22 Şubat 2015 Pazar

Dışarıda



Metroda… Otuz yaşlarında saçları kızıla çalan uzun boylu bir adam  sırtına bağlı iki yaşlarında bir erkek çocukla, tam karşımıza oturdu, yanımda kızım var. Erkek çocuk habire konuşuyor ve adam kafasını hafifçe doğrultup cevap veriyor, kafasını doğrultmadan da veriyor ama bu durumda sanıyorum çocuğun sorusu daha usandırıcı bir hal aldığı için ister istemez kambur duruşunu bozup kulağını ondan yana çevirmesi gerekiyor. Elinde bir şeyler karalanmış ciltli bir defter tutuyor. İyice öne eğilmiş. Defterin açılı sayfasında birinci satırla ikinci satır arasında bayağı bir boşluk var, oturduğum yerden görebildim bunu. Bence okuyormuş gibi yapıyor. Bir savunma bu. İngilizce konuşuyorlar. Adamın üzerinde uzun kollu bir tişört sadece, içinde de boğazını saran beyaz bir fanila, hiç üşür gibi bir hali yok, insanların soğuğa dayanıklı olduğu bir bölgeden gelmiş herhalde. İskoçya… İrlanda… İzlanda… Evet, İzlanda olabilir. Kirli sakalı da kızıl. Ama çocuk daha sıkı giyimli, kırmızı montu ve bol kapşonu sarıp sarmalamış onu, uzun saçları alnının yarısını kapatmış. Güzel bir çocuk. Göz göze gelmek için bir süre kolluyorum onu. Niyetim göz göze geldiğim anda bir gülüş çakıp sempatik görünmek. Varlığımdan herkese dağılabilen ve bana geri döndüğünü hissettiğim bir sempati. İyi geldiğinden değil, taklit bir davranışı yerine getirme isteğinden (Doğal haliyle kalsa iyi gelirdi tabi, ama kendi gerçekliğimin farkına varınca mutluluk aniden kurguya dönüşüyor). Herkeste bu kadarcık sosyalleşme yeteneği vardır, etrafta bir çocuk bulursun ve ona gülümsersin. Maliyeti yok. Şimdi bunun üzerinde durayım mı biraz? Hayır durmayayım. Ama çocuk bir türlü benimle göz göze gelmiyor, ya daha uzağa bakıyor, ya da babasının kafasının arka tarafına bakarak bir şeyler söylemeye devam ediyor.  Bir an bana baktığını sanarak bir gülümseme koyveriyorum, ama karavana, gülümsemem havada kalıyor. Yanımdaki cep telefonunu karıştıran kadın, çaprazımdaki mor bereli adam, ayaktaki taytlı kadın çevrede kim varsa herkes onlara bakıyor. Adamın solundaki bir kadın göz kırpıyor çocuğa ama çocuk oralı olmuyor. Bir ara çocuğun şöyle dediğini duydum (onca konuşma içerisinde duyup anladığım tek söz de buydu zaten, çünkü birkaç defa tekrarladı) : “Daddy, who they are?” (Baba kim bunlar?)


Akşam eve dönerken otobüste… Solda, engelliler ve yaşlılar için ayrılmış karşılıklı ikişerli koltuğun gidiş yönünde ve pencere kenarında oturuyorum. Otobüsün en berbat koltuğu ama ne yaparsın Kadıköy, Beşiktaş derken ayaklarıma kara sular indi, Sarıyer’de boşalır boşalmaz oraya çöküverdim, hiç değilse pencere kenarı olması durumu kurtarıyor. Karşıma genç bir çift oturdu; adetten olduğu üzere kız pencere kenarına. Oğlan kolunu kızın koltuğunun arkalığına doğru uzattı, bayağı da uzun bir kol. Bacaklarını iki yana doğru yaydı. Birkaç defa bacaklarına baktım sertçe, toparlanır gibi oldu ama, bakışımdan mı etkilendi yoksa kıçını mı rahatlattı bilemem. Tamam kızı sahipleniyor ama bence daha çok işgal ediyor. Kız pek rahat değil; aslında benim varlığımdan da rahat değil, oğlan da rahat değil. Ben de değilim. İçimden hassiktirin inin bir durak sonra diyorum. Pencereden dışarı bakıyorum, bir şey görmüyorum, cam dışarıdan çamurlanmış, içerinin gölgesi baskın zaten, sadece ışıklar var. Aptal bir bakış… Oğlanın koltuğun arkasındaki parmakları arada kızın omzuna dokunuyor ama bir okşama biçiminde değil, bir yoklama, hatta parmak uçlarında nevrotik tempo. Kız omuzlarını büzmüş, koltuğunda iyice küçülmüş. Sevgili olduklarını sanıyorum. Henüz aleniyete dökülecek kadar değil. Kız huzursuz. Hadi inin artık diye diye kaç durak geçti… Nihayet indiler… Bütün kaslarım gevşedi o an… Otobüs de seyreldi… Son durakta inip yokuş aşağı evin yolunu tutarken soğuk rüzgâr içime işledi, terimi soğuttu. Gerginlik teri bu… Hasta olmasam bari… Ne zaman dışarı çıksam gerginlik veren birileri oluyor, bakışımı nereye doğrultsam orada birileri bitiveriyor. Şerefsizler… Gerginlik atmosferin bir boyutu sanki, kötü bir şeyler bir yerlerde birikmiş, kuşatıyor…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder