Pencerenin üst camından bakmama gerek kalmadı, kayaların ilersinde tünemiş
martılardan belliydi, sahilde kimseler yoktu. Birisi
yürürken kaçışan martılar tekrar aynı yere konmazlar; bir gün onları dikkatle izledim, kesin bir bilgi gibi geldi bana.
Demek sabah beri kimse geçmemiş sahilden.
Sert bir poyraz, montumun
yakalarını kaldırdım, tepeden aşağı sahile indim. Kayığının başında Salim; bir
selâm çaktım ondan kurtuldum. Issız, insansız haliyle sahil beni çağırıyordu
işte.
Su berraktı, poyrazdan birkaç
kere derin nefes çektim bıraktım, kendi kendime ‘Çok şükür’ dedim. Bunu yapmak kendime yettiğimi hissettirir. Yalnız yürüyüşlerimde bir Tanrı beni takip eder, dindar bir Tanrı
değildir bu; bana eşlik eden, kamerası olan bir Tanrı’dır, peşime takılır gelir, işime
karışmaz, beni mazur görür (hoşgörüden ve bağışlamaktan farkını anlatmayayım
şimdi)… Verdiğin nimete, boka püsüre çok şükür değil de, ağır bir hastalıktan
kalkmış gibi çok şükür… Poyrazın nefes açıcı, burun sızlatıcı hazzı…
kulaklarımda yankıyan sesi… poyraz sayesinde ben ruhumdan çok bedenim olurum…
Kayaların arkasında eğilip
doğrulan bir kafa gördüm, beyaz saçlı, iki saniyede bir kaybolup ortaya
çıkan bir adam kafası. Spor mu yapıyordu? Ama dalgalara bu kadar yakın?.. Kayaların
arkasından dolandım, adam elinde çubuk kuma yazı yazıyordu, bir çırpıda okudum:
‘Seni seviyorum R…’ Aslında benim adamı fark edişimle buraya varışım arasında
adam yazıyı çoktan bitirmiş olmalıydı. Anlaşılan dalga yazıyı siliyor, adam
yeniden yazıyordu. “Merhaba” dedim. Yetmiş yaşlarında gözleri kısık, yüzünde
bir haftalık sakal ve muzip bir ifade, bana bakmadan, bir şey demeden sadece kafasını sallayarak
karşılık verdi. Bir dalga geldi ‘R…’yi sildi. Ardından bir dalga daha geldi
‘…um’u sildi. Sonra bir dalga daha geldi ‘seviyor’ u sildi. Üç sözcük alt alta
yazılmıştı. ‘Seni’ dalgaların erişemediği tümsekte kalıyordu. Adam kendi kendine
‘Seni sikeyim?’ dedi.
Yürümeye devam ediyordum ki adam peşimden seslendi:
"Martıları kaçıracaksın."
Durdum.
“Sigaran var mı?” dedi.
“Kullanmıyorum,” dedim.
“Yok da diyebilirdin.”
“Ama aynı anlama geliyor.”
“Aynı anlama geliyor ama, sorumu
bir fırsat olarak görüp kendi lehine çevirdin, sanki sigara kullanmadığın için benden
övgü bekler gibisin.” dedi.
“Kötümser bir yorum,” dedim.
“Şöyle düşünün.. eğer ‘sigaram yok ‘ deseydim, bu var da vermek istemiyorum gibi
bir kuşkuya da yol açabilirdi sizde. ‘Kullanmıyorum’ daha kökten bir cevap.”
“Hımmm…” dedi, bir taraftan
yazısını tamamlıyordu. “Böyle olmadığını ikimiz de biliyoruz. Konuşunca dil
kendi seçeneklerini nasıl da yaratıyor değil mi? Amaç altta kalmamak…” Beyaz
saçları yanlardan kabarmıştı, onları bir güzel kaşıdı; uykusuz, yorgun bakıyordu. “Arabamda bırakmışım
sigarayı,” eliyle tepeyi işaret etti. “Neyse,” dedi, derin bir nefes alıp
bıraktı. “Canım konuşmak istiyor, lütfen bekleyin.” dedi, “Siz konuşulacak
birine benziyorsunuz… Buralı mısınız?..”
“Değilim ama burada oturuyorum,”
dedim.
Bir dalga geldi, kendimi geri
çektim, su adamın botlarından aşıp kayaların arasından aktı, geride bir gölet
oluşturdu, ama hemen suyu çekildi. Ortada yazı mazı kalmadı. Adam güldü.
Bu kez sözcüklerin yerini değiştirerek yeniden
yazdı: ‘Seviyorum seni R…’
‘Seviyorum’u tümseğe, ‘seni’
biraz altına, en altına da ‘R…’yi. Bir dalga vurdu adı sildi, adam yeniden
yazdı. Böyle devam etti, bazen dalgalar ‘seni’yi de siliyordu, adam yeniden
yazıyordu… Sonunda adam oyundan çıkar gibi alttaki sözcükleri yazmayı bıraktı,
tümsekte ‘Seviyorum’u tek başına bıraktı, çubukla harflerin çizgilerini
derinleştirdi, kalınlaştırdı.
“ ‘Seviyorum’”u yalnız
bıraktınız,” dedim.
Değneğini el değiştirerek
montunun ceplerini yokladı, dalgalar ayaklarını yalıyordu, ama o aldırış
etmiyordu.
“Sigaran var mı?” diye sordu
yeniden. Adamın yüzüne baktım, hiç de latife yapmışa benzemiyordu, bir taraftan
da ceplerini yoklamaya devam ediyordu.
“Yok” dedim.
“Neyse,” dedi, “Belki de ben
sigarayı bıraktım.” Birkaç kere ağzını şapırdattı. “Ağzımda tütün tadı yok,
bırakmış olmalıyım.”
Bekledim ki adamın yüzünde beni
tartan muzip bir gülümseme olsun, ama yoktu. Bana bakmadan sanki ben yokmuşum
gibi kendi kendisiyle konuşmaya başladı:
“İnsanlar gelirler sahile, kuma
yazı yazarlar. Bu sözü söylemekten korktukları için.” Değneğiyle ‘Seviyorum’u
gösterdi. “İlginç olan yazmaları değildir, kuma yazmalarıdır… Sözlerini
dalgalara emanet ederler, dalga iyi bir sansürdür… Hem kuma güvenirler hem de
dalganın silici gücüne. Hem bir şey söylemiş olurlar hem de söylememiş.
Kendilerinden çıkmak isterler, aslolan budur, burada sözlerinin provasını
yaparlar… ben biraz insanları taklit ediyorum, biraz da kendimi.”
Tuhaf bir durumdu, adama ne
diyeceğimi bilmiyordum. Adamdaki hafıza sorununa güvenerek tekrar ettim:
“ ‘Seviyorum’u neden başa aldınız
ve tek bıraktınız?” diye sordum.
Adam iki eliyle birlikte
değneğine tutundu, geride bacaklarını açıp hafif öne eğilerek; sanki
diyeceklerini bedensel olarak sağlamlaştırmak için böyle bir vaziyet almıştı:
“ ‘Seviyorum’ insanın bir halidir
delikanlı… Sana delikanlı dememe gücenmiyorsun değil mi?”
“Hayır,” dedim, “Ama gördüğünüz
gibi delikanlı sayılmam.”
“Sevmek… Biliyor musun ‘Ne yapıyorsun?’ ya da
‘Kimsin?’ sorusuna ‘Seviyorum’ diye cevap verilebilir. Ama insanlar sevmeyi
geçişli bir fiil olarak kullanıyorlar, kimi seviyorsun diye soruyorlar. İnsan
sevmez, özler. İnsan seviyorum diyorsa bu gerçekte sevemiyorum,
dokunamıyorum, okşayamıyorum anlamına gelir. Seviyorum sözü aynı zamanda
mutsuzum anlamına nasıl gelebilir ki? Ama böyle. Saçma. ‘Seviyorum.’ Ama insanlar bunu bir
meziyet sahibiymiş gibi kullanıyorlar. Saçma!”
“Saçma mı?” diye tekrarladım.
“ Saçma tabi! Seviyorum ama yok!.. Bedel gibi… Sanki gerçek sevmenin bedeliymiş gibi...”
“R… yok mu?”
Başı iyice öne düşmüştü, “Vardı… Şimdi yok.”
“ ‘Seni seviyorum R…’ yazdınız.”
“Siz nereden tanıyorsunuz R…’
yi?” diye sordu.
“Sizi yazarken gördüm.”
“Hımmm… Güzel bir şey yazdığımı
sanıyorum ama değil, acı veriyor… Seviyorum güzel bir sözcük, yani sözcüğün
kendisi güzel, bu sadece bir mutabakat. İnsanlar kadim zamanlarda sözcüğü
aralarında dolaştırmışlar, oylamışlar, kabul edenler, kabul edilmiştir. O
zamandan bu zamana sanki hiç kimse bir şey sormamış. Saçma… Sigaran var mı?”
“Yanımda yok,” dedim.
“Yukarıda arabam var orada unutmuşum.”
“Yukarıda arabam var orada unutmuşum.”
Adam tepedeki arabaya baktı,
“Tamam,” dedi.
Birlikte tepeyi çıktık, adamın ıslak botlarının tabanlarında killi toprağa bastıkça kalın bir çamur tabakası oluştu. Ama adam buna aldırmadı . Arabanın
yanına vardığımızda ceplerimi yoklar gibi yaptım. Adam çoktan arabasının
anahtarlarını elinde tutuyordu. Bu konuşmada hiç değilse adamın bir arabası olduğu doğruydu. Adam torpido gözünden
sigarasını çakmağını aldı, “Açık havada sigara içmek hoşuma gidiyor,” dedi. Bir
sigara da bana uzattı, sigarayı bırakalı yıllar olmuştu. “Dur bir dakika,” dedi
ve teybi açtı, deniz ayaklarımızın altındaydı, sigaramın dumanı poyrazla
ciğerlerime doldu. Mendelssohn çalıyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder