17 Temmuz 2013 Çarşamba

Fatih Projesi

Başbakan defalarca ‘Artık karatahta dönemini kapatıyoruz,’ benzeri ifadeler kullandı. Bu sözün esnemeye gelir bir tarafı yok, okullarda karatahta tümüyle kalkacak, yerine Fatih Projesi’yle tüm okullara akıllı tahtalar yerleştirilecek, benim anladığım bu. Bir değişiklik eskiyi tümüyle ortadan kaldırıyor yerine yeni olanı ikame ediyorsa gerçekten de bir dönem kapanıyor demektir. Başbakan yaptığı değişikliğin devrim gibi algılanmasını istiyor. 

Ama nasıl bir devrimdir bu?


Smart board Türkçeye akıllı tahta diye çevrilmiş. Bu çeviri üründen ne beklendiğini de açıklıyor. Öncelikle bir pazarlama çevirisi. Buram buram reklam kokuyor. ‘Smart’ sıfat olarak İngilizcede pek matah bir aklı çağrıştırmıyor, daha çok beceriklilik, hamaratlık, kurnazlık anlamı var, ‘board’ da bildiğimiz tahta değil; ilan, reklam panosu anlamında kullanılıyor. Benim itirazım ‘smart board’a akıllı tahta diyerek karatahtaya geri zekalı muamelesi yapılmış olmasına.


Neyse, buraya takılmayalım… Akıllı tahtayı biz icat etmedik. Bir nesneyi alır o nesneyi icat eden aklı almazsan devrim mevrim yapamazsın, sadece akıllı tahta almış olursun. Buraya da takılmayalım. Bu ülkede zihniyet alabildiğine köhneyken Batı’dan ithal edilen yeni ürünlerle ileri gittiğini sanan bir kafa var, sittin senedir var zaten.

Akıllı tahta ancak yanında (altında) karatahta olursa akıllı olabilir. Akıllı öğretmen, akıllı yönetici, akıllı veli, akıllı çevre, akıllı öğrenci… bunlar en önemlileri tabi…

Akıllı tahta sadece iki duyu organına hitap eder: Kulak ve göz.

Karatahta özellikle dokunma duyusuna; kulak ve göz karatahtada olup bitene tabidir, onu takip eder. Çocuğun (tabi öğretmenin de) kendini gerçekleştirmesine, nesnelleştirmesine daha uygundur. Asıl önemlisi karatahtada bir konuyu işaretlerle çabucak sembolize edebilirsin, hatta sembolleri kendin uydurabilirsin. 

Farklı bireyler yetiştirmek diyoruz ya, içimiz dışımız standart olmaya eğilimliyken güya farklılığa olumlu bir anlam yüklemişiz ya şu son zamanlarda… oysa farklılığı gösterecek şey öncelikle dokunulup yapılmış bir şey, elimizden çıkan bir şeydir; yazı ve şekillerdir, çocuk karatahtada kendinden olan bir şeyi meydana getirir.. hafife almayın, gitar çalmakla, önündeki orgta gitar sesi tuşuna basıp hazır bir parçayı çalmak kadar derin bir farktır bu.


Medeniyetini alalım harsını almayalım (Ziya Gökalp) paradigması memlekette teknoloji arsızlığı denebilecek tuhaf bir böbürlenme geliştirdi. Batı teknolojisine holdurlop atlayıp üzerine de kendi görgüsüzlüğümüzü giydirdik mi kombinasyon tamamlanıyor: İşte medeniyet, işte hars! Adam gavur icadı hoparlörü camiye taktırıyor, medeniyeti alıp görgüsünü almadığı için desibel sınırı diye bir şey tanımıyor, yüksek volümde ezan okuyor, yer gök Allah Allah diye inliyor,  köpeğin ezan sesine ulumayla eşlik edişini de secdeye geldi mübarek diye yorumluyor (işte hars)…

Şehirleşmeyi apartman dikmek sanıp sonra eski olana gecekondu muamelesi yapan akıl…



Gelişkin ülkelerde akıllı tahta ile karatahta birbirini dışlamaz. İlkokuldan üniversitelere karatahta yaygın biçimde kullanılır. Sebebi pedagojinin zanaat kısmıdır. Japonya’da bir öğrencinin harfleri doğru bir şekilde yazmayı öğrenmesi yedi yıl sürer, (1) bu hiç de bir dezavantaj değildir, aksine çocuk iyi yapılmış bir işten zevk alır. Almanların mekanikte bu kadar ileri oluşlarının nedeni nedir acaba?..


(1)Kırılgan Nesneler, Pierre-Gilles de Gennes, Jacques Badoz, Tübitak Yay. s.179

9 Temmuz 2013 Salı

Karar Vermek



KARAR VERMEK


‘Karar verdim…’

Karar vermek ilginç bir sözcük. Şimdiki zaman kipi yok.

Kavramın kendi tanımına uygun olgunlaşmasını ağızdan çıkmadan önce tamamlaması gerekiyor. Çoğu sözcük için böyle değil, eylemle fiil-sözcük arasında bir senkron kurulabilir. Mesela telefonda ne yapıyorsun diyen arkadaşıma cevap verirken: ‘Yemek yiyorum…’ Henüz daha lokmamı yutmamışım, ağzımda çiğnerken bir taraftan lâf yetiştiriyorum. Ama karar vermek fiil-sözcüğü varlığını şimdiki zaman kipinde ifade edemiyor. ‘Karar veriyorum…’ Olmuyor. Karar geçmişte kalan bir sürece aitken, sadece kararın açıklanması şimdiki zamanlı. Kaçınılmaz olarak böyle: ‘Verdiğim kararı açıklıyorum…’ Hâkim jüri başkanına sorar: ‘Kararınızı verdiniz mi?’

Üç zaman kipi sırasıyla (geçmiş, şimdiki, gelecek) ideal biçimde işliyor görünüyor. ‘Karar verdim, kararımı açıklıyorum, kararımın etkisi görülecek.’ Ama karar kendi tanımını mutlak olarak geçmişin içinde buluyor, sadece söze gelmek için şimdiki zamanı kullanıyor. Hâkimin kararı tam da böyledir. Deliller toplanır, duruşmalar yapılır, tanık, zanlı, şikâyetçi dinlenir, hâkim düşünür vb sonunda kararını verir. Karar ancak açıklanırsa kendini gerçekleştirir. Burada kararın içeriği değil asıl olarak kararın açıklanmasıyla gerçekleşen müeyyide anlam taşır. (1) Oysa dile gelmeyen, konuşmayan iş yapan kararlar da vardır. Bir futbolcu topu nereye vuracağını açıklamaz, onun topa verdiği yön bu kararını belli eder. İyi futbolcu hızlı karar verir; çabukluğu kararının hızına tabidir bile denilebilir. Ama iyi futbolcunun çok hızlı karar vermesi onun çok çabuk karar değiştirdiği anlamına da gelmez mi? Futbolcunun kararı ile hâkimin kararını aynı kavram içine nasıl sıkıştırıyoruz? Biri dile gelmek için varken (dilin kendisi eylemken), diğeri sadece eylem için var.

Derrida’yla yapılmış bir söyleşiyi okurken, Raymond Carver’ın Sülün adlı öyküsü geldi aklıma. Derrida ilgili söyleşide karar kavramının varlığından emin olmadığını söylüyordu:

 “Bu nedenle daima şunu derim: ‘Eğer karar varsa’ diyorum, olduğundan şüphe duyduğum için değil, sırf olup olmadığını bilmediğim için. Bir karar, eğer bu tür bir şey varsa, hiçbir zaman bilgiye dayanarak belirlenemez. Bir karar belirlenemez.”(2)

 Derrida karar kavramı hakkında başka bir şey söylüyor, kararın varlığından bile emin değil.

 “Eğer varsa bir karar kendi ortaya çıkışında kaybolur.” (3)

Derrida’nın ‘karar’ kavramı karşısındaki mütereddit tavrını aklımızda tutalım. Kavramlar karşısında mütereddit olmak az iş sayılmaz. Bir an düşününce bazı kavramların insanların ağzında başka kavramların hizmetinde işçileştiğini görürsünüz, bütün enerjilerini yüzeysel iletişime aktarırlar, sözcük olarak vardırlar ama anlam olarak yokturlar. Ama sözcükler kullanılmayan demirbaşlar gibi kayıttan düşmezler. Tanrı gibi; yoktur ama yine de vardır. (4)

Carver’ın Sülün öyküsünü yeniden okudum.

Gerald Weber ve Shirley Lennart iki sevgili. Aralarında yirmi yaş fark var. Gerald otuz yaşında, tiyatro dalında yüksek lisansını tamamlamış, oyuncu olmak istiyor. Elli yaşındaki Shirley, iyi bir çevresi olan iki defa evlenip boşanmış zengin bir kadın.
Gerald, Shirley’nin parasına ve tanıdıklarına tav olmuş. Amacı Shirley’nin çevresini kullanarak ünlü bir aktör olmak. Bu birliktelik sayesinde eh işte kendisine aktör diyebileceği birkaç ufak rol kapmış. Ama:

“Son üç yıldır vaktinin geri kalan bölümünü Shirley’nin havuzunun yanında güneşte yatarak, partilerde ya da Shirley ile oraya buraya koşturarak geçirmiş.” (5)

R. Carver bu bilgiyi hikâyenin ortasında veriyor.
Eğer bu bilgiyi bize önceden verseydi hikâyenin başında iki sevgili arasındaki gerginlik sosyal bir alt yapıya kavuşurdu. Gerginlik meşrulaşırdı. Carver daha baştan bizi gerginliğin içine sürüklüyor ama amacı gerginliğin nedenlerini anlatmak değil, sosyolojiyle iyi edebiyat arasındaki farkı bildiğimizi varsayıyor ve bundan sonra geçen olayların itkisi olarak iki sevgili arasındaki gerginliğin nereye vardığını anlatıyor.

“Gerald Weber’in söyleyecek sözü kalmamıştı. Konuşmuyor, arabayı sürüyordu.”

Hikâye böyle başlıyor.

Gerald Weber ve sevgilisi Shirley üç yüz mil ötedeki yazlık evlerinden dönüyorlar. Yolu yarılamışlar. Vakit gece yarısını geçmiş. Arabanın içinde karanlıkla ve suskunlukla birleşen bir kasvet…

Emrivaki (iş icabı) değilse yolculuk bir karar işidir. Fikir ortaya atılınca ikilem başlar: gitmek mi, kalmak mı?.. Eğer karar gitmekse, belki ondan sonraki aşama nereye gideceğine karar vermektir. Ama birden çok kişiyseniz, karar diğerinin kararına uymaktır. Hem diğerine uymak hem (bağımsız) karar vermek nasıl mümkün oluyor?

Diğerinin sorusu, kendi kararına katılması için öbürüne bir teklifle gitmesi, rızasını istemesi, öbürüne bir karar hakkı tanıyor; nezaket denilen şey… Peşinden sürüklemek değil, öbürünün karar vermesini beklemek; öbürünün karar sürecini kendi bekleme süresi olarak yaşamak, dolayısıyla “ortak” bir karara varmak, diğerine karardan hisse vermek…

Gerald, otuzuncu yaş gününden iki gün önce kendisini iyice boşlukta hissedip Shirley’e birkaç günlüğüne Shirley’nin deniz kıyısındaki evine gitmeyi önermiş. Teklif Shirley’nin de hoşuna gitmiş. Gerald isteyen tarafta olsa bile karar yetkisi Shirley’e ait. Çünkü yazlık ev onun. Bu hukuk aralarındaki konuşma üslûbunu belirliyor, Shirley hem hoşnutluğunu gösteriyor hem de iğneliyor:

“Haydi.” diyor Shirley, “Sanırım bir haftadan beri senden duyduğum en iyi fikir bu.”

Birbirlerini sevmedikleri halde uzun süredir birlikte yaşayan çiftlerin iğnelerinde törpülenmiş, esnetilmiş bir kıvam vardır. Ancak aralarında bir sorun çıkınca yanındakini sessizce çarpıtmak, yüzüne vurmadan bedensel görünümünü çirkinleştirmek; sadece çirkinliğini görmek değil bir çaba olarak çirkinleştirmek sessizce alınan intikam gibidir. Bakıştaki bu olumsuzlama sadece intikama karşılık da gelmez, bu onunla olduğu mekândan kendini soyutlama, kendini oradan çekip çıkarmadır da. Çirkinleştiren bakışın sahibi oradaki varlığına sanki bir geçicilik kazandırır. Çirkinleştirerek diğerini mekânın sahibi yaparken, kendini oradaki geçiciliğiyle avutur. Bir yanılsamadır bu.

Gerald ve Shirley yazlık evden dönüyorlar. Evet bir yol hikâyesi…

“Gerald gözlerini yoldan ayırdı. Shirley uyuyor değil de baygın ya da ciddi bir şekilde yaralanmış gibi -sanki bir binadan düşmüş gibi- görünüyordu. Koltukta döndü, bir bacağı gövdesinin altında, ötekisi koltuktan sarkmış nerdeyse zemine değiyordu. Kasıklarına çekilmiş eteği, naylon çorabının üstünü, jartiyerini ve arada kalan eti açığa çıkarıyordu. Başını kanepenin koluna yaslamıştı ve ağzı açıktı.”

Uykuya teslim olmak diğerinin bakışına da teslim olmaktır. İnsan sevdiğini uyurken  bıkmadan izler. Ebeveynler uyuyan çocuklarının yüzünde yekten kendi huzurlarını bulabilirler. Ama R. Carver tersini yapıyor, Gerald’a uyuyan sevgilisinin bedeninde kendi huzursuzluğunun izlerini aratıyor; hemcinsi olan hikâye kahramanının gözlemine çaktırmadan eşlik ederek yapıyor bunu. Carver’ın tarzıdır bu, bir arada olan insanlardan birinin dert ortağı olur, kendi bireyselliklerinde hissettiklerini duyurur bize. Birini diğerinin yanından çekip alır. Söylenmeyenleri (kişilerin birbirlerine söyleyemediklerini) gösterir. Anlatım üçüncü tekil şahıs ağzından olduğu halde yazar birinci elden işin içine karışıyor,  kadının bedenini anatomik düz anlamına büründürüyor:

‘Sanki binadan düşmüş gibi…’

‘Bir bacağı gövdesinin altında, ötekisi koltuktan sarkmış…’

‘Arada kalan eti açığa çıkarıyordu…’

Nesneler düz anlamlarıyla kendilerinden bir şey yitirmezlerken, insan bedeni düz anlamla eksilir. Mesela ‘eti açığa çıkarıyordu’ ile ‘çıplak baldırı görünüyordu’ ‘ağzı açıktı’ ile ‘dudakları aralıktı’ arasındaki fark, erotik bir fark değil midir?

Bir kadın bedenine erotik imada bulunmadan iltifat etmek mümkün mü? Kim ne derse desin erotik imadan yoksun bir kadın bedeni nötrdür, yavandır. Gerald yavanlaştırmayı söze dökmeden, bakışlarıyla yapar. Sevgisiz bakış diğerinin bedenini çarpıtır. Hissedilenle görülen  aynıdır; göze görünen çarpık beden ve sevgisizlik birbirinin türevi olmuştur. İnsan kendi sevgisizliğinin kanıtlarını bedende arar ve bulur. Onun bedenine göz göze gelinmeyecek anlarda bakılır, özellikle o arkasını dönmüşken; beden nasıl da sarsak, acemidir; bedenin figürleri sevgisizliğin diliyle iletişime girmiştir, bir kısır döngüdür bu.

Ama Gerald araba kullanıyor, önüne bakmak zorunda. Elaleme karşı bir çiftler, bu varoluş standart bir güç sağlıyor… Sevgisizlik sürekli kafada taşınan bir imgelem değil, insan bakışlarını kaçırdığı başka yerlerde huzur adacıkları yaratabiliyor:

“Henüz yorulmamıştı. Her şeyi şöyle bir düşündüğünde kendini iyi hissetti. Bir şeyler yaşıyor olmaktan memnundu. Direksiyonun gerisinde oturup düşünmek zorunda kalmadan sadece araba kullanmak iyi gelmişti.”

Ama unutmayalım hikâyenin adı Sülün… Hikâyeye adını veren sülün şafak henüz sökmüşken birden ortaya çıkıyor. Hani filmin afişinden başrolde olduğunu bildiğiniz bir oyuncunun filmin ortalarında birden sahnede yerini alması gibi:

“Tam farları söndürmüş hızını azaltmıştı ki göz ucuyla sülünü gördü. Alçaktan ve hızla uçarken yaptığı açı ile sonunda arabanın önüne çıkabilirdi. Frene bastı ve ardından hızını artırıp direksiyonu sımsıkı kavradı. Kuş sol fara güm diye yüksek bir sesle çarptı. Ardından tüylerini ve bir dışkı zincirini sürükleyerek ön camdan kayıp geçti.”

Karar anı…

Gerald sülünü otomobilin önünde görür görmez ona çarpmak istiyor. R. Carver, yukarıdaki paragrafta bize Gerald’ın çarpma kararından söz etmemiş, ama Gerald’ı bu eyleme sürükleyenin bir karar davranışı olduğu kesin. Çünkü sülünün hızını kontrol etmek için önce yavaşlıyor sonra çarpmak birden hızlanıyor. Sözcüğün Arapçadan gelen etimolojisi (6) istikrarlı/kararlı (‘istikrar’ ‘karar’dan gelir) bir davranışı değiştirmenin başka bir karara ait olduğuna işaret ederek bizi zahmetten kurtarıyor. Uçan sülünün istikrarlı hızıyla kendi hızı arasındaki denklik tuzağın ta kendisi oluyor. Hani, bir trafik afişinde sürücü ve karşıdan karşıya geçmekte olan bir yayanın aklından geçenlerdeki gibi:

Yaya: ‘Beni gördü, nasılsa yavaşlar.’
Şoför: ‘Beni gördü, nasılsa koşar.’

Yaya ve şoför, ikisi de birbiri hakkında iyimser düşündüğü için kazanın gerçekleşme olasılığı yüksektir.

Gerald ise şöyle düşünüyor: ‘Sülün nasılsa hızını benim hızıma ayarlamış, birden hızlanırsam, ona çarparım.’ Davranışını avlanma taktiği olarak düzenliyor. Araba kullanırken motor becerisi bir av becerisine dönüşüyor. Ama hangisi önce geliyor, çarpmaya karar verişi mi, yoksa yavaş giderken birden hızlanması (motor becerisi) mı? Asıl soru bu iki karar anı arasında kronolojik bir sıralama yapmaya neden eğilimli olduğumuzdur. Oysa cümle diğer şıkkı bir tümleç haline getirip yeniden kurulabilirdi: Gerald altındaki araba ve motor becerisiyle sülüne çarpması mümkün olduğu için sülüne çarpmaya karar veriyor. Ama Gerald araba kullanmayı nasip olur da bir gün sülüne çarparım diye öğrenmedi. Burada Gerald’ın sülüne çarpmadan önce aniden gelen sülüne çarpma dürtüsünü varsaymak zorundayız. Peki insanın elinde olmadan istediği bir şey (dürtü) nasıl oluyor da sonradan açıklanabilir bir şey haline gelebiliyor? Eğer açıklanabiliyorsa bir karar anının da olması gerekir. Karar yapılan eylemi iradileştirdiği için insan eylemin sorumluluğunu da üstleniyor demektir. Gerald, aynı koşullarda sülüne değil de bir insana çarpsaydı suç işlemiş sayılırdı. Ama açıklarken başka bir karar verebilir: ‘Sülün arabama çarptı.’ Hatta duruma üzülerek hiç yoktan vicdan sahibi olabilir:

“ ‘Aman Tanrım’ dedi; yaptığı şey karşısında şaşırmıştı.”

Gerald sülüne hem çarpmak istiyor, hem de çarpınca şaşırıyor. Yapmak istediği şey eylem gerçekleşince beklemediği (ummadığı) bir şey haline geliyor.

Olur böyle şeyler diyelim, her şeyi planlayamayız. Gerald arabasıyla belki de sadece hafifçe dokunmak istiyordu sülüne, onu geçmek, ürkütmek; gaza fazla yüklenince de olanlar oldu.

Gerald arabasını durduruyor, uykusundan uyanan ve ‘Ne oldu?’ diye soran Shirley’e:

“Bir şeye çarptım… bir sülüne.” diyor.

Sülüne çarptığını neden ilk anda söylemiyor? ‘Bir şeye çarptım…’ Gerald, ‘şey’ diyerek daha sonra bir sülüne çarptığını söylese de sözcüğün gerçeği geciktiren etkisinden yararlanıyor; ‘şey’in yarattığı es sülünün değil zamanın ikamesi. Öte yandan kendisini niyeti ile yaptığı eylemin ummadığı sonucu arasında masum bir konuma da yerleştiriyor. Ağzından bir anda çıkan otomatik cevap Gerald’a olayın içinden sıyrılacağı zamanı kazandırıyor, sülüne çarpmasını doğal bir kaza gibi gösteriyor. Bunun için bir karara gerek yok, olayı böyle lanse edeceği klişe zaten ister istemez diline geliyor. 

Gerald arabadan iniyor ve birkaç metre geride yolun kenarındaki ıslak otların arasında can çekişen sülünün başında bir dakika kadar duruyor.

“Kuş iki büklüm olmuştu, gözleri açıktı ve gagasında parlak bir kan izi vardı.”

Dişi bir sülündü. Dişi olduğunu çarpışmadan önceki an fark etmişti Gerald. Bu kadarı bilinebilir. Çünkü sülünlerin erkekleri ve dişileri birbirine pek benzemez. Erkek olanların parlak tüyleri ve uzun kuyrukları vardır, dişilerin tüyleri ise daha mattır. Gıyabında yazara şunu sorabiliriz: Neden dişi? Belki de Carver yaşadığı veya bir yakınının anlattığı böyle bir olaya motomot sadık kalmıştır. Ama bir yazarın sülünün cinsiyetini değiştirmesi mümkündür, yazar bir kuşun cinsiyetini belirleyecek kadar özgürdür. Carver bir karar veriyor ve sülünün cinsiyeti dişi oluyor. Kimbilir, renkli parlak tüyleriyle erkek sülünün can çekişen görüntüsünün okuyucu imgeleminde daha cırtlak, daha sarsıcı, daha itici olacağını düşünmüştür. Niyetim Carver adına düşünüp patavatsızlık yapmak değil; demek istediğim konumuz anıştırmasıyla yazarın serüveni de bu minvalde sürekli ikileme düşüp ne yazacağına karar verme anlarından oluşmaz mı?..

Gerald arabaya döner ve tekrar yola koyulurlar. Shirley ne kadar zamandır uyuduğunu sorar. Gerald cevap vermez. Shirley başının ağrıdığını, canının bir şeyler yiyip kahve içmek istediğini söyler. Gerald bir sonraki kasabada dururuz der. Gerald, isteyerek garip bir itkiyle çarptığı sülünü düşünür ve pat diye Shirley’e sorar:

“Beni ne kadar iyi tanıyorsun?”

İlk defa ortaya atılmış bir soru. Radikal bir soru. Onca yıldır süregelen birlikteliği bir anda ayrıştıran cinsten. Soruda diğerini yabancılayan her türlü potansiyel var. Cümle soru formunda ama aslında bir sitem, bir itham, beni tanımıyorsun ya da beni tanıdığını mı sanıyorsun ayarında bir diklenme, belki de bir itiraf hazırlığı. İtirafa başlamadan diğerini silahsızlandırmanın bir yolu da denebilir… Gerald içindeki huzursuzluğu yenmek, konuşmak istiyor. Üstelik içindeki huzursuzluğun ne olduğuna henüz karar vermiş değil… Sülüne çarpan Gerald’dır ama üzülen, yaptığından pişman olan da Gerald’dır. Shirley üzülmez. Sülünün ölüp ölmediğini sorar, arabaya hasar verip vermediğini, kaç saattir uyuduğunu, sonra da dikiz aynasında yüzünü inceler, radyoyu açar, istasyon arama düğmesiyle oynar. Gerald, kendisini sülüne çarpmaya iten dürtüyü ve yanındaki Shirley ile konuşamamasını aynı ortak nedene bağlayacak ferasetten yoksundur henüz.

Sülün Gerald’ın ruh halinin acı bir bedelidir, Shirley için ise kayıtsızlıktır. Yine de birazdan yapacağı itirafın nedeni vicdan azabı değildir. Gerald olayın gerçekleşmesinden apayrı bir safhada açıklamada bulunmaya karar verir, sanki sülüne çarpmaya karar verdiğini açıklamaya karar vererek. Biz okuyucuların nezdinde bile kasten kendisine haksızlık eder. Halbuki sülüne çarpma isteğinde bir sapma payı vardı, sülünle bir oyun oynamıştı, ama oyunun böyle feci sonuçlanacağını kestirememişti. Zaten sülünü avladığı için yaşadığı duygu sevinç değil, en azından şaşkınlıktı, nihayetinde pişmanlık. Her şey açık açık gözümüzün önünde oldu, biz tanığız.

Shirley soruyu geçiştirir, soruya soruyla karşılık verir:

“Sabahın bu vaktinde bana niçin bunu soruyorsun?”

Gerald sorusunda diretir, Shirley soruyu anlamazlıktan gelir, diyalog bir süre tatsızca devam eder. Gerald taktik değiştirir:

“O zaman şunu sorayım, kendi çıkarlarıma ters düşen bir şey yapacağımı, böyle bir şeye kalkışacağımı düşünür müsün?”
“Sanırım yapardın Gerald. Eğer bunun önemli olduğunu düşünüyorsan, yapardın. Şimdi bana başka soru sorma artık, olur mu?”

Shirley konuyu değiştirmeye çalışır, suskunluk olur… ve nihayet Gerald itiraf eder:

“Sana sülünü isteyerek öldürdüğümü söylesem ne dersin? Ona çarpmaya çalıştığımı?”

İtiraftaki ihtiyat payına dikkat edelim: ‘söylesem…’ Dolayısıyla Gerald’ın söylediği şey, şart kipiyle söylenmemiş gibi de oluyor. Konuşmak istiyor, bunun için epey çabalıyor ve nihayet Shirley’i kendisine karşı kışkırttığı bir noktaya varıyor.

İnsan karar verirken bir ikilemden geçiyor, sözlükler böyle diyor, evet biz de böyle kabul edelim, ama kararını açıklamaya karar verirken (‘karar’ın şimdiki zamanı) düştüğü ikilem nerede duruyor? ‘Karar’ sözcüğünün iradeyi yüceltici, egoyu pohpohlayıcı yanıyla insanın yaptığı eylemin kötü sonuçlarını üstlenmek istemeyişi arasındaki ikilem güme gidiyor. Şimdi, Gerald’ın itirafını doğru kabul edersek, Gerald’ın pozisyonunda iki ayrı aşamayı görmemiz gerekir. Birinci aşamada sülüne çarpmaya karar veriyor, ikinci aşamada (niyeti öldürmek olmadığı halde) bundan söz etmeye. Bunu yaparken de ikinci aşamayı görünmez kılıyor; yani ortada bir ‘karar’dan söz edilebilecekse bu ikinci aşamada vuku bulurken, Gerald bunu birinci aşamanın üzerine yıkıyor.

İnsanın karar verme isteği ile, gayri iradi istediği şey için karar vermesi arasındaki ayrımı nasıl yapacağız? Eskiden ‘karar’ sözcüğü muhtemelen günümüzdeki kadar yaygın kullanılmıyordu, eski insanların günümüzdeki anlamıyla ‘karar’ için gerekli olan bireysel iradeyle, inisiyatifle pek araları yoktu. Dilimize Arapçadan gelen ‘karar’ sözcüğünün bir yere yerleşme, yerleşilecek yeri seçme (karargâh) anlamı daha sonra bir sağduyu anlamı da kazanmış (kararında: gerektiği kadar); Günümüzdeyse bir şeye karar verdiğini söyleyen kişinin, sırf söze dökmeyle sözcüğü edimsöz haline getirmesi söz konusu.  Sözcüğün edimsöz karakteri söyleyene fiili bir varoluş sağlıyor, sözcüğün enerjisi konuşana geçiyor, en azından bireysel bir prestij kazandırıyor: Kararlıyım, karar verdim, kararımdan kimse beni caydıramaz…

Şüphesiz ‘karar’ sözcüğünü kullanmadan da içimden karar verebilir ve buna uygun davranabilirim. Ama geçmiş süreci öykülediğimde bana kararımı her şeyin başlangıcı olarak önceden verdiğimi söyleten başka bir itki daha vardır. ‘Karar’ sözcüğünü şimdi kullandığım halde, kavram sanki geçmişe ait iradenin şaşmaz motoru olur. ‘Karar’ sözlükteki durağan anlamıyla değil, ses olarak –ki bu ses dışarıdan da söylenebilir- inisiyatif verir. Makbul bir sözcüktür. Karar vererek özgür sayılırız. Daha doğrusu özgür sayılacağımızı bildiğimiz için karar veririz. Daha da doğrusu bulunduğumuz eylemin arkasında kendi kararımız olduğunu söylemek adam yerine konulmamızı sağladığı için sürekli bir şeylere karar verme modundayızdır.  

Gerald daha önce Shirley’in istediği gibi bir kasabanın girişindeki lokantanın önünde durur. Ve Shirley ondan arabanın anahtarlarını ister…

Gerald ve Shirley ayrılırlar. Çünkü yazar böyle karar vermiştir…



Bunlar da sona kaldı:

İnsan tutkulu olmaya, acemi olmaya, cimri olmaya karar vermez, ama kişiliğinde bu mizaçlar kararlıdır.

Aldatmaya karar verebiliriz, ama aldanmaya karar veremeyiz. Peki illüzyonist karşısındaki konumumuz nedir?

Karar veren bir Tanrı olsaydı, o da bizden sayılırdı.

Karar sorulara karşı hazırcevaptır.

Başlangıçta insan kararının efendisi gibidir, ama kararını verdikten sonra kararı onun efendisi olur. Ne iş?..

Her karar kendisine bir eski yaratır.



   


(1)Hiç şüphesiz karar vermek bir edimsözdür. Dile gelince kendini gerçekleştirir. Ama karar dile gelmeden önce geçmiş bir evreye de aittir. Yani ‘karar verdim’ hem nesnesi olan bir ifade (şuna karar verdim gibi), hem de edimsözdür.
(2)J. Derrida, Nietzschelerin Şöleni, Otonom Yay. Çev. Ali Utku-Mukadder Erkan 2007, s.207
(3)A.g.e. s.207
(4)TDK sözlüğünde Tanrı’nın varlığı tescillemiştir: “Tanrı/Allah: Kâinatın bütün varlıkların yaratıcısı, koruyucusu en üstün ve tek varlık.” Mesela cümlenin başına ‘Müminlere göre…’ diye bir ibare konsa tanım daha objektif olabilecek. Tanım objektif olmadığı için Tanrı/Allah da objektif olamıyor, kendisine inanmayanları cehenneme atıyor. Düşünmek sözcüklerin öncelikle sözlük anlamlarından şüphe duymak değil mi?..
(5)Raymond Carver, Ateşler, Çev. Zafer Aracagök, Adam Yay. S. 147-153
(6)Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, www.nisanyansozluk.com 

  




           




5 Temmuz 2013 Cuma

Mağduriyetin İki Yüzü

Mağduriyet Ortadoğu politikasında bir iktidar dili. ‘Mağdur muktedirler’ gibi bir oksimoron hiç tuhaf kaçmaz…

Mağduriyetin iki yüzü: Biri haksızlığa uğramışlık, diğeri yoksunluk.

Muktedir kendisi için mağduriyetin yoksunluk yanından hiç söz etmiyor, bunu ahali için kullanıyor, haksızlığa uğramışlığı ise kendisi için dilinden düşürmüyor. 

'Haksızlığa uğramışlık... ' neredeyse herkesin ortak dili. 

Çünkü 'haksızlığa uğramışlık' itibar kazanma yöntemi.

Muktedir açısından bunun getirisi şöyle: Yoksunluk ahalinin zaten içinde bulunduğu durum. Muktedir malûmu ilam ederek ahaliyle(1) empati kuruyor; kendi haksızlığa uğramışlığını ise ahalinin yoksunluğunun nedeni olarak gösteriyor. Ve muktedirin bu tek yanlı mağduriyeti daha çok güç talep ettiği için hiç bitmiyor.
Ahali açısından mağdur edebiyatı şöyle işliyor: Muktedir bu sözde mağduriyeti bir şikâyet konusu haline getirerek ahaliye kendisini bu mağduriyetten kurtaracak hakem rolü veriyor. Ahali kendi gerçek mağduriyetini unutup bir an diğerinin mağduriyetinde söz sahibi oluyor. İlahi ahali!.. Asıl kendisi mağdurken muktedirin kendisine verdiği payeyle muktedir olduğunu hissediyor. Abidik gubidik bir durum.

Dilenci diyalektiği: Hayırsever dilenciye “yardım” ederken empati kurmaz, dilencinin gösterdiği minnetle kendi merhameti arasında bir güç ilişkisi kurar.  Hayırsever gücünü hisseder, dilenci parayı; minnetle merhamet takas edilir ve herkes kendi yoluna gider, ilişki pat diye kesilir. İşte asıl püf noktası buradadır, ortada iki ulvi duygu söz konusu olduğu  halde etkisi iki kişi arasında bir ilişki olarak devam etmez… Tercüme edersek:
1. Muktedir kendini mağdur gösterir.
2. Ahali muktedirin mağduriyetiyle kendisi arasında bir özdeşlik kurar.
3. Ahali muktediri mağduriyetten kurtaracak güç olarak bir an kendini muktedir hisseder.
4. Ahali mağdurşinaslığından yapmaz bunu kendini muktedir görme fırsatını yakaladığı için yapar.
Demokrasi-darbe, Mursi-Sisi sözde tezatıyla anlaşılmaz bunlar usta.
Necip Mahfuz’a bakmak lâzım:
Midak Sokağı’nda Zaita adında bir tip vardır. Zaita, deyiş yerindeyse bir dilenci operatörüdür. Kendisine başvuran dilencilere mesleki formasyon kazandırır. Tabi bedenleri deforme ederek. Özellikle çocuk yaşta gelenlere yapar bunu, çünkü ağaç yaşken eğilir misali yapay sakatlık operasyonu henüz kemiklerin sertleşmediği bu dönemde daha kolaydır. Tuhaf bir meslektir. Zaten Ortadoğu da tuhaftır…  Bir gün hayatında hiç dilencilik yapmamış yaşlı bir adam başvurur kendisine.
“Sen yaşlı bir adamsın, fazla ömrün kalmamış. Senin için ne yapmamı istiyorsun?” der Zaita. Ama adam çaresizdir, kapısına gelmiş, yardım istemiştir. Zaita derin düşüncelere dalar:
“Derin düşüncelere daldığı zaman ağzı kocaman açılır, dili bir yılanın başı gibi titreyerek ileri geri hareket ederdi. Bir süre sonra, ‘İtibar, olabilecek en değerli sakatlık türüdür,’ diye bağırdı.”
Zaita Arşimet gibi bağırır, suyun kaldırma gücüne nazire dilenciliğin kalkındırma gücünü bulmuştur: İtibar!
“ ‘Ne demek istiyorsunuz, hoca efendi?’ diye sordu yaşlı adam, şaşkınlıkla.’
“ Zaita’nın yüzü öfkeden karardı ve ‘Hoca efendiymiş! Beni hiç cenazelerde dua okurken gördün mü?’ diye sordu.
“(…) Zaita raftaki bir fincandan yarım sigara aldı. Sonra fincanı yerine koyarak sigarayı lambanın aralığından yaktı. Sigaradan uzun bir nefes aldı, gözlerini kısarak, sakin bir sesle, ‘Senin ihtiyacın olan şey sakatlık değil. Hayır, senin ihtiyacın olan şey, daha fazla yakışıklılık ve zekâ. Entarini iyice yıka ve kendine ikinci el bir fes al. Daima zarif ve kibar bir şekilde hareket et. Kahvelerde oturan insanlara kayıtsız bir tavırla yaklaş, mütevazı bir şekilde bir yanda dur. Tek kelime söylemeden avucunu uzat. Sadece gözlerin konuşsun. Gözlerin dilini bilir misin? İnsanlar sana şaşkınlık içinde bakacak. Senin asil bir aileden olduğunu, zor günler geçirdiğini düşünecekler. Senin profesyonel bir dilenci olduğuna asla inanmazlar. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Muhterem görünüşün sana, diğerlerinin sakatlıklarıyla kazandığının iki katını kazandıracak…’ ” (2)
(1) Ortadoğu'da 'halk' yanıltıcı bir sözcük, herkes kendine göre bir halk icat edebiliyor. 'Ahali' daha ortalama, daha yerel, seyreden...
(2)Midak Sokağı, Necip Mahfuz, Kırmızı Kedi Yayınevi, İst. 2011, s. 132, 133

2 Temmuz 2013 Salı

İtiraflar



Jean Jacgues Rousseau İtiraflar’ında utanç duyduğu birçok olayı anlatır. Ama bir tanesi gerçekten yüz kızartıcı.

İyi bir yazarda bile itiraf yine de tam bir itiraf değildir. İnsan utancı yüzünden itiraf edebilir, ama utancını derinleştirmek için yapmaz bunu, itiraf ederken bu utançtan kurtulmayı umar. Puşt insanoğlu böyledir işte, itirafı asla utancı yeniden üretmez; itiraf yazarlarda ilgi çekme yöntemidir. Sadece ilgi çekme mi?.. Belâgat yöntemi de. İnsan durduk yerde kendini niye lekelesin? Allah’ın bildiğini kuldan esirgemeyeyim diye mi? Hadi canım. İtiraf, aklanma paklanmadır, insanoğlu bundan sonuna kadar yararlanır. Bakınız romanlarını birinci tekil şahıs ağzından yazan yazarlara. İtiraf nasıl da kendi lehinedir. Cezadan ve utançtan muaf bir üslûbu bulmuştur artık. Birincisi artık çok geçmişte kalmış bir şeyi anlatır, o eski ‘çocuk’la şimdiki kendisi arasına bir mesafe koyar, yani yazar olmakla yaşlanma arasında bir tür zamanaşımı yaratır, ikincisi yazarken kendisini aşar, kendisini yazının nesnesi yaptığı için yazar olanın prestiji adına eskisini harcar.

Çünkü itiraf, ‘itiraf ediyorum o halde kontrol bende’ demektir.

O zaman bir itirafın çekiciliği nerededir?

Anlattıklarında değil, kasten es geçtiklerindedir.

Neyse… İtiraf yine de hiç yoktan iyidir.

Doğarken annesini kaybetmiş, babası yeniden evlendiği için küçük yaşta kendi başının çaresine bakan, hayat okulunda kendi kendini yetiştirmiş, onun bunun yanında sürten Katolik sertifikalı gezgin Rousseau henüz yeni yetmeyken yüksek tabakadan dul ve çocuksuz Kontes de Vercellis’in yanına oda uşağı olarak çalışmaya başlamıştır. Kontes V. göğüs kanseridir ve bir süre sonra ölür. O öldükten sonra evin demirbaşı sayılan gümüş sırma işlemeli pembe ve hayli eskimiş küçük şerit kaybolur. Aranır taranır şerit Rousseau’nun eşyaları arasında bulunur.

Rousseau İtiraflar’ında söylemez ama bu şeridi çaldığı halde saklamayışının nedeni onun değersiz olmasındandır. Öyle ya kimse değersiz bir şeyi aramaya yeltenmezdi. Yoksa neden Rousseau çaldığı şeridi kendisini bu hırsızlık olayının birinci derecede faili yapacak şekilde eşyalarının içinde tutsundu? Şöyle der Rousseau: “Gerçi elimin altında çok daha değerli şeyler vardı. Fakat yalnız bu şerit beni tahrik etti ve onu çaldım.”

Peki neden özellikle bu şerit tahrik etmiştir?

Rousseau itiraf etmez.

Ama Rousseau kendini anlatmaya (itirafla karıştırılmasın) hevesli bir yazardır, şeridin kendisi için özel değerini bize önceden sezdirmiştir:

“Burada bir gözde olarak değil oda uşağı olarak hemencecik hizmetine girdim. Sırtıma diğer uşakların elbisesinin renginde bir elbise giydirdiler. Tek fark onların taktıkları kordonlardan bana verilmemiş olmasıydı. Üniformalar şeritsiz oldukları için hemen hemen sivil elbiseden faksızdılar.” (1)

Rousseau nihayetinde bir hizmetkârdır ama hizmetkârlar arasındaki hiyerarşinin üst basamağında yer almak, hiç değilse bunu sembolize edecek bir nişaneyle göstermek istemektedir. İçinde uhde kalmıştır. Kontes V. ölünce şeridin kendisi için değerini çalmanın değerine dönüştürmüştür. Bir intikam da yok mudur bu çalma eyleminde?

Rosseau’ya şeridi nereden bulduğunu sorarlar. Rousseau kızarır bozarır, kekeler ve suçu işe yeni girmiş saf ve güzel bir kız olan Marion’un üzerine atar, şeridi ondan aldığını söyler. Rousseau’yu Marion’la yüzleştirirler, herkes Rousseau’ya inanır. Rousseau bize bu olayı anlatırken pişmandır, hem de çok pişman!..

Peki neden iftira atmak için özellikle Marion’u seçmiştir?

Rousseau itiraf etmez.

Ama Rousseau büyük bir yazardır, en alçak halini anlatırken bile kendisini yücelteceğinin farkındadır.

Marion o kadar güzeldir ki, “Bir insanın onu görüp de âşık olmaması mümkün değildi.” der.

Rousseau Marion’a âşık olduğunu söylemez bize, daha da ötesi Marion’un kendisine ilgi duymadığını söylemez. Yalnız şu kadarını söyler: “Kurdeleyi ona vermek istiyordum. Ve onu yapmak istediğim şeyle, yani kurdeleyi bana vermekle itham ettim.”

Şeridi Marion için çalmıştır, şeritle Marion’u taltif edeceğini düşünmüştür. Ama yakalanınca  bir değil zincirleme birçok itiraf olasılığı belirmiştir:

  1. Marion’u seviyorum.
  2. Şeridi Marion için çaldım.
  3. Marion’un buna sevineceğini sandım.
  4. Marion bu şeridi kendisine hediye ettiğime mi, yoksa şeridi kendisi için çaldığıma mı daha çok sevinirdi bilmiyorum.
  5. Ama yakalanınca suçu Marion’a attım. Çünkü zaten onun için çalmıştım şeridi. Suçumu itiraf etseydim bir âşık değil hırsız olacaktım, üstelik sadece sizin gözünüzde değil, onun gözünde de.
  6. Suçu Marion’a attım çünkü işe yeni başlamıştı, kimse onun hakkında pek bir şey bilmiyordu, bana inanmanız daha kolaydı.
  7. Marion güzeldi. Çok güzeldi ve saftı. Çaldığım şeridi ona hediye etmeyi kurarak onun bu ulaşılmaz güzelliğini kirletmeyi düşündüm, yani kendimle eşitlemeyi.
  8. İftira atarak da eşitledim…
  9. Şimdiyse itiraf ederek eşitliyorum.
  10. O zamanlar İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nı düşünmemiştim daha.
  11. "Suçlunun vicdanı suçsuzun intikamını mutlaka alır..."



(1) İtiraflar 1. Cilt, Jean Jacgues Rossseau, Çev. Serkan Özburun, Kaknüs Yay. 3. basım, İst. s.90-98,