9 Temmuz 2013 Salı

Karar Vermek



KARAR VERMEK


‘Karar verdim…’

Karar vermek ilginç bir sözcük. Şimdiki zaman kipi yok.

Kavramın kendi tanımına uygun olgunlaşmasını ağızdan çıkmadan önce tamamlaması gerekiyor. Çoğu sözcük için böyle değil, eylemle fiil-sözcük arasında bir senkron kurulabilir. Mesela telefonda ne yapıyorsun diyen arkadaşıma cevap verirken: ‘Yemek yiyorum…’ Henüz daha lokmamı yutmamışım, ağzımda çiğnerken bir taraftan lâf yetiştiriyorum. Ama karar vermek fiil-sözcüğü varlığını şimdiki zaman kipinde ifade edemiyor. ‘Karar veriyorum…’ Olmuyor. Karar geçmişte kalan bir sürece aitken, sadece kararın açıklanması şimdiki zamanlı. Kaçınılmaz olarak böyle: ‘Verdiğim kararı açıklıyorum…’ Hâkim jüri başkanına sorar: ‘Kararınızı verdiniz mi?’

Üç zaman kipi sırasıyla (geçmiş, şimdiki, gelecek) ideal biçimde işliyor görünüyor. ‘Karar verdim, kararımı açıklıyorum, kararımın etkisi görülecek.’ Ama karar kendi tanımını mutlak olarak geçmişin içinde buluyor, sadece söze gelmek için şimdiki zamanı kullanıyor. Hâkimin kararı tam da böyledir. Deliller toplanır, duruşmalar yapılır, tanık, zanlı, şikâyetçi dinlenir, hâkim düşünür vb sonunda kararını verir. Karar ancak açıklanırsa kendini gerçekleştirir. Burada kararın içeriği değil asıl olarak kararın açıklanmasıyla gerçekleşen müeyyide anlam taşır. (1) Oysa dile gelmeyen, konuşmayan iş yapan kararlar da vardır. Bir futbolcu topu nereye vuracağını açıklamaz, onun topa verdiği yön bu kararını belli eder. İyi futbolcu hızlı karar verir; çabukluğu kararının hızına tabidir bile denilebilir. Ama iyi futbolcunun çok hızlı karar vermesi onun çok çabuk karar değiştirdiği anlamına da gelmez mi? Futbolcunun kararı ile hâkimin kararını aynı kavram içine nasıl sıkıştırıyoruz? Biri dile gelmek için varken (dilin kendisi eylemken), diğeri sadece eylem için var.

Derrida’yla yapılmış bir söyleşiyi okurken, Raymond Carver’ın Sülün adlı öyküsü geldi aklıma. Derrida ilgili söyleşide karar kavramının varlığından emin olmadığını söylüyordu:

 “Bu nedenle daima şunu derim: ‘Eğer karar varsa’ diyorum, olduğundan şüphe duyduğum için değil, sırf olup olmadığını bilmediğim için. Bir karar, eğer bu tür bir şey varsa, hiçbir zaman bilgiye dayanarak belirlenemez. Bir karar belirlenemez.”(2)

 Derrida karar kavramı hakkında başka bir şey söylüyor, kararın varlığından bile emin değil.

 “Eğer varsa bir karar kendi ortaya çıkışında kaybolur.” (3)

Derrida’nın ‘karar’ kavramı karşısındaki mütereddit tavrını aklımızda tutalım. Kavramlar karşısında mütereddit olmak az iş sayılmaz. Bir an düşününce bazı kavramların insanların ağzında başka kavramların hizmetinde işçileştiğini görürsünüz, bütün enerjilerini yüzeysel iletişime aktarırlar, sözcük olarak vardırlar ama anlam olarak yokturlar. Ama sözcükler kullanılmayan demirbaşlar gibi kayıttan düşmezler. Tanrı gibi; yoktur ama yine de vardır. (4)

Carver’ın Sülün öyküsünü yeniden okudum.

Gerald Weber ve Shirley Lennart iki sevgili. Aralarında yirmi yaş fark var. Gerald otuz yaşında, tiyatro dalında yüksek lisansını tamamlamış, oyuncu olmak istiyor. Elli yaşındaki Shirley, iyi bir çevresi olan iki defa evlenip boşanmış zengin bir kadın.
Gerald, Shirley’nin parasına ve tanıdıklarına tav olmuş. Amacı Shirley’nin çevresini kullanarak ünlü bir aktör olmak. Bu birliktelik sayesinde eh işte kendisine aktör diyebileceği birkaç ufak rol kapmış. Ama:

“Son üç yıldır vaktinin geri kalan bölümünü Shirley’nin havuzunun yanında güneşte yatarak, partilerde ya da Shirley ile oraya buraya koşturarak geçirmiş.” (5)

R. Carver bu bilgiyi hikâyenin ortasında veriyor.
Eğer bu bilgiyi bize önceden verseydi hikâyenin başında iki sevgili arasındaki gerginlik sosyal bir alt yapıya kavuşurdu. Gerginlik meşrulaşırdı. Carver daha baştan bizi gerginliğin içine sürüklüyor ama amacı gerginliğin nedenlerini anlatmak değil, sosyolojiyle iyi edebiyat arasındaki farkı bildiğimizi varsayıyor ve bundan sonra geçen olayların itkisi olarak iki sevgili arasındaki gerginliğin nereye vardığını anlatıyor.

“Gerald Weber’in söyleyecek sözü kalmamıştı. Konuşmuyor, arabayı sürüyordu.”

Hikâye böyle başlıyor.

Gerald Weber ve sevgilisi Shirley üç yüz mil ötedeki yazlık evlerinden dönüyorlar. Yolu yarılamışlar. Vakit gece yarısını geçmiş. Arabanın içinde karanlıkla ve suskunlukla birleşen bir kasvet…

Emrivaki (iş icabı) değilse yolculuk bir karar işidir. Fikir ortaya atılınca ikilem başlar: gitmek mi, kalmak mı?.. Eğer karar gitmekse, belki ondan sonraki aşama nereye gideceğine karar vermektir. Ama birden çok kişiyseniz, karar diğerinin kararına uymaktır. Hem diğerine uymak hem (bağımsız) karar vermek nasıl mümkün oluyor?

Diğerinin sorusu, kendi kararına katılması için öbürüne bir teklifle gitmesi, rızasını istemesi, öbürüne bir karar hakkı tanıyor; nezaket denilen şey… Peşinden sürüklemek değil, öbürünün karar vermesini beklemek; öbürünün karar sürecini kendi bekleme süresi olarak yaşamak, dolayısıyla “ortak” bir karara varmak, diğerine karardan hisse vermek…

Gerald, otuzuncu yaş gününden iki gün önce kendisini iyice boşlukta hissedip Shirley’e birkaç günlüğüne Shirley’nin deniz kıyısındaki evine gitmeyi önermiş. Teklif Shirley’nin de hoşuna gitmiş. Gerald isteyen tarafta olsa bile karar yetkisi Shirley’e ait. Çünkü yazlık ev onun. Bu hukuk aralarındaki konuşma üslûbunu belirliyor, Shirley hem hoşnutluğunu gösteriyor hem de iğneliyor:

“Haydi.” diyor Shirley, “Sanırım bir haftadan beri senden duyduğum en iyi fikir bu.”

Birbirlerini sevmedikleri halde uzun süredir birlikte yaşayan çiftlerin iğnelerinde törpülenmiş, esnetilmiş bir kıvam vardır. Ancak aralarında bir sorun çıkınca yanındakini sessizce çarpıtmak, yüzüne vurmadan bedensel görünümünü çirkinleştirmek; sadece çirkinliğini görmek değil bir çaba olarak çirkinleştirmek sessizce alınan intikam gibidir. Bakıştaki bu olumsuzlama sadece intikama karşılık da gelmez, bu onunla olduğu mekândan kendini soyutlama, kendini oradan çekip çıkarmadır da. Çirkinleştiren bakışın sahibi oradaki varlığına sanki bir geçicilik kazandırır. Çirkinleştirerek diğerini mekânın sahibi yaparken, kendini oradaki geçiciliğiyle avutur. Bir yanılsamadır bu.

Gerald ve Shirley yazlık evden dönüyorlar. Evet bir yol hikâyesi…

“Gerald gözlerini yoldan ayırdı. Shirley uyuyor değil de baygın ya da ciddi bir şekilde yaralanmış gibi -sanki bir binadan düşmüş gibi- görünüyordu. Koltukta döndü, bir bacağı gövdesinin altında, ötekisi koltuktan sarkmış nerdeyse zemine değiyordu. Kasıklarına çekilmiş eteği, naylon çorabının üstünü, jartiyerini ve arada kalan eti açığa çıkarıyordu. Başını kanepenin koluna yaslamıştı ve ağzı açıktı.”

Uykuya teslim olmak diğerinin bakışına da teslim olmaktır. İnsan sevdiğini uyurken  bıkmadan izler. Ebeveynler uyuyan çocuklarının yüzünde yekten kendi huzurlarını bulabilirler. Ama R. Carver tersini yapıyor, Gerald’a uyuyan sevgilisinin bedeninde kendi huzursuzluğunun izlerini aratıyor; hemcinsi olan hikâye kahramanının gözlemine çaktırmadan eşlik ederek yapıyor bunu. Carver’ın tarzıdır bu, bir arada olan insanlardan birinin dert ortağı olur, kendi bireyselliklerinde hissettiklerini duyurur bize. Birini diğerinin yanından çekip alır. Söylenmeyenleri (kişilerin birbirlerine söyleyemediklerini) gösterir. Anlatım üçüncü tekil şahıs ağzından olduğu halde yazar birinci elden işin içine karışıyor,  kadının bedenini anatomik düz anlamına büründürüyor:

‘Sanki binadan düşmüş gibi…’

‘Bir bacağı gövdesinin altında, ötekisi koltuktan sarkmış…’

‘Arada kalan eti açığa çıkarıyordu…’

Nesneler düz anlamlarıyla kendilerinden bir şey yitirmezlerken, insan bedeni düz anlamla eksilir. Mesela ‘eti açığa çıkarıyordu’ ile ‘çıplak baldırı görünüyordu’ ‘ağzı açıktı’ ile ‘dudakları aralıktı’ arasındaki fark, erotik bir fark değil midir?

Bir kadın bedenine erotik imada bulunmadan iltifat etmek mümkün mü? Kim ne derse desin erotik imadan yoksun bir kadın bedeni nötrdür, yavandır. Gerald yavanlaştırmayı söze dökmeden, bakışlarıyla yapar. Sevgisiz bakış diğerinin bedenini çarpıtır. Hissedilenle görülen  aynıdır; göze görünen çarpık beden ve sevgisizlik birbirinin türevi olmuştur. İnsan kendi sevgisizliğinin kanıtlarını bedende arar ve bulur. Onun bedenine göz göze gelinmeyecek anlarda bakılır, özellikle o arkasını dönmüşken; beden nasıl da sarsak, acemidir; bedenin figürleri sevgisizliğin diliyle iletişime girmiştir, bir kısır döngüdür bu.

Ama Gerald araba kullanıyor, önüne bakmak zorunda. Elaleme karşı bir çiftler, bu varoluş standart bir güç sağlıyor… Sevgisizlik sürekli kafada taşınan bir imgelem değil, insan bakışlarını kaçırdığı başka yerlerde huzur adacıkları yaratabiliyor:

“Henüz yorulmamıştı. Her şeyi şöyle bir düşündüğünde kendini iyi hissetti. Bir şeyler yaşıyor olmaktan memnundu. Direksiyonun gerisinde oturup düşünmek zorunda kalmadan sadece araba kullanmak iyi gelmişti.”

Ama unutmayalım hikâyenin adı Sülün… Hikâyeye adını veren sülün şafak henüz sökmüşken birden ortaya çıkıyor. Hani filmin afişinden başrolde olduğunu bildiğiniz bir oyuncunun filmin ortalarında birden sahnede yerini alması gibi:

“Tam farları söndürmüş hızını azaltmıştı ki göz ucuyla sülünü gördü. Alçaktan ve hızla uçarken yaptığı açı ile sonunda arabanın önüne çıkabilirdi. Frene bastı ve ardından hızını artırıp direksiyonu sımsıkı kavradı. Kuş sol fara güm diye yüksek bir sesle çarptı. Ardından tüylerini ve bir dışkı zincirini sürükleyerek ön camdan kayıp geçti.”

Karar anı…

Gerald sülünü otomobilin önünde görür görmez ona çarpmak istiyor. R. Carver, yukarıdaki paragrafta bize Gerald’ın çarpma kararından söz etmemiş, ama Gerald’ı bu eyleme sürükleyenin bir karar davranışı olduğu kesin. Çünkü sülünün hızını kontrol etmek için önce yavaşlıyor sonra çarpmak birden hızlanıyor. Sözcüğün Arapçadan gelen etimolojisi (6) istikrarlı/kararlı (‘istikrar’ ‘karar’dan gelir) bir davranışı değiştirmenin başka bir karara ait olduğuna işaret ederek bizi zahmetten kurtarıyor. Uçan sülünün istikrarlı hızıyla kendi hızı arasındaki denklik tuzağın ta kendisi oluyor. Hani, bir trafik afişinde sürücü ve karşıdan karşıya geçmekte olan bir yayanın aklından geçenlerdeki gibi:

Yaya: ‘Beni gördü, nasılsa yavaşlar.’
Şoför: ‘Beni gördü, nasılsa koşar.’

Yaya ve şoför, ikisi de birbiri hakkında iyimser düşündüğü için kazanın gerçekleşme olasılığı yüksektir.

Gerald ise şöyle düşünüyor: ‘Sülün nasılsa hızını benim hızıma ayarlamış, birden hızlanırsam, ona çarparım.’ Davranışını avlanma taktiği olarak düzenliyor. Araba kullanırken motor becerisi bir av becerisine dönüşüyor. Ama hangisi önce geliyor, çarpmaya karar verişi mi, yoksa yavaş giderken birden hızlanması (motor becerisi) mı? Asıl soru bu iki karar anı arasında kronolojik bir sıralama yapmaya neden eğilimli olduğumuzdur. Oysa cümle diğer şıkkı bir tümleç haline getirip yeniden kurulabilirdi: Gerald altındaki araba ve motor becerisiyle sülüne çarpması mümkün olduğu için sülüne çarpmaya karar veriyor. Ama Gerald araba kullanmayı nasip olur da bir gün sülüne çarparım diye öğrenmedi. Burada Gerald’ın sülüne çarpmadan önce aniden gelen sülüne çarpma dürtüsünü varsaymak zorundayız. Peki insanın elinde olmadan istediği bir şey (dürtü) nasıl oluyor da sonradan açıklanabilir bir şey haline gelebiliyor? Eğer açıklanabiliyorsa bir karar anının da olması gerekir. Karar yapılan eylemi iradileştirdiği için insan eylemin sorumluluğunu da üstleniyor demektir. Gerald, aynı koşullarda sülüne değil de bir insana çarpsaydı suç işlemiş sayılırdı. Ama açıklarken başka bir karar verebilir: ‘Sülün arabama çarptı.’ Hatta duruma üzülerek hiç yoktan vicdan sahibi olabilir:

“ ‘Aman Tanrım’ dedi; yaptığı şey karşısında şaşırmıştı.”

Gerald sülüne hem çarpmak istiyor, hem de çarpınca şaşırıyor. Yapmak istediği şey eylem gerçekleşince beklemediği (ummadığı) bir şey haline geliyor.

Olur böyle şeyler diyelim, her şeyi planlayamayız. Gerald arabasıyla belki de sadece hafifçe dokunmak istiyordu sülüne, onu geçmek, ürkütmek; gaza fazla yüklenince de olanlar oldu.

Gerald arabasını durduruyor, uykusundan uyanan ve ‘Ne oldu?’ diye soran Shirley’e:

“Bir şeye çarptım… bir sülüne.” diyor.

Sülüne çarptığını neden ilk anda söylemiyor? ‘Bir şeye çarptım…’ Gerald, ‘şey’ diyerek daha sonra bir sülüne çarptığını söylese de sözcüğün gerçeği geciktiren etkisinden yararlanıyor; ‘şey’in yarattığı es sülünün değil zamanın ikamesi. Öte yandan kendisini niyeti ile yaptığı eylemin ummadığı sonucu arasında masum bir konuma da yerleştiriyor. Ağzından bir anda çıkan otomatik cevap Gerald’a olayın içinden sıyrılacağı zamanı kazandırıyor, sülüne çarpmasını doğal bir kaza gibi gösteriyor. Bunun için bir karara gerek yok, olayı böyle lanse edeceği klişe zaten ister istemez diline geliyor. 

Gerald arabadan iniyor ve birkaç metre geride yolun kenarındaki ıslak otların arasında can çekişen sülünün başında bir dakika kadar duruyor.

“Kuş iki büklüm olmuştu, gözleri açıktı ve gagasında parlak bir kan izi vardı.”

Dişi bir sülündü. Dişi olduğunu çarpışmadan önceki an fark etmişti Gerald. Bu kadarı bilinebilir. Çünkü sülünlerin erkekleri ve dişileri birbirine pek benzemez. Erkek olanların parlak tüyleri ve uzun kuyrukları vardır, dişilerin tüyleri ise daha mattır. Gıyabında yazara şunu sorabiliriz: Neden dişi? Belki de Carver yaşadığı veya bir yakınının anlattığı böyle bir olaya motomot sadık kalmıştır. Ama bir yazarın sülünün cinsiyetini değiştirmesi mümkündür, yazar bir kuşun cinsiyetini belirleyecek kadar özgürdür. Carver bir karar veriyor ve sülünün cinsiyeti dişi oluyor. Kimbilir, renkli parlak tüyleriyle erkek sülünün can çekişen görüntüsünün okuyucu imgeleminde daha cırtlak, daha sarsıcı, daha itici olacağını düşünmüştür. Niyetim Carver adına düşünüp patavatsızlık yapmak değil; demek istediğim konumuz anıştırmasıyla yazarın serüveni de bu minvalde sürekli ikileme düşüp ne yazacağına karar verme anlarından oluşmaz mı?..

Gerald arabaya döner ve tekrar yola koyulurlar. Shirley ne kadar zamandır uyuduğunu sorar. Gerald cevap vermez. Shirley başının ağrıdığını, canının bir şeyler yiyip kahve içmek istediğini söyler. Gerald bir sonraki kasabada dururuz der. Gerald, isteyerek garip bir itkiyle çarptığı sülünü düşünür ve pat diye Shirley’e sorar:

“Beni ne kadar iyi tanıyorsun?”

İlk defa ortaya atılmış bir soru. Radikal bir soru. Onca yıldır süregelen birlikteliği bir anda ayrıştıran cinsten. Soruda diğerini yabancılayan her türlü potansiyel var. Cümle soru formunda ama aslında bir sitem, bir itham, beni tanımıyorsun ya da beni tanıdığını mı sanıyorsun ayarında bir diklenme, belki de bir itiraf hazırlığı. İtirafa başlamadan diğerini silahsızlandırmanın bir yolu da denebilir… Gerald içindeki huzursuzluğu yenmek, konuşmak istiyor. Üstelik içindeki huzursuzluğun ne olduğuna henüz karar vermiş değil… Sülüne çarpan Gerald’dır ama üzülen, yaptığından pişman olan da Gerald’dır. Shirley üzülmez. Sülünün ölüp ölmediğini sorar, arabaya hasar verip vermediğini, kaç saattir uyuduğunu, sonra da dikiz aynasında yüzünü inceler, radyoyu açar, istasyon arama düğmesiyle oynar. Gerald, kendisini sülüne çarpmaya iten dürtüyü ve yanındaki Shirley ile konuşamamasını aynı ortak nedene bağlayacak ferasetten yoksundur henüz.

Sülün Gerald’ın ruh halinin acı bir bedelidir, Shirley için ise kayıtsızlıktır. Yine de birazdan yapacağı itirafın nedeni vicdan azabı değildir. Gerald olayın gerçekleşmesinden apayrı bir safhada açıklamada bulunmaya karar verir, sanki sülüne çarpmaya karar verdiğini açıklamaya karar vererek. Biz okuyucuların nezdinde bile kasten kendisine haksızlık eder. Halbuki sülüne çarpma isteğinde bir sapma payı vardı, sülünle bir oyun oynamıştı, ama oyunun böyle feci sonuçlanacağını kestirememişti. Zaten sülünü avladığı için yaşadığı duygu sevinç değil, en azından şaşkınlıktı, nihayetinde pişmanlık. Her şey açık açık gözümüzün önünde oldu, biz tanığız.

Shirley soruyu geçiştirir, soruya soruyla karşılık verir:

“Sabahın bu vaktinde bana niçin bunu soruyorsun?”

Gerald sorusunda diretir, Shirley soruyu anlamazlıktan gelir, diyalog bir süre tatsızca devam eder. Gerald taktik değiştirir:

“O zaman şunu sorayım, kendi çıkarlarıma ters düşen bir şey yapacağımı, böyle bir şeye kalkışacağımı düşünür müsün?”
“Sanırım yapardın Gerald. Eğer bunun önemli olduğunu düşünüyorsan, yapardın. Şimdi bana başka soru sorma artık, olur mu?”

Shirley konuyu değiştirmeye çalışır, suskunluk olur… ve nihayet Gerald itiraf eder:

“Sana sülünü isteyerek öldürdüğümü söylesem ne dersin? Ona çarpmaya çalıştığımı?”

İtiraftaki ihtiyat payına dikkat edelim: ‘söylesem…’ Dolayısıyla Gerald’ın söylediği şey, şart kipiyle söylenmemiş gibi de oluyor. Konuşmak istiyor, bunun için epey çabalıyor ve nihayet Shirley’i kendisine karşı kışkırttığı bir noktaya varıyor.

İnsan karar verirken bir ikilemden geçiyor, sözlükler böyle diyor, evet biz de böyle kabul edelim, ama kararını açıklamaya karar verirken (‘karar’ın şimdiki zamanı) düştüğü ikilem nerede duruyor? ‘Karar’ sözcüğünün iradeyi yüceltici, egoyu pohpohlayıcı yanıyla insanın yaptığı eylemin kötü sonuçlarını üstlenmek istemeyişi arasındaki ikilem güme gidiyor. Şimdi, Gerald’ın itirafını doğru kabul edersek, Gerald’ın pozisyonunda iki ayrı aşamayı görmemiz gerekir. Birinci aşamada sülüne çarpmaya karar veriyor, ikinci aşamada (niyeti öldürmek olmadığı halde) bundan söz etmeye. Bunu yaparken de ikinci aşamayı görünmez kılıyor; yani ortada bir ‘karar’dan söz edilebilecekse bu ikinci aşamada vuku bulurken, Gerald bunu birinci aşamanın üzerine yıkıyor.

İnsanın karar verme isteği ile, gayri iradi istediği şey için karar vermesi arasındaki ayrımı nasıl yapacağız? Eskiden ‘karar’ sözcüğü muhtemelen günümüzdeki kadar yaygın kullanılmıyordu, eski insanların günümüzdeki anlamıyla ‘karar’ için gerekli olan bireysel iradeyle, inisiyatifle pek araları yoktu. Dilimize Arapçadan gelen ‘karar’ sözcüğünün bir yere yerleşme, yerleşilecek yeri seçme (karargâh) anlamı daha sonra bir sağduyu anlamı da kazanmış (kararında: gerektiği kadar); Günümüzdeyse bir şeye karar verdiğini söyleyen kişinin, sırf söze dökmeyle sözcüğü edimsöz haline getirmesi söz konusu.  Sözcüğün edimsöz karakteri söyleyene fiili bir varoluş sağlıyor, sözcüğün enerjisi konuşana geçiyor, en azından bireysel bir prestij kazandırıyor: Kararlıyım, karar verdim, kararımdan kimse beni caydıramaz…

Şüphesiz ‘karar’ sözcüğünü kullanmadan da içimden karar verebilir ve buna uygun davranabilirim. Ama geçmiş süreci öykülediğimde bana kararımı her şeyin başlangıcı olarak önceden verdiğimi söyleten başka bir itki daha vardır. ‘Karar’ sözcüğünü şimdi kullandığım halde, kavram sanki geçmişe ait iradenin şaşmaz motoru olur. ‘Karar’ sözlükteki durağan anlamıyla değil, ses olarak –ki bu ses dışarıdan da söylenebilir- inisiyatif verir. Makbul bir sözcüktür. Karar vererek özgür sayılırız. Daha doğrusu özgür sayılacağımızı bildiğimiz için karar veririz. Daha da doğrusu bulunduğumuz eylemin arkasında kendi kararımız olduğunu söylemek adam yerine konulmamızı sağladığı için sürekli bir şeylere karar verme modundayızdır.  

Gerald daha önce Shirley’in istediği gibi bir kasabanın girişindeki lokantanın önünde durur. Ve Shirley ondan arabanın anahtarlarını ister…

Gerald ve Shirley ayrılırlar. Çünkü yazar böyle karar vermiştir…



Bunlar da sona kaldı:

İnsan tutkulu olmaya, acemi olmaya, cimri olmaya karar vermez, ama kişiliğinde bu mizaçlar kararlıdır.

Aldatmaya karar verebiliriz, ama aldanmaya karar veremeyiz. Peki illüzyonist karşısındaki konumumuz nedir?

Karar veren bir Tanrı olsaydı, o da bizden sayılırdı.

Karar sorulara karşı hazırcevaptır.

Başlangıçta insan kararının efendisi gibidir, ama kararını verdikten sonra kararı onun efendisi olur. Ne iş?..

Her karar kendisine bir eski yaratır.



   


(1)Hiç şüphesiz karar vermek bir edimsözdür. Dile gelince kendini gerçekleştirir. Ama karar dile gelmeden önce geçmiş bir evreye de aittir. Yani ‘karar verdim’ hem nesnesi olan bir ifade (şuna karar verdim gibi), hem de edimsözdür.
(2)J. Derrida, Nietzschelerin Şöleni, Otonom Yay. Çev. Ali Utku-Mukadder Erkan 2007, s.207
(3)A.g.e. s.207
(4)TDK sözlüğünde Tanrı’nın varlığı tescillemiştir: “Tanrı/Allah: Kâinatın bütün varlıkların yaratıcısı, koruyucusu en üstün ve tek varlık.” Mesela cümlenin başına ‘Müminlere göre…’ diye bir ibare konsa tanım daha objektif olabilecek. Tanım objektif olmadığı için Tanrı/Allah da objektif olamıyor, kendisine inanmayanları cehenneme atıyor. Düşünmek sözcüklerin öncelikle sözlük anlamlarından şüphe duymak değil mi?..
(5)Raymond Carver, Ateşler, Çev. Zafer Aracagök, Adam Yay. S. 147-153
(6)Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, www.nisanyansozluk.com 

  




           




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder