16 Haziran 2012 Cumartesi

YAĞMUR ÇİSELERKEN




Kızgın öğle güneşinde bir saat kadar voleybol oynadık, sonra çınar ağacının altında şantiye konteynırının serin loşluğuna sığındık. Bahçeye bakan açık pencereye yüzümüzü dönerek masanın iki tarafına oturduk. Oturur oturmaz sandalyelerimize yayıldık.  Bizden başka kimse yoktu. Arife günüydü, işçiler, teknikerler herkes bir yerlere dağılmıştı, elektrik ocağının üstündeki çaydanlık kısık ayarda hafif hafif kaynıyordu. Çantasından sigarasını çıkardı, bana da bir tane uzatırken sigara içilmez levhasına doğru boş ver hareketi yaptı. Canım çektiğinden değil, reddetmek daha yorucu olacağı için aldım. Sigaramı yaktı, eli titriyordu. “Yorgunluktan,” dedi. "Yorgunluğun tadı… Yorgunluğun insanın baktığı her şeyi bağışlatan bir yansıması vardır bilir misin? Yorgunlukla gelen iyi olma duygusu... yorgunluk bedenini işgal eder, gençken tanımazdım bu duyguyu..."

Paydos saatlerinde kendine bir gölge bulup kitap okuyan, çalışma hayatına geç başladığı için akranları çoktan emekli olmuş yaşlı meslektaşımın yorgunluktan anladığı başka şeyler olsa gerekti, Peter Handke'nin Yorgunluk Üzerine Deneme'sinde yazdıklarından daha başka.

“Yorgun bakış her şeyi yerli yerindeymiş gibi algılar, baktığın bütün nesneleri bir düzen içinde görürsün. Belki de daha önemlisi sadeleşirsin, yorgunlukla kendini bağışlarsın…  Yıllar yıllar önce yaşadığım kasabada ortaokul son sınıfına giderken böyle bir yorgunluğum olmuştu…” Biraz durdu.

“Anlatayım mı?” dedi.
“Lütfen devam edin,” dedim.

Konuşurken gözlerini kısıyordu, anlatırken uzaktan bir şeyleri çağırıyordu sanki. Belki de istediği sadece bir etki yaratmaktı. Biri can kulağıyla dinliyorsa insan kendi sesiyle oynar.  Güneşin etrafa bulaştırdığı ıssızlıkta sesinin her tonuna kulak veriyordum. 

“Gençlik ve Spor Bayramı için provalar yapıyorduk. Biz erkekler okulun ön bahçesindeydik, kızlar arka bahçede. O gün sanıyorum 19 Mayıs'ın bir hafta öncesiydi, provayı kızlardan önce bitirmiştik. Bir sınıf arkadaşımla kızların olduğu arka bahçeye geçtik, kızlar provaya devam ediyorlardı, üstlerinde bayram giysileri vardı, beyazlı kırmızılı renkler hatırlıyorum. İstinat duvarının gölgesine oturduk, tedirgindik. Öyle ya kızların içinde ne işimiz vardı? Bilirsin, kasabaların haremlik selamlık atmosferi bayramla seyranla kırılacak türden değildir. Ama o gün kimse bizi fark etmemişti, kimse bize kalkın gidin dememişti, yorgunluk bizi zararsız kılmıştı herhalde... yok yok görünmez kılmıştı demek daha doğru. Nasıl da yorgunduk ama. Hiç abartmıyorum. Kızlar öğretmenin her düdük çalışında kollarını, bacaklarını açıp kaparlarken, yorgunluktan onları nasıl da bir ahenk içinde görüyordum, bana göre hiçbir sorun yoktu ama öğretmen birilerini uyarıp, aynı hareketleri hadi yeni baştan tekrar tekrar yaptırıyordu… Gözüm o kıza takılmıştı, diğer kızlara da bakıyordum ama yorgunluğum sadece ona bakmayı kaldırıyordu. Fikir hangimizden çıktı bilmiyorum, eğer benden çıktıysa, karanlık bir nokta var: bu fikir o kızı gördükten sonra mı aklıma geldi, yoksa bu fikir sayesinde mi kızı fark ettim hâlâ muamma. Orada yorgun argın kızları izlerken ortaya attığımız fikir şuydu: Hadi kızların içinden en güzelini seçelim ve ikimiz de hazır olunca birbirimize açıklayalım. Benim için muamma olmayan şey o kızı ilk kez fark edişimdi. Sanki daha önce hiç görmemiştim, nasıl da güzel, uyumluydu hareketleri, arada fırsat buldukça yanındaki kızla şakalaşıyordu, öğretmenin bakmadığı anlarda mahsustan bedenini ileri geri çarpıtıyordu, muzipti, daha en baştan belli oluyordu bu. Ensesinde toplanan dalgalı saçları vardı. Gözlerimi ondan alamıyordum, ama bir kere bile bakmadı bana. Acaba o da beni daha önce hiç görmemiş miydi? Arkadaşım ‘Hazır mısın?’ diye sordu. ‘Evet.’ dedim. ‘Önce kim açıklasın?’ ‘Sen’ dedim. Arkadaşım  ‘Şu öndeki, sağdan ikinci kız…’ dedi.

“Bir tuhaf oldum, çünkü yorgunlukla hayranlık öyle bir mıhlamıştı ki gözlerimi, yaptığımız şey daha o anda oyun olmaktan çıkmıştı, çünkü ben sadece seçmemiştim, âşık da olmuştum. ‘Ya sen?’ diye sordu bana. Gayri ihtiyari herkesin güzel bulduğu popüler bir kızı gösterdim… Fedakârlık mıydı benimkisi, utanç mı? Kavramları karşı karşıya koydun mu, birçok olay anlaşılmıyor. Aslında fedakârlık utançtan beslenmez mi? Bu kaçışın bana bir yararı olduysa o da kız hakkında bütün bilgileri  arkadaşımdan masumca elde etmemi sağlamasıydı. Kızın kasabanın batı yakasında dar bir sokağın içindeki evini öğrendim.

Derken araya yaz tatili girdi.

“Kızın evinin yakınında başka bir arkadaşımın evi vardı.
"Arkadaşımın evinden elli metre ilerdeki (çocukluktaki mesafe algısının darasını düşmek lâzım) hoşlandığım kızın  evinin terası görünürdü. Otururdum sedire, kamburumu çıkararak küçük pencereden oraya bakardım. Çamaşır asmaya çıkmasını beklerdim; iki gün bilemedin üç günde bir illaki çıkardı, yanında kendisinden büyük bir kız daha olurdu, ablasıydı herhalde. Güneşli, esintili yaz günleri… Başka?... Uzun beyaz çarşafları ve çamaşır asma işini oyuna dönüştürdüklerini hatırlıyorum.. sanki çamaşırların arasında yakalamaç oynuyorlardı.. neşesi bedeninin bütün olanaklarını ortaya seriyordu ve ben bu bedene çaktırmadan daha daha çok âşık oluyordum.. sesini hiç duymadığım halde, bu görüntü sonradan gözümün önüne ne zaman gelse o neşeli halinin çığlığı da kulağımda hazırdı; tuhaf…

“Bu kız için her gün arkadaşımın evine giderdim, ama her gün. Evden dışarı çıkardım ve rota belirlenmiş olurdu. Sürekli birinin yanına gitmek?.. Şimdi düşünüyorum da arkadaşımın veya ailesinin bu ziyaretlerimden rahatsız olduklarına dair bir emare gelmiyor gözümün önüne. Sanıyorum özel hayatın sınırları bugünkü kadar katı değildi. Çat kapı giriyordum: “Gel, gel, şu terliği giy…” Pencerenin önündeki sedirde yerim hazırdı. Eh artık derdim, kız çamaşır asmaya çıkarsa terasa, bahtıma. Çünkü öndeki binalar yüzünden kızın oturduğu evin sadece çatısı görünüyordu. 

“Pikap yoktu, müziği radyodan dinlerdik. Arkadaşımın kısa dalga radyosu iyi çekerdi.. iyi çeksin diye uzun antenine bakır kablo bağlamıştık.. o zamanlar müzik dinlemek komşuluk için iyi bir bahane. TRT’de kolay kolay çalmayan parçalar kısa dalgada çalardı... İnci Çayırlı söylüyordu: ‘Yağmur çiselerken öpmüştüm dudağını’ Oysa bu şarkının benim için trajik etkisi yağmur çiselediğinde kızın çamaşır asmaya çıkmayacağıydı (bu öykünün nedense çamaşır toplama versiyonu yok), öte yandan şarkıdaki gibi kimsenin dudağını öpmemiştik. Yani şarkının geçmiş olana hüznüyle, benim hiç yaşanmamış olana hüznüm yağmurla denkleşmişti.  Şarkının  yarattığı imgenin mahrem görüntüsü hâlâ gözümün önünde, yüzümüzden aşağı sızan yağmur damlaları dudaklarımızın doğal ıslaklığıyla birbirine karışıyordu. Hayaldi tabi ama şarkıyı dinlerken gerçek oluyordu. 
“Sanıyorum müziğin insanlar arasında kurduğu bağ böyle bir şey..."

Yaşlı arkadaşım masanın ortasındaki kül tablasına uzanarak sigarasını söndürdü, ellerini karnında kenetledi ve sandayesinin içine iyice gömüldü:

"Yorgunum... Ve yeniden âşığım... İnsanın aşka en uygun hali yorgunluktur...  Sigara içer misin?.. İç lütfen... Tek başıma sigara içince, sigaranın zararı aklıma daha çok geliyor... Daha gençsin iç lütfen..."












1 yorum: