar.
Aslında ben de kaçınıyorum; gözkapaklarımın ağırlığıyla iyice kısılmış
gözlerim göz göze gelmeye karşı en az güneş gözlüğü kadar etkili.
Ama onlar yok mu, o sürücüler, nasıl da gururlular! Püf noktası burada: arabalarını satın alırken gururlarını da satın almışlar.
Erkek
sürücülerin bir kısmı sol kollarını açık pencereden dışarı sarkıtmış.
Pencereden sarkmış kolun işlevi ne ola ki? Tamam, sigarayı dışarıda
tutar, duman içeri girmez; sıcak günlerde rüzgârın tenle teması
sağlanır; galiba bir de antropolojik işlevi var, asıl sözünü etmeye
değer olan bu kısmı: sürücü sol kolunu pencereden sarkıtmakla bedensel
bir taşkınlıkta bulunuyor, arabasının trafikte kapladığı yeri artırıyor,
‘ağır vasıta’ oluyor. Rakip gördüğü diğer sürücülerin önüne türlü
manevralarla geçerek onlara ‘kol’ gösteriyor. Bazen duruyor, kaldırımda
karşıya geçmeyi bekleyen yayalara (özellikle bayan) yol veriyor, ama
sarkıttığı koluyla jest yaparak. Onlara yol vermek onların harekete
geçmesini elinde bulunduracak gücü de deklare etmek değil midir? Yani teşekkür edilen tarafta bulunmak...
Otomobil
müstakil alandır; azıcık bir trafik tecrübesinin sürücüye kazandırdığı
veya sürücünün önceden hesap ettiği bir asalet normuyla vücut bulur.
Koltukta otururken umursamazlık, elin direksiyonla ilişkisindeki rehavet
ve bakışlarda kendine yeterlik hali kamusal alanda özel bir alan
yaratır. Otomobil sınıfları ortadan kaldırmaz ama bu özelliğiyle herkesi
sınıflarüstü bir yanılsamaya sürükler. Otomobil ideolojik bir metadır.
Otomobilin içinde herkes asaleten efendidir, trafik kuralları sayesinde
bütün arabalarla “eşit”tir. Eleman hele bir de arabasına alarm
taktırdıysa artık ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi’ olduğunu cümle
âleme ilân etmekle kalmaz, potansiyel hırsızlığı alt sınıfın bir
semptomu olarak lânetlemiş de olur; otomobil alarmı sistemin içinde
olduğunu tescilleyen bir aidiyet nidası gibi durduk yerde de çalar.
Bugünkü gazetelerde ‘Ayda 100 TL’ye otomobil’ haberi vardı:
“Hükümetin ‘Türk malı otomobil’ projesine en çok karşı çıkması beklenen ithal markalardan destek
geldi. Otomotiv Distribütörleri Derneği (ODD) Başkanı Mustafa
Bayraktar, ‘Doğru stratejiyle Türk malı oto hem iç pazarı büyütür hem de
otomobil hayali bile olmayan kişileri otomobil sahibi yapabilir. TOKİ
modeli yerli otomobil projesinde uygulanabilir’ dedi.”
“Henry
Ford, T-modelini ürettiğinde, aynı zamanda daha önce varolmayan bİr
şeyi, ucuz, standartlaşmış ve basit bir otomobil için geniş bir müşteri
kitlesini de yaratmış oldu.” (E. J. Hobsbawm)
Ama bu müşteri kitlesinin talebini yeni tür bir antropoloji yarattı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder