29 Mayıs 2014 Perşembe

Ödleklik, Masumiyet ve Yalan Üzerine Konuşmalar


Çağnam Erkmen
Her Okur Kitabı Yeniden Yazar.
Çağnam Erkmen, J.D. Salinger’in YKY’den yayınlanmış, Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabını, Ömer Şenel aynı kitabın Fransızcadan tercümesi olan Gönülçelen’i okumuştur. Sayfa numarası referansları iki ayrı çeviriye aittir.
Ömer Şenel:
Hikâyenin anlatıcısı Holden Caufield (H.C.) romanın ortalarında kendisini tanımlayacak şöyle bir laf eder :
“Kaybolması bana üzüntü verecek bir şeyim yok benim. Belki de ödlekliğim bir bakıma bundan ileri geliyordur.” (s. 101)
Yukarıdaki cümleyi baz alıp, cümleyi tersinden düşündüğümüzde kaybedince üzüntü verecek şeyleri olanların daha cesaretli oldukları doğru mudur acaba?
Oysa gözü karalığın ön habercisi olarak kaybedecek bir şeyim yok benim, der insanlar. H.C. ödleklikle sahip olduklarını umursamamak arasında ironik bir değiş tokuşa girer, biri diğerinin hem sebebi hem de sebeplendiği şeydir. Anlatıcı kafamızı karıştırır.

Buradan devam etmek isterim… Çünkü H.C. toplumu tiye alırken kendini de tiye alır, bunu yaparken kendini aşağılamaz, eyleme geçmediği için kendini ödlek ilan ederken, insanoğlunda köküne kıran giren zaafını açma, ortaya dökme erdemiyle bize asıl cesaretini sezdirir. ‘Kaybolması üzüntü verecek bir şeyi olmamak…’ Bu bir huy mudur, bir karar mıdır?

Cümleyi şimdi şöyle kurduğumuzu varsayalım: ‘Kaybolması üzüntü verecek bir şeye sahip olmamaya karar verdim…’

Çağnam Erkmen
‘Kaybolması üzüntü verecek hiç bir şeyim yok,’ söylemi her açıdan palavra. En azından egoyu kaybetmekten aşırı korkanın çaresizliğidir bu. Üzüntü, acı ve korku da ayrıkotu gibi üzerine basıldıkça gürleşecek, toprağına tutunacak kavramlar. Bazen cesarete bazen de anlatıcının dediği gibi ödlekliğe.  En çok korkanların en cesurlar olduğunu gözden kaçırmazsak, kaybetme korkusu hem kahramanlığın hem de ödlekliğin tekelinde olmuyor. Korktuğu için cesaret gösterenlerle, gözü pek olduğu için ürkütücülüğü tanıyanların farkı yok. Aslında H.C. kaybolmasından üzüntü duyacağı şeyi defalarca hatırlatıyor; neredeyse her bölümde. Üstelik derin bir çaresizlik ile. Bu yüzden cesaretsizlik yerine ödleklikle karşılık bulmasına şaşırmamak lazım. Kaybolmasından korktuğu şey; Masumiyetin kayboluşu.

‘Şey’ler sahteleştikçe, geliştikçe, tutunmaya çalıştıkça, var olma savaşı verdikçe masumiyetini yitiriyor. Anlatımın arka planında bu yitiriliş seziliyor:
“Ona kartopunu kimseye fırlatmayacağımı söyledim, ama bana inanmadı. İnsanlar size hiç inanmıyorlar zaten.” (s.40)

Mesela, dama taşlarını hep arkaya dizen küçük kızın oyunu oynamak yerine tercih ettiği dama taşlarını tahtanın arkasına dizme eğiliminin masumluğu... Kuralları işletmek yerine onu mutlu eden saflık ve naifliğe sahip çıkması gibi:

“Dama oynuyorduk. Arada bir takılıyordum ona, çünkü damalarını en arka sıradan hiç kıpırdatmıyordu. Ama fazla da ileri gitmiyordum, Jane’le fazla dalga geçmek istemezdiniz. Sanırım kızlarla fırsat buldukça langur lungur dalga geçmeyi severim, gülünçlük olsun diye. Ben aslında dalga geçmek istemeyeceğim kızlardan hoşlanırım en çok.” (s.78)

H.C. kitap boyunca naifliğini yitirmiş insanlara diş biliyor. Hepsini salak olarak değerlendirmesinin sebebi bu. Oda arkadaşı Stradlater’ın dama taşlarını arkaya dizen Jane’i anlamak yerine onu bir arabanın arka koltuğunda düzmekten ve düzüşünün de sıradan bir tekrar olacağını bilmekten huzursuz oluyor.
H.C.’nin üç gününde onca erişkin yerine on yaşındaki kız kardeşinin huzuruna ve koşulsuz sevgisine ihtiyaç duyması da yitirilmemiş masumiyete sahip çıkışından değil mi?

Ö.Ş
“Kaybolması üzüntü verecek bir şeyim yok” sözü değil burada H.C.’nin asıl anlatmak istediği; asıl anlatmak istediği ödlekliği… Ödlek olduğunu söylemesi de değil, birçok şey gibi kendi ipliğini pazara çıkarmaya karar vermesi… Yani dövüşmekten kaçındığı ama efendilik bende kalsın, diye kaçındığı değil; düz anlamıyla dayak yemekten korktuğu, dövüşmeyi beceremediği için ödlek olduğu. Yani ödleklik madara eden, piyasa işi maço bir ağızda karşısındakini dişileştirici bir kavramken H.C. bunu peşin olarak üstleniyor. Okuyucudan önce davranıyor; bir erkeğin dövüşmekten kaçındığı için insanın aklına ilk gelecek kavramı o kimse söylemeden itiraf ediyor. İtiraf etmekle kalmıyor, kavramı açımlıyor… Yeni bir ödleklik olanağı sunuyor… Elimizden yargı gücümüzü alıyor.  Olay şu: H.C. mendilini çalanı bildiği halde onunla dövüşmeyi göze alamıyor, fanteziler kuruyor ama fantezilerini gerçekleştirecek yürek yok onda. H.C. dövüşmeyi beceremediği için şiddet fantezisi kuruyor; ve ödlek olduğu için  mendilini kaybettiğine üzülmüyor. Rasyonalize etmek için de bunun tersini söylüyor. Ama yazarın ironik üslubuna dikkat, bizimle bir aldatma oyunu oynamıyor, aldatmayı hayatın sırtına yıkıyor.

Ç.E.
Dövüşmekten kaçınmakla, dayak yemekten kaçınmak arasındaki önemli farkı gözden kaçırmamış olduğunu sanıyorum. Çünkü ikisi arasında ironik bir ayrım var. Dövüşmek bir zafer edinimini beklentilerken, dayak yemekten kaçınmak mutlak ödleklik değil. Savaşmamaya baştan razı olmaktır; dövüşmemek. Edinimden vazgeçmek…Ve ödleklik burada. Yoksa yenilmek de dövüşmenin bir parçası. H.C. dayak yemekten kaçınmıyor ve defalarca hırpalanıyor. Ama sadece hırpalanmakla ve aşağılanmakla yetiniyor. Kendi cezasını diğerlerine verdiriyor. Dövüşmeme durumu; rıza göstermesi, sonuna kadar gitmemesi. Dayak yemekten korkmuyor, asla, ama dediğin gibi dövüşmekten kaçınıyor. Dövüşmemeyi salt fiziki anlamda kullanmıyorum. H.C.’nin ‘zafer kazanma’ ile ilgili sorunu var o yüzden kendini ödlek olarak görüyor. Hasmını kendisini dövdürtmeye zorlayan bir gıcıklığı var. Sahteleşmiş insanları sahtelikleri ile karşılaştırıyor. Bir açıdan onlara kendilerini dövdürtüyor.
‘Zafer kazanma’ bir çeşit yanılsama; sahteliğin teneke madalyası.

Ö.Ş.
Dövüşmekten kaçınanla, dayak yemekten kaçınan arasındaki farkı iyi anlatmışsın. Cesaret ve ödleklik kavramlarına tanımı veren bir maço dünyası var. Kavga, dövüş, savaş, mücadele v.b. şiddet içeren dünyada bu kavramlar bir standarda kavuşmuş. Çanakkale Savaşı’nda bir yığın kahraman sayarsın ama bu savaşa girmemize karşı çıkan bir tane bile cesur kişi sayamazsın. Çok zordur, bir kavramın anlamıyla oynamak. Ama düşünmek denilen şey, kavramı kendi hakkında düşündürtmek değil midir? Benim baştan H.C.’nin ödlekliğine takılmam bundan. Yazar önce kavramı belirsizleştiriyor. Nasıl yapıyor bunu? Düşün ki, Salinger’in bu romanı yayınlayış tarihi 1951, Amerika 2. Dünya Savaşı’nın galibi ve savaş öyküleri (ki çoğu kahramanlık öyküleridir ve Amerikalılar öykü anlatmayı pek severler) anlatıcıları henüz 25-30 yaşlarında ve yeni kuşak bu öykülerin gölgesinde kendine kimlik arıyor…
Sürekli dayak yersen dövüşmekten de kaçınabilirsin. Çünkü dayak yiyeceğini bile bile kendinden güçlüye saldıran kişi, bu dünyada cesur değil gülünç karşılanır. Tercih burada cesaretle korku arasında değil, korkuyla utanç arasındadır. Bu dünyada diyorum çünkü kavramları iyi ya da kötü yapan insanların onları kullanım şeklidir. Bir kavramın insan üzerindeki ilk etkisi kötü veya iyi olduğudur. Hatta kavramları en başta niteleyen ‘iyi’ ve ‘kötü’ kavramları da iyi ve kötüdür. Soru şu: anlam neden sabittir? Ve devamında: insanların anlamların sabit olduklarına inanmalarıyla düşünme faaliyetleri arasındaki ilişki ne? Şimdi H.C.’ye dönelim, H.C. ben ödleğim derken saf bir itirafta bulunmuyor amacı yenilgiyi kabul edip bizden rızamızı almak değil, hayır.

Cevap1 yazında “Kaybolması üzüntü verecek hiç bir şeyim yok, söylemi her açıdan palavra,” demişsin… Bence bir ruh haline ve edebi bir söze önerme muamelesi yapmışsın. ‘Herkes korkaktır’ demekle ‘sen bir korkaksın’ demek faklıdır. İkinciyi söylerken bir kişiyi özelleştiriyorsun, daha ileri gitmek istersen bu insanın korkularıyla nasıl baş ettiğini, korkularını nasıl gizlediğini gözlemlemelisin, eğer bu gözlem korku kavramını da sorgulamaya götürürse (ki bunun iki ayağı var, birincisi insanlar nelere korku diyor ve ikincisi kavram kendi halinde elimizdeki malzeme olarak bizi nasıl yönlendiriyor?) ‘özel’den ‘genel’i ilgilendiren sonuçlar çıkarabilirsin. H.C. “Kaybolması üzüntü verecek hiç bir şeyim yok,” derken bunu ödlekliğinin gerekçesi yapıyor, sanki kaybolması üzüntü verecek bir şeyi olmadığı için ödlek; peki ya tersi doğruysa, yani sebep ödlekliğindeyse, ödlek olduğu için hiçbir şeye sahip olamıyorsa. Bu muğlaklık bir gerçeklik tasvirinin gelgiti değil bir ruh halidir. H.C. ödlek olmanın kötü bir şey olduğuyla ilgili insanlarla hemfikir. Kavramın kötü izlenimi hakkında bir oynama yapmıyor. Birkaç satır önce şöyle diyor mesela. “Ödlek olmak hiç de hoş değil. Belki büsbütün ödlek sayılmam.” (s.101) Bir ihtiyat payı da bırakıyor… Ne var burada?.. Bana köpeklerin dövüşünü hatırlattı… Güçlü köpekle, çelimsiz ödlek köpek karşılaştıklarında çok kısa sürede bir tavır bozunması olur, çelimsiz köpek yere yatar ve boynunu uzatır, bu eylem güçlü köpeği aniden yatıştırır, sert bir fren etkisi yapar… Bence HC’nin okuyucuda ilk yapmak istediği bu, kendini ödlek ilan ediyor ama diğerini de zaferden mahrum bırakıyor…

Ç.E.
‘Sürekli dayak yersen dövüşmekten kaçınabilirsin’’ sözün sürekli aynı tipte bir ‘mücadele’den bahsedersen haklı olabilir. Kimse sürekli dayak yemez. Eğer dayak yiyorsan dayak atmayı da deneyimleyeceğin birini muhakkak bulursun. O yüzden ana babalarından şiddet gören çocuklar, sokakta dövecek daha zayıflarını arar ve bulurlar. Sürekli dayak yemek, bir dava için; biraz önce belirttiğim obsesif kompulsif tekrarlar için geçerli. Evet, güçsüzsen vazgeçebilirsin, kuvvetlenmeyi ya da zırhlanma süresini tercih edebilirsin. Bu yapılamıyorsa o zaman başka sebebe bakmak lazım. H.C. kendisine hoyrat davranılmasına izin veriyor. Dayak arsızı terimine de bir göz atmak gerekiyor. Neden gücün yetmediği halde kereler ve kerelerce saldırırsın?
H.C. fantazi olarak, bazılarını gebertmeyi düşünüyor ama kimseye el kaldırmıyor. Yapmak istediği, karşısındakinde bir sarsıntı yaratmak. Nitekim, el kaldırmak istediği tek an, kendisine benzeyeceğini anladığı ve kıyamadığı çok sevdiği küçük kardeşi oluyor. Onun elektroşoku burada. Sadece kendimizle yüzleştiğimizde zavallılaşıyoruz.
Sürekli yenilen birinin gülünç olması saptaması doğru ve duyulan utancı anlatıcı ‘çok utandım’ diyerek öteliyor. Öteleme bir açıdan olan biteni değersizleştirme. Utanma duygusu yok H.C.’nin, utandırma ile derdi var. Sahtekarı utandırmayı kendini kullanıma açarak yapıyor.
Standarta kavuşmuş kavramlar hakkında haklısın, tersinden okumakla ilgili yaklaşımını beğeniyorum da düzünü de ihmal etmeyelim.
H.C.’nin roman figürü olarak diğer figürler üzerinde yaratmak istediği etki yerine, okuyucu üzerinde bırakmak istediği etkiyi dile getirmeni ilginç buldum. Bu durumda okurun da bir roman kahramanı olduğunu mu düşüneceğim?  H.C.’yi bir New York sosyete veledi olarak kendi ‘tutarsız’ dünyasında bırakıp ona seyirci koltuğundan bakmak mı? Biraz daha açayım; teslim olan köpek gibi başını yere yatırması, okurda mı fren etkisi yapıyor, yoksa olay örgüsü içindeki hasmında mı?
Hasmı açısından ele alacağım, çünkü yazarın kahramanıyla okura aldatmaca yaptığını kabul ederiz değil mi?
Bu durumda önerme yanlış, çünkü hiçbir hasmı bir fren etkisiyle davranmadı H.C.’ye. Aksine saatte üç yüz km. ile giden bir yarış arabası gibi üzerine sürdüler. Nakavt! Sonra da yerde boylu boyunca bıraktılar. Ama ‘zaferden mahrum bırakma’ tamlaması oturuyor. Çünkü hasımları ne için bunu yaptıklarını anlayamıyorlar. Nasıl o noktaya geldiklerini de…
H.C., kitapta sürekli ‘Vay canına!’ diyor.
‘Vay canına adam gerçekten sinirlenmişti’
‘Vay canına, nasıl korktum bilemezsiniz!’ (s185)
‘Vay canına, coşmuştu adam!’ (S177)
‘Vay canına, nasıl da sinirliydim!’ (s98)
‘Vay canına, kendimi nasıl da tuhaf hissediyordum!’ (s93)
‘Vay canına, apar topar nasıl da içeri daldım!’ (s11)
Hc’nın vay canınaları çok değerli, çünkü dürtüsellik sahtelikle çatıştığı için en anlamsız dramatik olayda bile aniden olayın nesnesinden kopup reflekslerin hayranlık uyandırıcı kendiliğindenliğine tav oluyor. Gerçek buluyor… Yüzüne inen yumruktaki ‘saf’ dürtüye sahip çıkıyor.

Ö.Ş.
HC’nin ödlek olup olmamasına neden bu kadar takıldın? Sorunu yanlış konulandırıyorsun (konulandırmak diye de bir sözcük yumurtladım şimdi iyi mi, ilginç bir sözcük ha ne dersin?) sanki ben ödlek demişim H.C.’ye sen de onun sarsılan kişisel itibarını savunuyorsun: ‘Hayır ödlek değil cesur.’ Bak şurada anlaşalım; H.C. diyor, kendisine ödlek diye, ben değil… Benim peşine düştüğüm soru şu: Kendisine ödlek deyince ne oluyor? Bir gerçeği mi ifade ediyor, yoksa yeni bir gerçek olanağı mı yaratıyor? Çünkü insan kendisi hakkında tahkir edici bir sözcük kullanıyor ve bunu ilan ediyorsa kendi kabuğunu kırmak istiyor demektir, talepkârdır. Bir dilenci ben zavallıyım derken niyeti merhamet uyandırmak ve para koparmaktır; zavallılığı kroniktir, değişmez. Değiştirmek istediği diğer insanlardır, vurdumduymaz ilgisiz insanlardan diğergâm yaratır. H.C. de ben ödleğim, ya da işte ona yakın biriyim derken kavramı kendi üzerinde sabote ediyor. Ödlek olmaya karar vermiyor, ödlek olduğunu söylemeye karar veriyor. Kime söylemeye? Hasımlarına değil elbette, kendine yani okuyucuya söylemeye. Okuyucunun ödleklik ve cesaret kavramlarını hırpalamak istiyor… Kendini anlatıyor… Edebiyatın içtenlik gereksinimine cevap veriyor… Ödlek olduğunu söyleyebilen biri neden cesur sayılmasın? Keza aptallığını iyi anlatan biri zekidir bence. Oksimoron bazı durumlarda işe yarar. Sense cesareti her ne pahasına olursa olsun dövüşmesinde arıyorsun. Tamam, anladık sen kadın başına iyi dövüşüyorsun ama H.C. öyle değil…  Kaldığı o berbat otelin asansörcüsü yarı pezevenkle kavgada düştüğü hal: parasını kaptırıyor, midesine yumruğu yiyor : “Nasıl korkuyordum, bilemezsiniz.” diyor (s.114). “Nasıl titriyordum, bilemezsiniz.”(s.115) “Birden boşandım, başladım ağlamaya.” (s.115) Sonra da fantezi kuruyor, silahını eline alıyor pezevengin bağışlanmak için yalvardığı buna rağmen üzerine ateş ettiği bir fantezi… Ve en sonunda durumu ironize ediyor: “Allah kahretsin bu filmleri. İnsanı ne durumlara düşürüyor.”
Bir ayrıntı: “Nasıl korkuyordum, bilemezsiniz.” dedikten sonra devam ediyor, “Hiç unutmam, yumruklara karşı koyabilmek için kollarımı kaldırmıştım. Pijamalı değil de giyimli olsam bu kadar korkmazdım belki.” Ödlekliğini itiraf etmesi H.C.’yi özgürleştiriyor, üzerinden büyük bir yük kalkıyor, artık ayrıntıları görüyor… Çünkü dövüşçü değil, yazar olmaya karar vermiş.  
“Öteleme bir açıdan olan biteni değersizleştirme.” demişsin, ilgimi çekti bu cümlen.
Defalarca Jane’i aramaya yelteniyor ve her seferinde vazgeçiyor. Utanıyor… Ya da utanma ile çekince arasında kavramsal bir fark yaratalım burada…

Ç.E.
Tuhaf bir itişmeye girdik. Samimiyeti söylemin çarpıcılığı ile değerlendirmek konusunda düşündürtüyorsun. Kimi zaman kendimizi aşağılamak, yüceltilme şerefini karşımızdakine bahşetmedir. ‘Yoo! Hayır asla öyle değilsin,’ denmesini beklersin. Kavga anındaki korku ödlekliğe işaret etmiyor ve bunu anlatamadım mı? Ödleklik, dövüşmekten kaçınmaktır, demiştim. Bunu fiziki güç gösterisi olarak almıyorum. Mücadelenin her türlüsü dövüşmek. Sen kavramın büyüsü üzerinden konuşuyorsun ben oraya yaklaşamama gibi bir sığlık içindeyim. Aha! Bak kendimi aşağıladım. İstersen uzlaşma sorunumuz olmasın. Zorunda mıyız?
Öğretmeni H.C.’ye bir not verir, yazılı bir nişan. Böylece bunu kulaktan kaçırması mümkün olmayacaktır; ‘Bu başına sardığını düşündüğüm bela; özel bir çeşit, dehşet verici bir bela bu. Başına bela sarıp düşmeye başlayan birine dibe vardığını anlama şansı verilmez. Düşer, düşer, düşer, ama düştüğünü anlayamaz. Tüm düzen, hayatlarının şu ya da bu döneminde çevrelerinin onlara vermediği şeyi arayan insanlar için kurulmuştur. Veya çevrelerinin onlara sağlayamadığını sandıkları şeyleri arayan insanlar için. Onlar da aramaktan vazgeçerler..’’ ‘’Ama seni soylu bir biçimde ölürken görebiliyorum, şöyle ya da böyle değersiz bir dava uğruna... Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun bir insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.’’ (s.176)
Evet, ödleklik konusuna aynı yaklaşımla bakamadığımız için ve dediğin gibi özgürleşmediğini aksine girdaba girerkenki şarhoşluğun altbenlik konuşması gibi bir bariyersizlikten kaynaklandığını düşündüğümden, ve de ‘bir gerçeği mi ifade ediyor yoksa yeni bir gerçeklik tanımı mı, yapıyor’ sorgunu da H.C.’nin ödleklik ve cesaretle işim yok, bunların hiçbiri umurumda olmaz, şeklinde bir yaklaşımını olduğunu düşünerek, izninle, bu konuyu kapatıyorum.
Defalarca Jane’i arama konusundaki ötelemesi de, çekingenlik ve utanmadan ileri gelmiyor. Aynı ödlek olduğunu kolayca itiraf etmesi gibi, vay canına ne utandım söylemi de, utanmadığını, bunun da umurunda olmadığını gösteriyor. Sözcüğün sık kullanımı, sözcüğün anlamını değersizleştirmek için. Belki de... Belki de değil, kesinlikle bu kez soruna cevap verdim galiba. Şükür.

Ö.Ş.
Tersine döndün… ‘Dibe vurmak?..’ Ya H.C. aynı zamanda anlatıcı… Bütün yaptıklarını meşrulaştıran bir tutarlılığı var… Bunun için yazıyor… Kendini olumluyor… Olumsuzlarken olumluyor… Çünkü kendini anlatıyor… Ve berbat insanların arasında her şeyin farkında olan kendini… Ne dibe vurması; aktüelleşen bu deyimler yok mu?
Masumiyet farkında olmamakla, çocuksulukla ilgili gibi görünüyor. Öte yandan birine masum diye bakıyorsanız kendinizi paye veren bir yetkiye de kavuşturuyorsunuz demektir. Yani birine masum derken bunu deme konumunuz, diğerini bu sıfatla tanımlamaktan daha az önemli değildir. Tabi en önemlisi kaybetmişlik duygusu içinde söyleniyor bu. Sanki sürekli aranan ve bulduğunda elden kaçan bir şey, daha çok da geçmişte bir yerlerde duruyor, sanki bir zamanlar vardı şimdi yok gibi. Peki varken, o geçmişin kendisiyken de masumiyet bir özbilinç midir, yoksa dışarıdan tanımlanan mı?
Masumiyet tanımında dinî tonun hep daha ağırlıklı olduğunu düşünüyorum.
Bütün dinlerin ortak insan sorunudur masumiyet.
Adem ve Havva’nın gözünün açılmasıyla yitirdiği ve bir daha tam bulamadığı bir şey vb.
Masumiyet bir şey bilmemekle değil, masumiyetin kendisini bilmemekle oluşturulmuş bir kavram… Kendinizi masum hissedebilirsiniz, ya da suç ve masumiyet ikilemine düştüğünüz anları sınırlayarak herkes gibi yaşayabilirsiniz. Ama aramaya kalkıştığınızda kavram bir saflık, bir nirvana olarak hep uzakta bir yerde konumlanmıştır, elinize gelmiyor.
Güzel büyülü bir kavram, insana arınma vaat ediyor.
Oysa masumiyeti biz üretiyoruz. Mesela çocuklar masum mu?.. Kendi yaşıtları arasında bir izle bakalım, genel bir masumiyet bulabilecek misin?.. Biz büyüklerin dünyasında kontrolümüz altına girdikleri için masumdurlar, bize zarar vermediklerinde. Ama hep çocuklardan koruduğumuz bir dünyamız vardır… Masumiyeti üretiyoruz dedim, müsaadenle bunu açmak istiyorum… Tabi sözü illa ki H.C.’nin masumiyeti kardeşlerinde bulan döngüye getireceğim. Bu kardeşlerden biri ölmüş… Ölüler üzerinden de bir masumiyet üretimi yok mu? Belki de en çok ölüler üzerinden (bunu başka bir yazıda anlatacağım)…   Kendi halinde zararsızlıktır masumiyet. Ama nasıl zararsızlık? Zarar verme gücü elinden alındığı için veya zayıf olduğu için mi zararsız, yoksa zarar vermenin ne olduğunu bilen etik zararsızlık mı (yani zarar verdiğinde başına gelecekleri değil, yapsaydı diğer insanlara vereceği zararı bilen)?..

Ç.E.
Ha, sağol, bana edebiyat ayarı çektiğin için. ‘Dibe vurma’ H.C.’ye verilen dış ayardı benim saptamam değil. Dış bakışın yanlılığı üzerine bir sıçrama yapmıştım. Ayrıca ‘edebiyat gurularının dil kullanımındaki üstten bakış tavrını da başka bir sefer konuşalım.
Neyse, masumiyet üzerinden devam edeyim.
Masumiyet kendi başına bir olgu değil, tıpkı mutluluk gibi anlık olarak esen bir rüzgar. Yani bir kişi için salt masumdur demek mümkün değil. Bunu sıklıkla çocuklar için söylememizin sebebi saflık ve algılama eksikliği de değil. Masumiyet, inanmak ve şüphe duymamakla ilgili gibi geliyor.
Masumiyet kaybı inancın yitirilişi ve şüphe ile başlıyor.

“Bir kez Stradleter’la ben birlikte bir kızla buluşmuştuk. Ed Banky’nin arabasında, onlar arkada biz önce oturuyorduk. Herifte ne teknik vardı ama. Kızı o sakin, o içten sesiyle tavlamaya çalışıyordu; sanki, yalnızca çok yakışıklı bir herif değilmiş, aynı zamanda efendi ve içten bir herifmiş gibi. Kız durmadan, ‘’hayır, lütfen. Lütfen, yapma lütfen.’’ Diyordu. Ama bizim Stradlater kızı, o içten Abraham Lincoln sesiyle yumuşatmaya devam ediyordu. Sonunda, arka tarafta korkunç bir sessizlik oldu. Gerçekten utanç vericiydi. O gece o kızı becerdiğini sanmıyorum; ama felaket yaklaşmıştı buna. Felaket yaklaşmıştı.’’ (s52)

Yukarıdaki paragrafta ‘içten’ kelimesinin italik olarak yazılmasının bir sebebi olmalı diye düşünüyorum. H.C. içtenlikle ilgili bir şüphe içinde ve gencin yumuşak sesiyle yaptığı baskıyı mide bulandırıcı buluyor. Aynı italik yazım, genç kızın ‘lütfen’lerinde de var. Kız da sahtekar çünkü o da bir yandan istemiyormuş gibi bir sahtekarlık içinde. Aynı italik yazım karakteri, ‘felaket’ sözcüğü için de kullanılmış ki; bu da H.C.’nin sahtekarlığı. Bu italik yazı senin okuduğun Gönülçelen baskısında da kullanılmış mı? Bir bakar mısın? Çeviriyi de kontrol edelim.
...
“Sonra ortalıktaki sahtekarlara göz gezdirdim. Yan tarafımdaki bir herif getirdiği yavruyu acayip tavlıyordu. Kıza ellerinin çok aristokrat olduğunu söylüyordu. Bittim buna.’’ (s136)

“İnsanlar hep yanlış şeyi alkışlıyorlar. Ben piyanist olsaydım, gider bir kenefe kapanır, öyle çalardım. Neyse, şarkıyı bitirdiğinde, millet acayip bir alkış tutturdu. Bizin Ernie de taburesinde döndü ve o müthiş sahtekâralçakgönüllü tavrıyla eğildi. Bu ne sahtekârlıktı; Ernie’nin bu kasıntı halleri falan. (s84)

Alçakgönüllü sözcüğü de italik kullanılmış... Anlamlandırmayı sana bırakıyorum.

H.C. Gerçeklikle ilgili amansız bir şüphe içinde. Eğer samimiyetten şüphe duyarsak masumiyetimizi kaybediyoruz. Yapaylık yeniden konumlanmaya neden oluyor. İnsan gerçek değil, gerçekliğini doğumundan itibaren kaybetmeye başlıyor. Düşüncenin evrimi genel masumiyeti öldürüyor, ancak anlık masumiyetlerle de şaşırtıyor. Doğa durumunda kalamayan insan, yaşam zincirinde entrika üretmeye başlıyor. Entrika entrikayı tetikliyor. Bunun kötülük ve iyilikle ilgisi de yok. Bu bir varlık savaşı. Yaşamsal varoluş. Mesela bir aslanın hayatta kalmak için bir antilopu öldürmesi masumken, bir avcının onlarca sülün öldürmesi masum oluyor mu? Bu durumda bir vahşetten kurtulmak için adam öldürmeyi de masum bulabiliriz. Ya da gergin bir ortamda çaresizliğinden insan döveni, mutluluk üretmek için küçük yaşta biriyle sevişeni de...
H.C. görüntünün yapaylığını anlıyor. ‘normal’ kavramı topluluğun kabul gördüğü demekse, bireysel olarak farklı yaklaşımı dayatmak mümkün değil. Çevreyi gözleyerek bir konum kazanmaya çalışıyoruz. Bağımsız bir konumlanma mümkün değil, bir şekilde benliğe ve bedene yer açmak için diğerlerini ötelememiz gerekiyor. Bu da diğerlerinin icazeti ile mümkün. Bazen dürtüselliğin de masumiyet olduğunu düşünüyorum. Sanırım H.C. de aynı şeyden bahsediyor. O yüzden ‘vay canına’lara özel bir hayranlık duydum.
Bazı durumlarda adam öldüren birinin de (intihar dahil) safiyane bir dürtüsellik ve kesin bir kurtuluş için masum olduğunu düşündürten yanı olduğu fikrine ne dersin? Bu durumda senin yukarıda yazdığın zarar vermeme olgusu ile ters düşer gibi oldum.
Kahramanlıkla ilgili bir paragraf var, H.C.’nin savaştan dönmüş ağabeyinin düşüncesi;
“... Savaşa gitmek zorunda kalırsam, dayanabileceğimi hiç sanmıyorum. Gerçekten dayanamam. Sizi çekip vursalar filan, o kadar da kötü sayılmaz yani, ama askerde felaket uzun bir süre kalmak zorundasınız. Sorun da bu işte. Ağabeyim D.B. tam dört lanet yıl askerlik yaptı. Savaşa da katıldı –hem de çıkartma günü ön saflardaydı- ama gerçekten öyle sanıyorum ki savaştan çok askerlikten nefret etmiştir. O zamanlar daha küçüktüm, ama izinlerde eve gelişini falan hatırlıyordum, tek yaptığı iş yatakta sırtüstü yatmaktı. Oturma odasından bile zor çıkardı. Daha sonra ülke dışına gittiğinde, savaşırken filan vurulup murulmadı, hiç kimseyi vurmak zorunda da kalmamış. İşi gücü yalnızca bir kovboy generali, makam arabasıyla bütün gün oradan buraya taşımakmış. Bir kez, Allie’ye demiş ki; birine ateş etmek zorunda kalacak olsaymış, namluyu nereye çevireceğini bilemezmiş. Orduda aynı Nazilerdeki gibi bir sürü namussuz olduğunu söylemiş. Hatırlıyorum...’’

Şüphe ve inançsızlık burada da kendini belli ediyor.
Birine ‘bir şey’ diyerek  payelendirme yapılır evet, ama masum diyerek, tam tersi, masum olmamayı da bildiği varsayımından hareketle masum olunmadığı da garanti altına alınmaz mı? Kaybetmişlik olarak söylenmesi doğal. Çünkü masumiyet süreklilik durumu değil, aynı mutluluk gibi anlardan oluşuyor, o yüzden kaybedilip, kazanılıyor. Kazanılıyor, kaybediliyor.

Ö.Ş.
Şu ‘vay canına’ lafı İngilizce metinde nasıl geçiyor bir baksana?

Ç.E.
İngilizce metinde ‘boy’ olarak geçiyor. Oğlum... Oğlum ne salaksın! Der gibi. Hani yeni yetmelerin mesajlaşma dilinde ‘olm!’ demesi gibi. Ama ben çevirsem ‘lan’ derdim. O hayret nidası böyle daha uygun gibi. Nasıl da korkmuştum lan!... Coşmuştu adam lan!...

Ö.Ş.
Dinsel masumiyetten başlayalım, en tepeden: Tanrı masum mudur? Dindarlar böyle bir soruya yetki sorunu olarak bakıyorlar. Böyle bir soruyu Tanrı’ya soramayacağımız için soruyu baştan Tanrı adına reddediyorlar (bütün dinlerin ortak tavrıdır bu, Tanrı’nın cevap veremeyeceği sorulara sırf Tanrı’nın itibarını korumak için laf yetiştirirler): ‘Tanrı masum kavramından münezzehtir.’ Ama Tanrı bize masum olun diyor. İyi de kavramın nesnesi yok. Ev sahibi, eş sahibi olmaya benzemiyor. Masumiyete kendi bünyesel bütünlüğün içinde sahip olabilirsin ancak. Ama bunun için masumiyetin ne olduğunu bilmem gerekiyor. Çünkü dünya yapısal olarak suç (günah) mahalli, masum kalmanın da buna uygun bir yolu vardır elbette. Çünkü masumiyet yapısal olarak tanımlanmış. Mesela küçük çocuk (sözlükte masumun anlamı diye geçiyor) masum, yavru ceylan masum v.b. … Öte yandan din bize birebir suçun yanı başında bir masumiyet olanağını göstermiyor, suçtan başka bir yerde ve zamanda, hatta suç işlenip bittikten sonra arınma ritüellerinin sağladığı bir masumiyet vaat ediyor… Seni bağışlayabilmem için şunları şunları yapmalısın diyor… Hatta günah kendi halinde özerk bir yapı kazanıyor, yani sadece kötü bir şeyler yaptığın için değil de, dini ritüelleri yerine getirmediğin için de günahkârsın… Eğer günah işlediysen bil ki, birincisi dinsel ritüelleri yerine getirmediğin için başıboş kalan nefsin yüzündendir, ikincisi dinsel ritüelleri yerine getirmediğin için zaten günahkârsındır…
Şimdi ‘masumiyetini yitirmiş bir dünyada masumiyet aramak’ sözü ne anlama geliyor ona bakalım... Bu söz tam da dinsel masumiyetin peşine düşmek değil de nedir? Bir kere masumiyet yitirilmez; masumiyete bekâret gibi bakarsan bir gün yitirirsin tabi. Masumiyet insanı olumlayan pozitif bir sözcük… Herkesin hayrına olan bu anlamdan herkes aynı talepkârlıkla alacaklıdır. Burada masumiyet mutlak olarak iyidir. Yani masumiyetten söz ediyorsan iyi bir şeyden söz ediyorsun demektir. Ancak insanın hangi şartlar altında masum olduğu da yine mutlak bir tartışmadır. Biz masumiyetin iyilik çağrışımlı ana karakterini bozmadan içeriğini bozabiliriz. Sorun masumiyetin Tanrı’nın kendisiyle insanlar arasına koyduğu idealize edilmiş bir kavram olmasındadır. Buna göre farkında olmamak (yasak meyveyi yemeyip gözleri açılmamak), zarar vermemek, mütevekkil olmak, kanaat etmek, acı çekip sızlanmamak vb masumiyeti adeta bitkisel bir hayata çevirir. Bu da yetmez vara vara bir kaya parçasının masumiyetinden bile medet umabilirsin. Oysa tam tersine masumiyet farkında olmakla kazanılacak bir şeydir… Ne kadar kaçınsak da ister istemez pisliğe bulaşmak, hatta kimse bulaştığı şeye pislik demezken bile pisliğe bulaştığını hissederek ve bunun farkında olarak bir arınma imkanı olarak masumiyet. Ritüelle arınmak değil, farkında olmakla arınmak… Bir anlamda Hegel’in mutsuz bilinci… Bedeli bu… Ama bu mutsuz bilince bir eğlence molası da tanıyabiliriz. Neyle? İroniyle, argoyla, hayatın katı ciddiyetini itibarsızlaştırmayla…
Bence H.C. bu üç günlük molada kendi masumiyetini buluyor…
Bir de Sezen Aksu’nun seslendirdiği ‘Masum Değiliz Hiçbirimiz’ şarkı sözüne getirmek istiyorum konuyu. Bu söz duyduğumdan beri beni iğrendirmiştir. Bir Nazi ile bir Yahudi nasıl ‘masum değiliz hiçbirimiz’ şemsiyesi altında birleşebilir?.. Bu söz masum değiliz hiçbirimiz derken, hadi gelin uzlaşırsak masumuz hepimiz demeye getiriyor. Tespit yapmak değil, bir talep… Herkes kendi masum olmayışını ve diğerlerinin masum olmayışını sorgulamalıdır. H.C. bunu yapıyor. Sezen Aksu martaval okuyor… (Bu kadını sevmeyişim yüzünden iş bir intikama varacaktı nasılsa… Nasılsa masum değiliz.)


Ç.E.
Bir kaç kere okudum yazdıklarını, ilham verici ama biraz bol geldi üzerime. Boşlukları dolduramıyorum da... Bu yazışma bir münazara değil, anlamaya da çalışıyorum.
‘Suç’la (günah’la) masumiyetin bağdaşmayacağını söylemişsin. Hukuk ve kurallar onları uygulayacak aptallar olduğu sürece var olabilir. Bir kabulle çizilmiş kırmızı çizginin sağı suç, solu masumiyet nasıl diyebiliriz? Bir arkadaşım anlattı, küçük bir kız çocuğu annesi ile banyo yaparken, babasına ‘ama seninle neden banyo yapamıyorum,’ diye soruyor. Bunu düşünüyorlar. Banyo yapmaları masum bir eylem olabilir. Ama bir gün küçük kız babasıyla banyo yaptığını dile getirdiğinde, çevreden karşılaşacağı ayıplama, bir söz, bir bakıştan yanlış bir şey yaptığını (günah) düşüneceğinden bunun anormal olduğunu içselleştirecektir. Oysa bu kız çocuğu bir Fin ailesinde büyümüş olsa ‘normal’ masum bir yıkanma eylemi olacakken, Türk ailesinde masum sayılmaz. Masumiyet şüphe duymamakla başlar demiştim. Masumiyet kaybolurken fark edilen, kazanılırken vazgeçilen bir şey mi?
Tanrısal olgu konusunda çok bilgili değilim. Ama Esma-ül Hüsna’daki Allah’ın sıfatları/isimlerine baktığında insanın doğasına ait her şeyi bulabilirsin. Esirgeyen, koruyan, cezalandıran... Yani bu sıfatlara senin bakışınla baktığımda pek de masum değiller. Ama zaten ben, öldürme eylemi gibi bir eylemin bile masum olabileceğini sorguluyorum. Salt eylemin zarar vericiliğinden yola çıkmıyorum, bir evren mutluluğu için feda edilebilirlik de masumiyet olabilir kimi kez. Mesela canlı bombaların inanmışlıklarından ötürü bir çeşit masumiyet içinde olduklarını da (doktrin olarak değil, içsel olarak) düşünüyorum. Evet, itiraz edeceksin, burası Finlandiya değil. Ayrıca çocuklara çok yakıştırdığımız masumiyete de bakalım, ne acımasız olabildiklerini biliyoruz. Sen hiç sineklerin kanatlarını koparan, kedilerin kuyruklarını çeken, ve daha üç yaşında arkadaşını hart diye ısıran çocuk görmedin mi?
Masumiyetin olumlayan bir sözcük olduğu konusunu dile getiriyorsun, elbette işlenmiş bilincimizde bu şekilde yer buluyor. Ama işlenmemiş bir aykırılıkla baktığıma dikkat etmişsindir. Olumsuz eylemin de masum olabileceği konusuna takıldım galiba... Takılınca da berbatlaşıyorum.
Sezen Aksu’nun masum değiliz hiçbirimiz sözüne benim itirazım senin argümanından farklı. İnsan kişisi bir bütünlüğün içindeki tüm değerleri kullanır. Masumdur, masum, masumlar ve ya masum değiller diyemeyeceğimiz gibi... Masumiyet bir elbise değil, bir kere giydikten sonra davranışımızı ayarlayabildiğimiz. Bir gün içinde binlerce masumiyet binlerce ‘anti masumiyet’ üretebiliriz. Bak, bu kavramın zıddını bulamadım. Tersinden düşünmeyi sen daha iyi beceriyorsun, bir bak şu işe.
H.C.’ye gelirsek, o masumiyetini bulmuyor. O arafta. Bir çeşit salıncak. Masum olmayan ve çok masum olan davranışlarıyla savruluyor. Masumiyeti sorgulama konusuna gelince. Birisi benim için aşağılama maksadı ile, ‘sende masumiyet ve hüzün yok’ demişti. Bayağı bozulmuştum. O zaman ona ‘düşünüyorum anlıyorum ama eylem yapmıyorum, sence bu masumiyet değil mi?’ Diye çok da kafa yormadan itiraz etmiştim. Kırılganlığı göstermemek de masum sayılmıyor. İnsanların bir masumiyetölçeri var herhalde. Masumiyeti elle tutulmayan bir olgu olarak koz kullanmak da alçaklık. Ama yukarıda yazdığın ‘masumiyetin farkına  varmak’ değiminin bir tuhaf tarafı var. Birine çok masumsun dediğinde masumiyetini de elinden alıyorsun aslında. Masumiyetle kibirlendiriyorsun. Masumiyet yok oluyor.

Ö.Ş.
Aman aman… ‘Canlı bombaların inanmışlıklarından ötürü masum oldukları, hayvanlara işkence eden çocukların masum oldukları…’ İnsan cahil olmadan önce, kötü biri olmadan önce  önüne çıkan sorgulama fırsatları karşısında bilmemeye de karar veriyor. Bilmemek artık masum bir şey değil, bir irade işi ve müsaadenle son sözümü söyleyeceğim bu konuda masumiyeti bilmekle kazanacağız; diğerinin masumiyetini görmemiz bile bu bilme faaliyetimize bağlı çünkü…
         Romanda Jane Callagher diye bir kız var, bilirsin. H.C.’nin onunla ilişkisi üzerine konuşalım biraz da…

         Jane, H.C’.nin eski kız arkadaşı, sevgili olmamışlar sevişmemişler ama aralarında üstü örtülü bir sevgi bağı oluşmuş yine de. Naif bir sevgi.  HC ona âşık değil, bunu anlıyoruz, ama oda arkadaşı Ward Stradlater kızla bir gecelik kaçamak yaşayacağını söyleyince kıskançlık içinde bir şeyleri yeniden alevlendiriyor. Evet, kıskançlık bir sonuç değil yeniden doğan ilginin sebebi oluyor. Tabi nasıl bir kıskançlık diye de sormuş olalım şimdi.

         H.C. Jane’i iki yıl önce henüz on beş yaşındayken tanımış ve ilişkileri acemice oynaşmalardan ileri gitmemiş.  Şimdi olgun yaştaki Jane daha ileri gidebilir. Jane gitmese de H.C.’nin oda arkadaşı yakışıklı, karizmatik ve zampara Ward Stradlater baştan çıkarıcı olabilir.  Kıskançlık burada bir onur sorunu… Ve onur insani bir saplantıdır aynı zamanda…

         Hoşlanılan biri bir başkasıyla olursa ortaya üçlü bir aşağılama dizini çıkar: Hoşlandığını aşağılama, hoşlandığıyla çıkan diğerini aşağılama ve asıl ağır olanı kendini aşağılama…
      
        HC, oda arkadaşının çıkacağı kızın Jane Callagher olduğunu duyunca şoke oluyor. Kızın naif yapısıyla, arkadaşının kız avcısı hoyratlığını bağdaştıramıyor. Kızdan arkadaşına söz ederken küçümseyici bir dil kullanıyor:
         “ ‘Dansçıdır,’ dedim. ‘Bale male numaraları. O yaz sıcağında günde iki saat çalışırdı. Bacakları kalınlaşacak, çirkinleşecek diye ödü kopardı. Sık sık dama oynardık.’
         “ ‘(…) Damalarını oynatmak istemezdi bir türlü. Taşını damaya çıkardı mı, elini sürmezdi bir daha o taşa. Son sırada bırakırdı. Bütün damalarını son sıraya yerleştirir, bir daha kullanmazdı onları. Hepsini öyle yan yana dizilmiş görmek hoşuna giderdi.’” (s.41)

         Burada HC’nin W. Stradlater’e söz ettiği Jane naif değil ahmak biri. Oysa daha sonra bize anlattığı zihnindeki Jane’in dama oynarken tavrı ahmak değil naiftir: “Dama oynuyorduk. Ara sıra takılıyordum ona, damalarını son sıradan çıkarmıyor diye, üstüne varmıyordum ama. Jane’e çok takılmayı içi götürmezdi insanın. Bana kalırsa, en iyisi, kız milletiyle alabildiğine matrak geçmektir ama, tuhaf işte, en hoşlandıklarım bende takılma isteğini uyandırmayanlardır. Arasıra düşünüyorum da, işletilmekten hoşlanırlar herhalde diyorum -doğrusunu isterseniz, işletilmeye bayıldıklarını da bilmiyor değilim-, ama uzun süredir tanıyıp matrak geçmediğimiz bir kıza karşı tutumumu değiştirmek bana zor geliyor.” (s.89,90)

         Peki neden kızın ahmak bir portresini çiziyor? Bunu birbirini içeren iki nedenden ötürü yaptığını varsayabiliriz: Kızı küçümseyerek kendini beriye çekmek, uzaklaştırmak; buna savunma refleksi diyelim… Diğeri saldırı; böyle ahmak kızla çıktığı için arkadaşını da küçümsemek ve bu küçümseme dolayısıyla arkadaşının baştan vazgeçeceğini ummak, onu isteksizleştirmek. Ama H.C. kendisi yeniden istekleniyor. Arzu üçlemesi formülü: Diğerinin nesneye arzusu benim nesneye arzumu arttırır…

Ç.E.
Son satıra düşünmeye başlamadan önce şu bizim Jane kişisi üzerine fikrimi kısaca beyan edeyim. Kitaptan bir alıntı: Ama en azından Jane evde mi diye sorabilirdim. Sormakla ölmezdim yani. Canım istemedi ama. Böyle zırvalıklar için havanızda olmanız gerekir. (s.112) Açıkçası detaylara gizem yüklemeden üstten bir bakışla/hisle okuduğum için, H.C.’nin Jane’i sürekli arama isteğini, Poebe’yi, abisinin arkadaşını ya da yolculuğu süresinde bir kere konuştuğu o tatlı rahibeyi aramak istemesinden farklı görmedim. H.C. birçok kişiyi aramak istiyor, kimilerini arıyor da. Birincisi naif ve henüz sahtekarlaşmamış olanlar, ikincisi, çok zeki ve sahtekarlığı kandırmaca haline getirmeden içselleştirmiş olanlar. Tam bu noktada, yukarıda belirttiğinMasumiyet farkına varmakla başarılacak bir şeydir, saptamanın altını çiziyor ve elini sıkıyorum.
Konu konuyu açıyor, bir kitap üzerinde kayarak başka şeyler konuşuyoruz ki sakıncası yok, ancak aşk olgusunu bu kitap üzerinden konuşmasak daha iyi olur gibi geliyor.
Gelelim aşkta  ya da bağlılık ilişkisinde yitirilen, zedelenen onurun yeniden elde edilmesi çabasına. Var değil mi böyle bir şey? Ama her kayıpta var, bunu ‘aşk’ın sınırları arasına sıkıştırmak ne denli doğru bilmiyorum. Gözlemim şu ki; aşkı yaşadığını düşünen ya da düşündürten kişilerin, aksine, onurlarını zedeleme ilgili kaygıları olduğunu düşünmüyorum. Dediğim gibi bu konuyu pas geçiyorum.
Holden’in sürekli palavra sıkmasına da değinmek istedim. Açıkça yalan söylüyor kimi zaman. H.C. yalan söylediğinde genellikle ‘normal’. Oysa doğruyu dile getirdiği ve sıklıkla yaptığı gibi karşısındakine bayıltana kadar soru sorduğu zaman ‘anormal’. Bu açıdan incelersek, yaşamlar yalanlar üzerine inşa edildiğinde katlanılabilir oluyor. Nitekim hiç sevmediği arkadaşın annesine oğlu hakkında övücü sözler söylediğinde iyilik ve sevgi ile karşılık buluyor, tren yolculuğu iyi geçiyor Bunun gibi bir dolu örnek var ama ben artık sayfaları karıştırmak istemiyorum.
Kognitif terapi düşüncenin davranışı yönlendirdiği varsayımını kullanır. Bütün kişisel gelişim kitapları düşünceyi etkilemeyi, bir açıdan en önce kendine yalan söylemeyi esas alır. Jack Ensing Addington’un doksanlı yıllarda dünyayı sallayan kitabı; %100 Düşünce Gücü, baştan sonra bilişi kontrol etmeye dayanır. Kendine yalan söylemeyi ve yalanın düşünceyi etkilemesini ve düşüncenin de davranışı etkilemesini, davranışın da evrenin diğer kısmı ile etkileşiminden hayale ya da hedefe ulaşmayı amaçlar. Bu bir açıdan mistik, dinsel bir aura oluşturur, kısmen ve ya tamamen sonsuz mutluluğa ve ya evrenin sırrına ulaştıracağı inancını taşır. Ve öyledir de Eclard Tolle’nin Şimdinin Gücü ve  Secret’i gibi, ya da şimdinin gücü gibi çoğaltılacak örneklerle, yalan, form olarak önemsenir.
En önemli kişisel gelişim konusundaki danışman kitaplar, örneğin satış stratejileri, çocuk gelişimi konusunda yazılmış bütün metinler; yalan söyle! Der.
Doğru ve gerçeğin mutlak tanımı yapamayacağımıza göre. Başlangıç noktası olarak bu argümanla başlamak yanlış olacak. O halde tanım değerlendirmesi yapmak yerine ulaştırdığı mesajın yaratacağı kirlilik üzerinden bakmak şimdilik daha önemli. Yalanı olumsuzlayan eylemin kötülük olduğu kesinliğini bir başlangıç noktası olmaktan çıkarıp, tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Çünkü herkes yalan söylüyor. Kötülük, sözlük anlamında belirtilen salt yanıltma ya da ‘gerçeğe’ uygun olmadığı için mi kötülük olarak değerlendiriliyor, yoksa yalanın/ yanıltmanın sonuçlarının kötülüğe sebep olacağı için mi? İşte asıl sorun burada.

Her hal içinde kötülük; bir başkasının ve özün kaderini olumsuz yönde etkileyecek yanıltma olduğu varsayımından hareket edersek, o halde gün boyu söylenen yalanların bir çoğunun bu başlığın altına girmediğini biliyoruz. Nitekim, tüm dinlerdeki ve tüm mistik ilimlerdeki, ‘güzel söz söyle’ önerisi ile de çarpışmıyor. Çok çirkin bulsan bile, arkadaşına aldığı kıyafetin çok yakıştığını, pek genç ve güzel gözüktüğünü söyleyebiliyorsun. Ya da hiç güvenmediğin çocuğuna; senin başaracağına inanıyorum, sana güveniyorum, diyebiliyorsun. Ve biraz huzur için, seni seviyorum, sana aşığım, diyorsun. Böylece bunu sadece karşıdakine değil, aynı atmosferi teneffüs ettiğin tüm varlıkları da kapsayacak şekilde genel bir empati yaptığında kaderi olumsuz etkileyecek bir niyette olmadığını düşünebiliriz. Ne zararı var?
Çok iyi bilirsin ki, sadece gerçekler acıtır. Ama senin oğlun da çok aptal şekerim, der birisi. ‘Aa yok canım, doğruya doğru, ben hayatta yalan söyleyemem! Masumiyet ‘doğruluk’ üretmek için dolandırdığımız her olguda da yitiyor.

Kitaptaki çarpıcı cümlelerden birisi, kız kardeşinin naif saptaması idi:
Sen, olan hiçbir şeyi sevmiyorsun zaten (s159) 
‘Sevdiğin tek bir şey bile yok’’
....
‘’Neyse işte, şu anı seviyorum,’’ dedim. ‘’şu anı, seninle oturup çene çalmayı, gırgır...’’
‘’Ama bu gerçek bir şey değil!’’
‘’BU çok gerçek bir şey!’’ Kesinlikle öyle. Neden olmasın ki? İnsanlar hiçbir zaman bir şeyin gerçek bir şey olduğunu anlamıyorlar. Bu lanetlikten bıktım artık.’’

Ö.Ş.
Üşenmedim saydım, H.C. tam sekiz kez aramaya yelteniyor Jane’i, ama sadece bir kez arıyor, onda da kızın annesi çıkıyor telefona. Neden aramak istiyor ve neden vazgeçiyor her seferinde?.. Bu Salinger’in yarattığı H.C.’yi karakterize eden takıntılardan biri; bilirsin tanıdık birini arama ikilemine hepimiz düşeriz. Telefon, arama ikilemini geniş zamana yayan bir imkân sağlar, telefonla sürekli erteleyen bir esneklik tanırız kendimize. Onunla görüşmenin bize iyi gelip gelmeyeceğini tartarız kafamızda. Telefonla konuşma adabı kadim ev sahibi misafir ilişkisinin ikamesiyle oluşmuştur sanki: birini arıyorsanız diğerinin mekânına misafir olmuşsunuz demektir… Oysa herkes kendi mekânındadır ve telefon mekânı terk etmeden iletişim kurabilmemizi sağlamasına rağmen, aranan arayan karşısında rıza gösteren taraf avantajına sahiptir (Buna teknolojinin indirgenmesi diyeceğim ve bu yazı dışında düşüneceğim bu konuyu)… Ama Salinger bir kurmaca tekniği olarak okuyucuyu meraklandırmak için H.C. ile Jane’in yüzyüze gelme beklentisini bu arama ikilemiyle baştan sona diri tutmuştur da diyebiliriz. Daha ilginci romanda H.C.’nin başından geçen sekiz ayrı olay öyküsünün finali Jane’i arama ikilemiyle de son bulur sanki… Neyse, benim telefon fobim de var, sözü kendime bağlayarak daha birçok şey söyleyebilirim, ama şu kısıtlı sayfalarda biraz tutumlu olmak zorundayız galiba…

Diğeri kız kardeşi Phoebe… Senin ‘yalana methiye’ne bir katkı da ben yapayım şu örnekle: Kız kardeşi isterse ateşini yükseltebileceğini söyler, H.C.’ye alnına dokunmasını ister. HC dokunur ama bir şey hissetmez.
“Ateşimin yükseldiği belli değil mi?” dedi.
“Yoo. Ateşin mi olmalıydı?”
“Evet. Kendim yükseltirim ateşimi. Bir daha dokun bakalım.”
Bir daha dokundum, gene bir sıcaklık gelmedi elime, ama numara yaptım: “Şimdi başladı galiba,” dedim. Ne diye kızcağıza aşağılık duygusu aşılamalı durup dururken değil mi?”

Böyle bir yalanın vebali yok. Naif bir yalan. Sonradan yalan olduğu ortaya çıksa bile naifliğini yitirmiyor. Ama yalan, bütün kavramlar gibi kapsayıcı, genel bir kavram, birçok davranışı ortak bir özellik üzerinden tanımlanabilir genel bir davranış haline getirmesiyle böyle. ‘Yalan söylememelisin’ maksimi yalanın ne olup ne olmadığını yeniden düşünmeden bu davranışı da yargılayabilir. İnsan bir şey için, bir şey üzerine yalan söyler, yalanın nesnesi vardır. Nesnesiz yalan yoktur. Yalanın nesnel durumu yalanın özgünlüğüdür de. Dolayısıyla her yalan başka bir yalandır. Öte yandan yalanın ortaya çıkardığı bir nesnel durum da vardır. Bunu anlamadan, çözümlemeden her yalana kötülük üzerinden eşit muamele yapmak adaletsizdir. Etikle ahlâk arasındaki fark tam da burada işlerlik kazanıyor… Yalan iyidir ya da kötüdür gibi; daha da ilerisi beyaz yalan habis yalan gibi güya ayrım yapmış ama genelleme yetkisini üzerine almış iktidar talepli durumlara düşmemek gerekiyor. Bir insan doğruyu söylerken de asıl amacını gizlediği için kötü birisi olabilir. Çocuklarda görürüm bunu, gelir arkadaşını şikâyet eder, söylediği doğrudur da, ama amacı doğru söylemek değil, bu doğru üzerinden arkadaşının cezalandırılmasını sağlamaktır; dürüstlüğünden değil, intikam, hasetkâr vb duygularla yapar bunu… Ama ‘mutlu edici yalanlar’ ifadesi de aynı şekilde bir genelleme tuzağıdır. Aman dikkat…  

Ç.E.
Tuzak dedin de... Yukarıdaki ‘teknolojinin indirgenmesi’ ile ilgili düşüncenin yalnız telefonda değil, netteki mesajlaşmada da etkisi var. Mesela seninle mektuplaşmamız, arada kısa konuşmalarımız da dahil olmak üzere mekanımızı ve güvenliğimizi terk etmeden iletişim kurmamıza neden oldu. Üstelik ‘aynı metni’ alışık olduğumuz koku ve hareketten sıyrılmadan dördüncü boyuta (zaman) taşıdık.  Yani misafirimizi eşit kalınacak başka bir mekanda ağırlamak gibi... Üstelik istendiğinde çekilip gidilebilecek bir yer. Adeta bir park. Parktaki bir bank... İsteyen istediği zaman gelip oturabilir, bazen yalnız bazen birlikte. Zamanın akmayan bir tarafı ve mekandan bağımsızlığı var. Söz askıda kalıyor, söylendiği noktadan başka yerde bekliyor, ben gelip buluyorum. Sanal dünyalar hem tamamen dürüst, hem de aksine bu dürüstlüğün başka bir hayatın yalanı olduğunu bildirmesi açısından da kontrollü. Ne dersin?

Çavdar Tarlasında Çocuklar J. D. Salinger, YKY Çev; Coşkun Yerli, İstanbul, Ağustos 2013
Gönülçelen, J. D. Salinger, Can Yayınları, Çev: Adnan B