KARAR VERMEK
‘Karar verdim…’
Karar vermek ilginç bir sözcük.
Şimdiki zaman kipi yok.
Kavramın kendi tanımına uygun
olgunlaşmasını ağızdan çıkmadan önce tamamlaması gerekiyor. Çoğu sözcük için
böyle değil, eylemle fiil-sözcük arasında bir senkron kurulabilir. Mesela
telefonda ne yapıyorsun diyen arkadaşıma cevap verirken: ‘Yemek yiyorum…’ Henüz
daha lokmamı yutmamışım, ağzımda çiğnerken bir taraftan lâf yetiştiriyorum. Ama
karar vermek fiil-sözcüğü varlığını şimdiki zaman kipinde ifade edemiyor. ‘Karar
veriyorum…’ Olmuyor. Karar geçmişte kalan bir sürece aitken, sadece kararın
açıklanması şimdiki zamanlı. Kaçınılmaz olarak böyle: ‘Verdiğim kararı
açıklıyorum…’ Hâkim jüri başkanına sorar: ‘Kararınızı verdiniz mi?’
Üç zaman kipi sırasıyla (geçmiş,
şimdiki, gelecek) ideal biçimde işliyor görünüyor. ‘Karar verdim, kararımı
açıklıyorum, kararımın etkisi görülecek.’ Ama karar kendi tanımını mutlak
olarak geçmişin içinde buluyor, sadece söze gelmek için şimdiki zamanı
kullanıyor. Hâkimin kararı tam da böyledir. Deliller toplanır, duruşmalar
yapılır, tanık, zanlı, şikâyetçi dinlenir, hâkim düşünür vb sonunda kararını
verir. Karar ancak açıklanırsa kendini gerçekleştirir. Burada kararın içeriği
değil asıl olarak kararın açıklanmasıyla gerçekleşen müeyyide anlam taşır. (1)
Oysa dile gelmeyen, konuşmayan iş yapan kararlar da vardır. Bir futbolcu topu
nereye vuracağını açıklamaz, onun topa verdiği yön bu kararını belli eder. İyi
futbolcu hızlı karar verir; çabukluğu kararının hızına tabidir bile
denilebilir. Ama iyi futbolcunun çok hızlı karar vermesi onun çok çabuk karar
değiştirdiği anlamına da gelmez mi? Futbolcunun kararı ile hâkimin kararını
aynı kavram içine nasıl sıkıştırıyoruz? Biri dile gelmek için varken (dilin
kendisi eylemken), diğeri sadece eylem için var.
Derrida’yla yapılmış bir
söyleşiyi okurken, Raymond Carver’ın Sülün adlı öyküsü geldi
aklıma. Derrida ilgili söyleşide karar kavramının varlığından emin olmadığını
söylüyordu:
“Bu nedenle daima şunu derim: ‘Eğer karar
varsa’ diyorum, olduğundan şüphe duyduğum için değil, sırf olup olmadığını
bilmediğim için. Bir karar, eğer bu tür bir şey varsa, hiçbir zaman bilgiye
dayanarak belirlenemez. Bir karar belirlenemez.”(2)
Derrida karar kavramı hakkında başka bir şey
söylüyor, kararın varlığından bile emin değil.
“Eğer varsa bir karar kendi ortaya çıkışında
kaybolur.” (3)
Derrida’nın ‘karar’ kavramı
karşısındaki mütereddit tavrını aklımızda tutalım. Kavramlar karşısında
mütereddit olmak az iş sayılmaz. Bir an düşününce bazı kavramların insanların
ağzında başka kavramların hizmetinde işçileştiğini görürsünüz, bütün
enerjilerini yüzeysel iletişime aktarırlar, sözcük olarak vardırlar ama anlam
olarak yokturlar. Ama sözcükler kullanılmayan demirbaşlar gibi kayıttan
düşmezler. Tanrı gibi; yoktur ama yine de vardır. (4)
Carver’ın Sülün öyküsünü yeniden
okudum.
Gerald Weber ve Shirley Lennart
iki sevgili. Aralarında yirmi yaş fark var. Gerald otuz yaşında, tiyatro
dalında yüksek lisansını tamamlamış, oyuncu olmak istiyor. Elli yaşındaki Shirley,
iyi bir çevresi olan iki defa evlenip boşanmış zengin bir kadın.
Gerald, Shirley’nin parasına ve
tanıdıklarına tav olmuş. Amacı Shirley’nin çevresini kullanarak ünlü bir aktör
olmak. Bu birliktelik sayesinde eh işte kendisine aktör diyebileceği birkaç
ufak rol kapmış. Ama:
“Son üç yıldır vaktinin geri
kalan bölümünü Shirley’nin havuzunun yanında güneşte yatarak, partilerde ya da
Shirley ile oraya buraya koşturarak geçirmiş.” (5)
R. Carver bu bilgiyi hikâyenin
ortasında veriyor.
Eğer bu bilgiyi bize önceden
verseydi hikâyenin başında iki sevgili arasındaki gerginlik sosyal bir alt
yapıya kavuşurdu. Gerginlik meşrulaşırdı. Carver daha baştan bizi gerginliğin
içine sürüklüyor ama amacı gerginliğin nedenlerini anlatmak değil, sosyolojiyle
iyi edebiyat arasındaki farkı bildiğimizi varsayıyor ve bundan sonra geçen
olayların itkisi olarak iki sevgili arasındaki gerginliğin nereye vardığını
anlatıyor.
“Gerald Weber’in söyleyecek sözü
kalmamıştı. Konuşmuyor, arabayı sürüyordu.”
Hikâye böyle başlıyor.
Gerald Weber ve sevgilisi Shirley
üç yüz mil ötedeki yazlık evlerinden dönüyorlar. Yolu yarılamışlar. Vakit gece
yarısını geçmiş. Arabanın içinde karanlıkla ve suskunlukla birleşen bir kasvet…
Emrivaki (iş icabı) değilse
yolculuk bir karar işidir. Fikir ortaya atılınca ikilem başlar: gitmek mi,
kalmak mı?.. Eğer karar gitmekse, belki ondan sonraki aşama nereye gideceğine
karar vermektir. Ama birden çok kişiyseniz, karar diğerinin kararına uymaktır.
Hem diğerine uymak hem (bağımsız) karar vermek nasıl mümkün oluyor?
Diğerinin sorusu, kendi kararına
katılması için öbürüne bir teklifle gitmesi, rızasını istemesi, öbürüne bir
karar hakkı tanıyor; nezaket denilen şey… Peşinden sürüklemek değil, öbürünün
karar vermesini beklemek; öbürünün karar sürecini kendi bekleme süresi olarak
yaşamak, dolayısıyla “ortak” bir karara varmak, diğerine karardan hisse vermek…
Gerald, otuzuncu yaş gününden iki
gün önce kendisini iyice boşlukta hissedip Shirley’e birkaç günlüğüne
Shirley’nin deniz kıyısındaki evine gitmeyi önermiş. Teklif Shirley’nin de
hoşuna gitmiş. Gerald isteyen tarafta olsa bile karar yetkisi Shirley’e ait.
Çünkü yazlık ev onun. Bu hukuk aralarındaki konuşma üslûbunu belirliyor,
Shirley hem hoşnutluğunu gösteriyor hem de iğneliyor:
“Haydi.” diyor Shirley, “Sanırım
bir haftadan beri senden duyduğum en iyi fikir bu.”
Birbirlerini sevmedikleri halde
uzun süredir birlikte yaşayan çiftlerin iğnelerinde törpülenmiş, esnetilmiş bir
kıvam vardır. Ancak aralarında bir sorun çıkınca yanındakini sessizce
çarpıtmak, yüzüne vurmadan bedensel görünümünü çirkinleştirmek; sadece
çirkinliğini görmek değil bir çaba olarak çirkinleştirmek sessizce alınan
intikam gibidir. Bakıştaki bu olumsuzlama sadece intikama karşılık da gelmez,
bu onunla olduğu mekândan kendini soyutlama, kendini oradan çekip çıkarmadır
da. Çirkinleştiren bakışın sahibi oradaki varlığına sanki bir geçicilik
kazandırır. Çirkinleştirerek diğerini mekânın sahibi yaparken, kendini oradaki
geçiciliğiyle avutur. Bir yanılsamadır bu.
Gerald ve Shirley yazlık evden dönüyorlar.
Evet bir yol hikâyesi…
“Gerald gözlerini yoldan ayırdı.
Shirley uyuyor değil de baygın ya da ciddi bir şekilde yaralanmış gibi -sanki
bir binadan düşmüş gibi- görünüyordu. Koltukta döndü, bir bacağı gövdesinin
altında, ötekisi koltuktan sarkmış nerdeyse zemine değiyordu. Kasıklarına
çekilmiş eteği, naylon çorabının üstünü, jartiyerini ve arada kalan eti açığa çıkarıyordu. Başını kanepenin
koluna yaslamıştı ve ağzı açıktı.”
Uykuya teslim olmak diğerinin
bakışına da teslim olmaktır. İnsan sevdiğini uyurken bıkmadan izler. Ebeveynler uyuyan çocuklarının
yüzünde yekten kendi huzurlarını bulabilirler. Ama R. Carver tersini yapıyor,
Gerald’a uyuyan sevgilisinin bedeninde kendi huzursuzluğunun izlerini aratıyor;
hemcinsi olan hikâye kahramanının gözlemine çaktırmadan eşlik ederek yapıyor
bunu. Carver’ın tarzıdır bu, bir arada olan insanlardan birinin dert ortağı
olur, kendi bireyselliklerinde hissettiklerini duyurur bize. Birini diğerinin
yanından çekip alır. Söylenmeyenleri (kişilerin birbirlerine söyleyemediklerini)
gösterir. Anlatım üçüncü tekil şahıs ağzından olduğu halde yazar birinci elden
işin içine karışıyor, kadının bedenini
anatomik düz anlamına büründürüyor:
‘Sanki binadan düşmüş gibi…’
‘Bir bacağı gövdesinin altında,
ötekisi koltuktan sarkmış…’
‘Arada kalan eti açığa
çıkarıyordu…’
Nesneler düz anlamlarıyla
kendilerinden bir şey yitirmezlerken, insan bedeni düz anlamla eksilir. Mesela
‘eti açığa çıkarıyordu’ ile ‘çıplak baldırı görünüyordu’ ‘ağzı açıktı’ ile
‘dudakları aralıktı’ arasındaki fark, erotik bir fark değil midir?
Bir kadın bedenine erotik imada
bulunmadan iltifat etmek mümkün mü? Kim ne derse desin erotik imadan yoksun bir
kadın bedeni nötrdür, yavandır. Gerald yavanlaştırmayı söze dökmeden,
bakışlarıyla yapar. Sevgisiz bakış diğerinin bedenini çarpıtır. Hissedilenle
görülen aynıdır; göze görünen çarpık
beden ve sevgisizlik birbirinin türevi olmuştur. İnsan kendi sevgisizliğinin
kanıtlarını bedende arar ve bulur. Onun bedenine göz göze gelinmeyecek anlarda
bakılır, özellikle o arkasını dönmüşken; beden nasıl da sarsak, acemidir;
bedenin figürleri sevgisizliğin diliyle iletişime girmiştir, bir kısır döngüdür
bu.
Ama Gerald araba kullanıyor,
önüne bakmak zorunda. Elaleme karşı bir çiftler, bu varoluş standart bir güç
sağlıyor… Sevgisizlik sürekli kafada taşınan bir imgelem değil, insan
bakışlarını kaçırdığı başka yerlerde huzur adacıkları yaratabiliyor:
“Henüz yorulmamıştı. Her şeyi
şöyle bir düşündüğünde kendini iyi hissetti. Bir şeyler yaşıyor olmaktan
memnundu. Direksiyonun gerisinde oturup düşünmek zorunda kalmadan sadece araba
kullanmak iyi gelmişti.”
Ama unutmayalım hikâyenin adı
Sülün… Hikâyeye adını veren sülün şafak henüz sökmüşken birden ortaya çıkıyor.
Hani filmin afişinden başrolde olduğunu bildiğiniz bir oyuncunun filmin
ortalarında birden sahnede yerini alması gibi:
“Tam farları söndürmüş hızını
azaltmıştı ki göz ucuyla sülünü gördü. Alçaktan ve hızla uçarken yaptığı açı
ile sonunda arabanın önüne çıkabilirdi. Frene bastı ve ardından hızını artırıp
direksiyonu sımsıkı kavradı. Kuş sol fara güm diye yüksek bir sesle çarptı.
Ardından tüylerini ve bir dışkı zincirini sürükleyerek ön camdan kayıp geçti.”
Karar anı…
Gerald sülünü otomobilin önünde
görür görmez ona çarpmak istiyor. R. Carver, yukarıdaki paragrafta bize Gerald’ın
çarpma kararından söz etmemiş, ama Gerald’ı bu eyleme sürükleyenin bir karar
davranışı olduğu kesin. Çünkü sülünün hızını kontrol etmek için önce yavaşlıyor
sonra çarpmak birden hızlanıyor. Sözcüğün Arapçadan gelen etimolojisi (6)
istikrarlı/kararlı (‘istikrar’ ‘karar’dan gelir) bir davranışı değiştirmenin
başka bir karara ait olduğuna işaret ederek bizi zahmetten kurtarıyor. Uçan
sülünün istikrarlı hızıyla kendi hızı arasındaki denklik tuzağın ta kendisi
oluyor. Hani, bir trafik afişinde sürücü ve karşıdan karşıya geçmekte olan bir
yayanın aklından geçenlerdeki gibi:
Yaya: ‘Beni gördü, nasılsa
yavaşlar.’
Şoför: ‘Beni gördü, nasılsa
koşar.’
Yaya ve şoför, ikisi de birbiri
hakkında iyimser düşündüğü için kazanın gerçekleşme olasılığı yüksektir.
Gerald ise şöyle düşünüyor:
‘Sülün nasılsa hızını benim hızıma ayarlamış, birden hızlanırsam, ona
çarparım.’ Davranışını avlanma taktiği olarak düzenliyor. Araba kullanırken
motor becerisi bir av becerisine dönüşüyor. Ama hangisi önce geliyor, çarpmaya
karar verişi mi, yoksa yavaş giderken birden hızlanması (motor becerisi) mı?
Asıl soru bu iki karar anı arasında kronolojik bir sıralama yapmaya neden
eğilimli olduğumuzdur. Oysa cümle diğer şıkkı bir tümleç haline getirip yeniden
kurulabilirdi: Gerald altındaki araba ve motor becerisiyle sülüne çarpması
mümkün olduğu için sülüne çarpmaya karar veriyor. Ama Gerald araba kullanmayı
nasip olur da bir gün sülüne çarparım diye öğrenmedi. Burada Gerald’ın sülüne
çarpmadan önce aniden gelen sülüne çarpma dürtüsünü varsaymak zorundayız. Peki
insanın elinde olmadan istediği bir şey (dürtü) nasıl oluyor da sonradan
açıklanabilir bir şey haline gelebiliyor? Eğer açıklanabiliyorsa bir karar
anının da olması gerekir. Karar yapılan eylemi iradileştirdiği için insan
eylemin sorumluluğunu da üstleniyor demektir. Gerald, aynı koşullarda sülüne
değil de bir insana çarpsaydı suç işlemiş sayılırdı. Ama açıklarken başka bir
karar verebilir: ‘Sülün arabama çarptı.’ Hatta duruma üzülerek hiç yoktan
vicdan sahibi olabilir:
“ ‘Aman Tanrım’ dedi; yaptığı şey
karşısında şaşırmıştı.”
Gerald sülüne hem çarpmak
istiyor, hem de çarpınca şaşırıyor. Yapmak istediği şey eylem gerçekleşince
beklemediği (ummadığı) bir şey haline geliyor.
Olur böyle şeyler diyelim, her
şeyi planlayamayız. Gerald arabasıyla belki de sadece hafifçe dokunmak
istiyordu sülüne, onu geçmek, ürkütmek; gaza fazla yüklenince de olanlar oldu.
Gerald arabasını durduruyor,
uykusundan uyanan ve ‘Ne oldu?’ diye soran Shirley’e:
“Bir şeye çarptım… bir sülüne.”
diyor.
Sülüne çarptığını neden ilk anda
söylemiyor? ‘Bir şeye çarptım…’ Gerald, ‘şey’ diyerek daha sonra bir sülüne
çarptığını söylese de sözcüğün gerçeği geciktiren etkisinden yararlanıyor; ‘şey’in
yarattığı es sülünün değil zamanın ikamesi. Öte yandan kendisini niyeti ile
yaptığı eylemin ummadığı sonucu arasında masum bir konuma da yerleştiriyor.
Ağzından bir anda çıkan otomatik cevap Gerald’a olayın içinden sıyrılacağı
zamanı kazandırıyor, sülüne çarpmasını doğal bir kaza gibi gösteriyor. Bunun
için bir karara gerek yok, olayı böyle lanse edeceği klişe zaten ister istemez
diline geliyor.
Gerald arabadan iniyor ve birkaç
metre geride yolun kenarındaki ıslak otların arasında can çekişen sülünün
başında bir dakika kadar duruyor.
“Kuş iki büklüm olmuştu, gözleri
açıktı ve gagasında parlak bir kan izi vardı.”
Dişi bir sülündü. Dişi olduğunu
çarpışmadan önceki an fark etmişti Gerald. Bu kadarı bilinebilir. Çünkü
sülünlerin erkekleri ve dişileri birbirine pek benzemez. Erkek olanların parlak
tüyleri ve uzun kuyrukları vardır, dişilerin tüyleri ise daha mattır. Gıyabında
yazara şunu sorabiliriz: Neden dişi? Belki de Carver yaşadığı veya bir
yakınının anlattığı böyle bir olaya motomot sadık kalmıştır. Ama bir yazarın
sülünün cinsiyetini değiştirmesi mümkündür, yazar bir kuşun cinsiyetini
belirleyecek kadar özgürdür. Carver bir karar veriyor ve sülünün cinsiyeti dişi
oluyor. Kimbilir, renkli parlak tüyleriyle erkek sülünün can çekişen
görüntüsünün okuyucu imgeleminde daha cırtlak, daha sarsıcı, daha itici
olacağını düşünmüştür. Niyetim Carver adına düşünüp patavatsızlık yapmak değil;
demek istediğim konumuz anıştırmasıyla yazarın serüveni de bu minvalde sürekli
ikileme düşüp ne yazacağına karar verme anlarından oluşmaz mı?..
Gerald arabaya döner ve tekrar
yola koyulurlar. Shirley ne kadar zamandır uyuduğunu sorar. Gerald cevap
vermez. Shirley başının ağrıdığını, canının bir şeyler yiyip kahve içmek
istediğini söyler. Gerald bir sonraki kasabada dururuz der. Gerald, isteyerek
garip bir itkiyle çarptığı sülünü düşünür ve pat diye Shirley’e sorar:
“Beni ne kadar iyi tanıyorsun?”
İlk defa ortaya atılmış bir soru.
Radikal bir soru. Onca yıldır süregelen birlikteliği bir anda ayrıştıran
cinsten. Soruda diğerini yabancılayan her türlü potansiyel var. Cümle soru
formunda ama aslında bir sitem, bir itham, beni tanımıyorsun ya da beni
tanıdığını mı sanıyorsun ayarında bir diklenme, belki de bir itiraf hazırlığı.
İtirafa başlamadan diğerini silahsızlandırmanın bir yolu da denebilir… Gerald
içindeki huzursuzluğu yenmek, konuşmak istiyor. Üstelik içindeki huzursuzluğun
ne olduğuna henüz karar vermiş değil… Sülüne çarpan Gerald’dır ama üzülen,
yaptığından pişman olan da Gerald’dır. Shirley üzülmez. Sülünün ölüp ölmediğini
sorar, arabaya hasar verip vermediğini, kaç saattir uyuduğunu, sonra da dikiz
aynasında yüzünü inceler, radyoyu açar, istasyon arama düğmesiyle oynar.
Gerald, kendisini sülüne çarpmaya iten dürtüyü ve yanındaki Shirley ile
konuşamamasını aynı ortak nedene bağlayacak ferasetten yoksundur henüz.
Sülün Gerald’ın ruh halinin acı
bir bedelidir, Shirley için ise kayıtsızlıktır. Yine de birazdan yapacağı
itirafın nedeni vicdan azabı değildir. Gerald olayın gerçekleşmesinden apayrı
bir safhada açıklamada bulunmaya karar verir, sanki sülüne çarpmaya karar
verdiğini açıklamaya karar vererek. Biz okuyucuların nezdinde bile kasten
kendisine haksızlık eder. Halbuki sülüne çarpma isteğinde bir sapma payı vardı,
sülünle bir oyun oynamıştı, ama oyunun böyle feci sonuçlanacağını
kestirememişti. Zaten sülünü avladığı için yaşadığı duygu sevinç değil, en
azından şaşkınlıktı, nihayetinde pişmanlık. Her şey açık açık gözümüzün önünde
oldu, biz tanığız.
Shirley soruyu geçiştirir, soruya
soruyla karşılık verir:
“Sabahın bu vaktinde bana niçin
bunu soruyorsun?”
Gerald sorusunda diretir, Shirley
soruyu anlamazlıktan gelir, diyalog bir süre tatsızca devam eder. Gerald taktik
değiştirir:
“O zaman şunu sorayım, kendi
çıkarlarıma ters düşen bir şey yapacağımı, böyle bir şeye kalkışacağımı düşünür
müsün?”
“Sanırım yapardın Gerald. Eğer
bunun önemli olduğunu düşünüyorsan, yapardın. Şimdi bana başka soru sorma
artık, olur mu?”
Shirley konuyu değiştirmeye
çalışır, suskunluk olur… ve nihayet Gerald itiraf eder:
“Sana sülünü isteyerek
öldürdüğümü söylesem ne dersin? Ona çarpmaya çalıştığımı?”
İtiraftaki ihtiyat payına dikkat
edelim: ‘söylesem…’ Dolayısıyla Gerald’ın söylediği şey, şart kipiyle
söylenmemiş gibi de oluyor. Konuşmak istiyor, bunun için epey çabalıyor ve
nihayet Shirley’i kendisine karşı kışkırttığı bir noktaya varıyor.
İnsan karar verirken bir
ikilemden geçiyor, sözlükler böyle diyor, evet biz de böyle kabul edelim, ama
kararını açıklamaya karar verirken (‘karar’ın şimdiki zamanı) düştüğü ikilem
nerede duruyor? ‘Karar’ sözcüğünün iradeyi yüceltici, egoyu pohpohlayıcı
yanıyla insanın yaptığı eylemin kötü sonuçlarını üstlenmek istemeyişi
arasındaki ikilem güme gidiyor. Şimdi, Gerald’ın itirafını doğru kabul edersek,
Gerald’ın pozisyonunda iki ayrı aşamayı görmemiz gerekir. Birinci aşamada
sülüne çarpmaya karar veriyor, ikinci aşamada (niyeti öldürmek olmadığı halde)
bundan söz etmeye. Bunu yaparken de ikinci aşamayı görünmez kılıyor; yani
ortada bir ‘karar’dan söz edilebilecekse bu ikinci aşamada vuku bulurken,
Gerald bunu birinci aşamanın üzerine yıkıyor.
İnsanın karar verme isteği ile,
gayri iradi istediği şey için karar vermesi arasındaki ayrımı nasıl yapacağız?
Eskiden ‘karar’ sözcüğü muhtemelen günümüzdeki kadar yaygın kullanılmıyordu,
eski insanların günümüzdeki anlamıyla ‘karar’ için gerekli olan bireysel iradeyle,
inisiyatifle pek araları yoktu. Dilimize Arapçadan gelen ‘karar’ sözcüğünün bir
yere yerleşme, yerleşilecek yeri seçme (karargâh) anlamı daha sonra bir sağduyu
anlamı da kazanmış (kararında: gerektiği kadar); Günümüzdeyse bir şeye karar
verdiğini söyleyen kişinin, sırf söze dökmeyle sözcüğü edimsöz haline getirmesi
söz konusu. Sözcüğün edimsöz karakteri
söyleyene fiili bir varoluş sağlıyor, sözcüğün enerjisi konuşana geçiyor, en
azından bireysel bir prestij kazandırıyor: Kararlıyım, karar verdim, kararımdan
kimse beni caydıramaz…
Şüphesiz ‘karar’ sözcüğünü
kullanmadan da içimden karar verebilir ve buna uygun davranabilirim. Ama geçmiş
süreci öykülediğimde bana kararımı her şeyin başlangıcı olarak önceden verdiğimi
söyleten başka bir itki daha vardır. ‘Karar’ sözcüğünü şimdi kullandığım halde,
kavram sanki geçmişe ait iradenin şaşmaz motoru olur. ‘Karar’ sözlükteki
durağan anlamıyla değil, ses olarak –ki bu ses dışarıdan da söylenebilir-
inisiyatif verir. Makbul bir sözcüktür. Karar vererek özgür sayılırız. Daha
doğrusu özgür sayılacağımızı bildiğimiz için karar veririz. Daha da doğrusu
bulunduğumuz eylemin arkasında kendi kararımız olduğunu söylemek adam yerine konulmamızı
sağladığı için sürekli bir şeylere karar verme modundayızdır.
Gerald daha önce Shirley’in
istediği gibi bir kasabanın girişindeki lokantanın önünde durur. Ve Shirley
ondan arabanın anahtarlarını ister…
Gerald ve Shirley ayrılırlar.
Çünkü yazar böyle karar vermiştir…
Bunlar da sona kaldı:
İnsan tutkulu olmaya, acemi
olmaya, cimri olmaya karar vermez, ama kişiliğinde bu mizaçlar kararlıdır.
Aldatmaya karar verebiliriz, ama
aldanmaya karar veremeyiz. Peki illüzyonist karşısındaki konumumuz nedir?
Karar veren bir Tanrı olsaydı, o
da bizden sayılırdı.
Karar sorulara karşı
hazırcevaptır.
Başlangıçta insan kararının
efendisi gibidir, ama kararını verdikten sonra kararı onun efendisi olur. Ne
iş?..
Her karar kendisine bir eski
yaratır.
(1)Hiç şüphesiz karar vermek bir
edimsözdür. Dile gelince kendini gerçekleştirir. Ama karar dile gelmeden önce
geçmiş bir evreye de aittir. Yani ‘karar verdim’ hem nesnesi olan bir ifade
(şuna karar verdim gibi), hem de edimsözdür.
(2)J. Derrida,
Nietzschelerin Şöleni, Otonom Yay. Çev. Ali Utku-Mukadder Erkan 2007, s.207
(3)A.g.e. s.207
(4)TDK
sözlüğünde Tanrı’nın varlığı tescillemiştir: “Tanrı/Allah: Kâinatın bütün
varlıkların yaratıcısı, koruyucusu en üstün ve tek varlık.” Mesela cümlenin
başına ‘Müminlere göre…’ diye bir ibare konsa tanım daha objektif olabilecek.
Tanım objektif olmadığı için Tanrı/Allah da objektif olamıyor, kendisine
inanmayanları cehenneme atıyor. Düşünmek sözcüklerin öncelikle sözlük
anlamlarından şüphe duymak değil mi?..
(5)Raymond
Carver, Ateşler, Çev. Zafer Aracagök, Adam Yay. S. 147-153
(6)Sevan
Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, www.nisanyansozluk.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder