28 Haziran 2014 Cumartesi

Üçüncü Tekil Şahıs

Cumhurbaşkanı Gül'den 'paralel paşa' haberine sert tepki

Cumhurbaşkanı Gül'den 'paralel paşa' haberine sert tepki

Cumhurbaşkanlığının resmi sitesinden bugün bir gazetede çıkan haber üzerine çok sert bir açıklama yayınlandı.
İşte o açıklama;

Bugün bir gazetede Türk Silahlı Kuvvetleri ’nin komuta kademesi ve üst rütbeli subaylarıyla ilgili yapılan yayını Sayın Cumhurbaşkanımız büyük bir sorumsuzluk örneği olarak görmüş ve bundan derin üzüntü duymuştur.

Sayın Cumhurbaşkanımız, bölgemizde olağanüstü gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, milli menfaatlerimizin teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili yayınlarda her zamankinden daha fazla titizlik gösterilmesi gerektiğini hatırlatmıştır.

“…derin üzüntü duymuştur.”
Kim duymuştur derin üzüntüyü?
-‘O’ duymuştur.

‘O’nun derin üzüntü duyduğunu kim bildiriyor?
-Makam bildiriyor.

‘O’nun derin üzüntü duyduğuna kim tanık oldu?
Belirsiz…

Geçelim… Başka bişey:

“Derin üzüntü” bir duygu mu, bir duygu iletimi mi?
-Duygu iletimi (burada ‘duygu’ diye yazmak bile gereksiz, sadece ‘ileti’ demek kâfi.)

“Derin üzüntü duyma”nın görsel bir standardı var mı?
-Yok. Sadece yazılı ifadesi var.

“Derin üzüntü duymak” üzüntü duymanın mertebelerinden biri, üzüntü sınıflandırmasının zirvesi. Ama hepimiz biliyoruz ki, duygunun saf, yaşanmış hali değil. Öyleyse “derin üzüntü duymak” ile, “derin üzüntü duymuştur” ifadesi arasındaki fark ne?
-Birincisi, duygunun şimdiki zamanlı kendi halindeliği; ikincisi, geçmiş zaman hikâyesi… yani “derin üzüntü duymuştur” kişisi, biz bunu okuduğumuzda artık derin üzüntü duymuyor.

Peki artık duymadığı bir şeyi ifade etmenin hikmeti harbiyesi ne? Kamuoyunda bir duygu hemhalliği yaratmak mı? ‘O’ derin üzüntü duyduğuna göre biz de duyalım… Doğru mu bu?
-Hayır. Biri “derin üzüntü duydu” diye derin üzüntü duymazsınız. Derin üzüntü duyan ‘O’ya derin üzüntü duymak… Kendinizi zorlamayın, olmaz böyle bişey.

Acaba, aslında öfkelendi de bunu “üzüntü” gibi içe yönelik bir duyguyla ifade etmeyi mi tercih etmiş?
-Evet böyle bişey var.

Yoksa öfkelendiği halde, öfkesini tatmin edecek bir şey yapamadığı için mi üzülmüş?
-Öfke/üzüntü geçişlerinde bu tür bir abuk subuk diyalektiği varsayabiliriz ama, burada olan başka bir şey.

Nezaket?
-Evet nezaket ama, diğerine gösterilen saygıdan kaynaklanmıyor; dil, ilgili şahsın kendini yüceltme beklentisinin aracısı.

“(O) derin üzüntü duymuştur” derken gösterilen derin üzüntü değil ‘O’dur. Tabi gösteren de “derin üzüntü” oluyor bu durumda. Böyle diyebilir miyiz? Doğru mu bu? Gösteren ve gösterileni aynı ifade içinde tutmak… bu ikisi arasında bir didişme yok mu? Patlamasın sakın?
-Hayır patlamaz. Bu bir duygu temsili. Temsil patlamaz… Derin üzüntü duymak=öfkelenmek… Öfke, duyulan değil temsil edilen bir duygu en üst makamda. Üzülmeyle temsil ediliyor, ama gerçek safiyane haliyle üzülmeyle değil, “üzüntü duymuştur” ifadesiyle… Yani boş laf!.. Evet ama referansını hazır bir göstergeden alıyor, J. L. Austin’in edimsözü gibi. Zaten dikkat ederseniz bu haberi veren Radikal gazetesi sanki simultane çeviri yapıyor, “çok sert bir açıklama yayınlandı” diyor.

Peki nerden geliyor böyle bir dilin gücü?
-Uzaklıktan. Dil mesafe kurar. Tanrısal bir dil bu! Doğrudan konuşmuyor. Önce kendini bir ‘O’ haline getiriyor, sonra onun sözlerini dile getiren başka bir ‘o’yu (melek) konuşturuyor. “İlahınız bir tek Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. O rahmândır, rahimdir.” (Bakara,163) “Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı.” (Tekvin, bap 1-2) ‘O’nun adına konuşan biri yok burada, ‘O’nun sözlerini aktaran başka bir ‘o’ aracılığıyla ancak ‘O’ kendisi olabiliyor. Kendi adına değil, kendisi gibi konuşan  birileri: Çoğullaşma!.. Tekliğini muhafaza ederek oluşan çoğullaşma…


9 Haziran 2014 Pazartesi

Karaköy Vapur İskelesi



Karaköy vapur iskelesinin önü, bir mart akşamı... rüzgarlı serin hava hafiften titretiyor. Bir omuz hareketiyle tenimde dolaşan soğuğu savuşturdum, böyle yapınca üzerimdeki montu yeniden giymiş gibi oldum. 

Farkında mısınız bilmiyorum, Galata Köprüsü’nün yüksekliği bir kuytuluk verir buraya, akşamın bu saati vapurun da son seferlerine denk gelir. İşini gücünü bitirmiş, bir yerlerde demlenmiş, sevgilisiyle buluşmuş ve telaşsızca evine dönen insanlar… İnsanların iyi hali yani; göz göze gelirsiniz gerginlik yaratmaz, gözünüzü kaçırmazsanız akşamın kârı selam bile alırsınız onlardan…

Bir çift geçti önümden, vapur yolcusu değillerdi, buraya kadar gelmişlerdi ve yol bitmişti sanki. Kadının eli adamın montunun cebindeydi, adamın eli de oradaydı.

Kaçamak bir şey yaşıyorlardı.

Nasıl anladım bunu? Ya da nasıl anlatılır?

Konuşuyorlardı… Hayır konuşmuyorlardı, ağızları açık bakışıyorlardı. Sanki biraz sonra ayrılacaklardı, ya da haftalık/aylık buluşmalarından biriydi; özlem vardı, bir tedirginlik, ertelenmiş, sahiplenilmemiş şeyler…

Adam kafelerden birine yönelecek oldu, kadın ona kıyıdaki boş bankı işaret etti. Adam kadının yüzüne baktı, uzun süre birlikte olanlar öyle bakmazlar; adam kadının yüzünü taradı, her milimetre karesine ayrı ayrı baktı, sonra yeniden toplu bir bakış; gülümseyerek olumladı bu yüzü, içine çekti. Elindekinin kıymetini bilen bir bakıştır bu, sadece geçmişin özlemiyle dolu değildir, özlemini harcarken gelecek için de tasarrufta bulunan bakış; gördüğünü depolar, istemese de böyledir. Kadın sanki adamın dikkatini dağıtmak için (hayır tek taraflı değil, kendi dikkatini de dağıtmak için) gülerek başını iki yana salladı ve banka yöneldi.

Hemen önlerinde, ayaklarının altında demir bir halkaya bağlı boş bir kayık dalgada salınıp duruyordu ve tepelerinde mehtap vardı. Belki daha önce gördükleri mehtabın aynısı ama banka oturunca onu birbirlerine göstererek manzarayı tamamlayan bir şey olarak yeniden fark ettiler.

Bankta oturan iki sevgili… Dur burada. Bank… Bir mekân... Kamusal alanın sebil eşyalarından biri ama iki sevgili oturunca alabildiğine özelleşiyor, daha da ötesi mahrem. Kaçamak yaşayan iki sevgili için birden yuva haline geliyor bank, etrafta dolaşan ne alırdınız diyen garsonlar yok. 

Ama daha da özel bir şeyler var bu bankta. Rıhtımın tam kıyısındalar, önlerinden geçen kimse de yok ve sırtlarını insanlara dönmüşler, ufka bakıyorlar, ta uzakta adaların ışıkları.



Kadın başını adamın omzuna yasladı, ayın ışığında, suyun yansıyan alacasında kadının yüzü bir başka güzeldi. Tanrım çok güzeldi. Birkaç adım attım, arkadan iyice yanaştım onlara.

Kadın, “Böylece sonsuza kadar durabilirim” dedi…Duyup duyabildiğim bu kadarcıktı ama yetti, kahrolası hayat basitti işte…