28 Ağustos 2011 Pazar

Top ve Çocuk

                                                                     Lionel Messi




Bir çocuğun Topla ilişkisi:

Topuyla bir sahiplik ilişkisi kuruyor. Çok basit bir sahiplik, ‘top benim’ demesi yeterli. Çocuklardaki sahiplik bütün mülk sistemine ilham verir. Yetişkin çocuğa top alır. Çocuk diğer çocuklar nezdinde topun sahibidir, ama yetişkin öfkelenirse evde topun asıl sahibi olduğunu çocuğa gösterebilir… Çocuk oynarken topu kaybeder, zaman sonra diğer bir çocuk topu bulur. Topu bulan çocuğun topun sahibi olmasını sağlayan basit, insanlık tarihi kadar eski bir toplum sözleşmesi vardır: ‘İlk ben gördüm…’ Yanındaki çocuklar topu bulan çocuğun topa malik olmasını sessizce görmesiyle değil, bu şekilde gördüğünü dillendirmesiyle (edimsöz) düstur kabul ederler.

Top çocuğa oyun kurucu vasfını kendiliğinden bağışlıyor…

Topla kendi kendilerine oynayabiliyorlar.. bu meşgale yalnızlığın darasını alıyor.

Top üzerinde yeteneğini icat ediyor.

Topun yuvarlaklığı ve yuvarlanışı, top peşine düşmeyi, dolayısıyla sınırlarını aşmayı, başka mekanlara geçmeyi doğallaştırıyor. Bir fotoğrafçının elindeki fotoğraf makinesi sayesinde mekânla kurduğu senlibenlilikle (mahalleli karşısında “bilinen” yabancı olmak), çocuğun topunun kaçması sayesinde diğerinin mekânını rahatça ihlal etmesi nesnesinin sunduğu aynı güven duygusudur. 





Topla pas vermek, bir ilişki kurma biçimi olarak topu dil düzeyine yükseltiyor; öyle ki pas vermenin metaforik anlamı düz anlamının önüne geçiyor.


Topun sıçrama özelliği; bir yere çarptırılarak atana geri dönüşü.. topun bumerang işlevi, yani oyunsal sadakati…

Top şiddete de teşne.. topa abanıyor.. top duvarda patlıyor.. çocuk intikamını alıyor...

26 Ağustos 2011 Cuma

Yok Daha Neler

Çocuk suçluluk duygusunu güçsüz olduğu kendisine kabul ettirildiği için yaşar. 


Şimdi askerde olan birini tanımıştım... Kendisine ‘naber?’ dediğim her seferinde yaptığı yeni bir işle ilgili bilgi veriyordu. En son tanıdığı birinin -özellikle‘arkadaşım’ demişti- araba yıkama servisinde çalışıyordu, şimdi başka bir tanıdığının taksisinde şoförlük yapıyordu. Terfi etmiş gibi söylemişti bunu. Kafasının içinde “yaptığı” işleri hayatının gittikçe iyiye doğru yol aldığını tescillemek için mertebelere ayırmıştı sanki. Halbuki yaptığı iş sadece yalan söylemekti. Bir gün lâf arasında ortaya çıktı. Onu benden daha iyi tanıyan mahalleden biri, “Yok canım,” dedi, “Taşeronluk yapan bir akrabası var, onun yanında çalışıyor, aslında onun yanına takılıyor demek daha doğru.. saf çocuk angarya işler yapıyor.. boya badana, hamallık… geçen Sarıyer’de ara bir sokakta gördüm, bir evin foseptik çukurunu kazıyordu…”

‘Saf çocuk…’ sabahtan dolmuşa atlayıp işe gidiyor, akşam işten dönüyor; hayatın gözlenebilen saf akışı içinde göze batmadan. Ama konuşurken kendini yeniden kurgulamış oluyor, saflıktan uzaklaşıyor, kariyer yapıyor. Söylediği her yalanın diğerinde bırakacağı etkiyi seviyor. Yalanlarına diğerinin de ihtiyacı olduğunu varsaymış mı desem?.. bu da bir saflık türü, yalan ama naif. Düşün bakalım…  
  

Güçsüz olarak birinin yanına giden ve derdini anlatan, oradan güçlü olarak dönmez, diğerine güç vererek, hâttâ diğerini şımartarak döner.


Çağımızda insanlar bağışlayan değil, hoşgörü sahibi bir Tanrı’ya inanıyorlar.


Hoşgörü karşıdakini anlama etkileşimi değil de, karşıdakinin ihtiyacı olan bir duyguyu elinde bulundurmanın kıvancıysa ve gösterildiğinde diğerini borca sokuyorsa.. ya da bir ödeşmeyse…


Bir de şöyle düşün: Kadın senin tedirginliğini kendisine verdiğin değer olarak algılarsa sorun yok…