25 Temmuz 2015 Cumartesi

Siz Işidçi Misiniz?

                                                  Ece Dinç


Sanki intihar bombacısıyla şöyle bir pazarlık yapılmış: ‘Sen kendini patlat, biz senin öldürdüklerin hakkında gerekli suç dosyalarını hazırlarız. Arkadaşlarımız da paylaşır namın yürür, bok yoluna gitmezsin.’ 


Suruç katliamından sonra katliamı haklı göstermeye çalışan bir takım paylaşımlar... Bunlardan biri de Suruç’ta ölen Ece Dinç’in olduğu iddia edilen fotoğraf ve altında 'Şarjöre mermi dolduran bir genç kıza masum mu denir?' yazısı...

Yetmedi Ece Dinç'in İstanbul Karaahmet'teki mezarlığına saldırdılar.

Ece Dinç'in ölmeden önce girdiği sınavlarda İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü kazandığı  belli oldu. 






İnsanların Kobani’de IŞİD’e karşı savaşmak için gittikleri bir sır değil. Şahsen ben de laiklik için, çağdaşlık için, evrensel hukuk için; bu vahşi Işidçi güruhlara karşı Kobani halkını destekliyorum, gönlüm onlardan yana. Savaş bu, herkes birbirini öldürür. Bu sözümden sakın savaşı olumladığım gibi bir anlam çıkarmayın. Ama Suruç’ta öldürülenler sivil! Ve bir intihar bombacısı bırakın savaşın her tür aşağılık koşullarını bir silah biçimi olarak kendisi aşağılıktır. Kim yaparsa yapsın hepsi aşağılık! Hiçbir savaşçının amacı düşmanımı öldüreceğim diye kendini ve sivilleri öldürmek olamaz. Bunu Japonya denemişti kamikazelerle. Bu intihar saldırılarıyla, atom bombasının kullanımını meşrulaştırdılar! Denek olmayı adeta kendileri istediler. Üstelik Japonya zaten bitmişken, teslim olmaya hazırken. Üstelik dünyanın hiçbir yerinde atom bombası kullanacak bir direniş noktası kalmamışken. Sebebini ben söyleyeyim size, yalnız sözüme başlamadan önce derin bir nefes alın beyninize oksijen gitsin biraz… Bir kere kalleşçe Pearl Harbor baskınını yapan, Nazi müttefiki, Uzakdoğu halklarının anasını ağlatan Japonya için kimse üzülmezdi. İkincisi bütün dünyaya bu savaşın galibi benim demenin en kestirme yoluydu atom bombası. Üçüncüsü (bence en önemli sebep bu, rakibin dekarte edileni diğer rakiple savaşa, tam da "politikanın başka araçlarla devamı olan savaşa" kurban edilir; dekarte edilen kendini çok önemsediğinden hâlâ savaşın asli taraflarından biri olduğunu sanır... şu:  eğer ABD atom bombası atmasaydı), Kızıl Ordu’yu 1905’ten kalma bir sınır sorununu bahane edip doğuya kaydırmaya başlayan Sovyetler’in Japonya’yı daha önce işgal edeceği kesindi!.. Konuyu uluslar arası boyuta taşımışken buradan devam edeyim… Malûm, İran atom bombası sevdasından vazgeçti. Öyle yaramaz bir çocuk gibi İsrail’in var, ben de isterim diyemezsiniz, oyuncak mı lan bu diye adama sorarlar. Müslüman devletlerden sadece Pakistan atom bombasına sahip; ve vekaleten sahip, bombanın düzeneği kendi ellerinde değil, yani bomba oraya yerleştirilmiş; bunun anlamı: bomba başka yere atılmayabilir, orada patlatılabilir!.. Sosyalist sistem çökse de nükleer sistem çökmedi. Nükleer sisteme sadece medeniyetler sahip olur. Tekrar ediyorum: Sadece medeniyetler!.. Atom bombasının yapımını ayete bağlayan kafayla Cern’de atomları çarpıştıran kafa aynı olamaz. Yani atom bombası bir sahiplik sorunu değil, bilimsel bir hak ediş sorunudur.  Gelelim ahlaki soruna; Kohlberg’in (siz şimdi Yahudi dersiniz ona) ahlaki aşamalarının nirvanasına; bu hususta Einstein’la aynı fikirdeyim, her tür nükleer bombaya karşıyım. Ama iş buraya gelene kadar bir ışidçinin aşması gereken o kadar çok mesafe var ki, hey kime söylüyorum desem yeridir.  

Bir ışidçi medeniyet düşmanıdır, bu anlamda Nazi’den bile kötü. Nazi; faşistti, gaddardı, soykırımcıydı, savaş suçlusuydu vb ama medeniyet düşmanı değildi. Komünist Picasso’nun tablolarını gasp edecek kadar resimden anlıyorlardı. Işidçi binlerce yıllık heykelleri parçalıyor put diye. Amacım burada bir ehveni şer imkânı yaratmak değil, karşı karşıya olduğumuz kötülüğün ne menem bir şey olduğunu anlatmak; bunu da maliyeti en düşük yolla, kıyaslama yoluyla gösteriyorum. Sanatla putu ayıramayacak kadar mankafa bir mahlukat var karşımızda…

‘Hayır biz de medeniyet taraftarıyız; hadistir, ayettir’ diye sözümü kesmeyin. Aklınıza Başbakan’ınızın, Cumhurbaşkanı’nızın Batılı yetkililerle çekilmiş fotoğrafları gelmesin. Protokolle, samimiyetin beden dilini birbirine karıştırmayın. Fatih İmam Hatip Lisesi’yle, Harvard’ın medeniyet buluşması olmaz. Şöyle anlatayım: Bir Harvardlı, Fatih İmam Hatip Lisesi’ni etnolojik bir nesne olarak araştırır, inceler; bunun tersi olmaz. Ya da daha mutedil bir dille söyleyeyim: bir Fatih İmam Hatip mezununun Harvardlı olması bir arzuyken, yeryüzünde Harvardlı birinin İmam Hatipli olması gibi bir arzu üretimi yoktur. Peki bu bir kader mi, biz veya siz buna mahkûm muyuz? Değil tabi, medeniyetler buluşması için evrensel bilime, evrensel akla katkı yaptığınız sürece ister istemez yeriniz orasıdır. Bir fizik hipotezi gibi iddialı şeylerden söz etmiyorum. Bir barış hipotezi de olabilir bu.

Barış için kendi payıma düşeni söylemiş olayım bu arada: Suruç katliamına misilleme Urfa'da iki polisin öldürülmesini, İstanbul'da, Adana'da, Diyarbakır'da insanların Işidçi diye öldürülmelerini kınıyorum.

Bilmiyorum bir IŞİDçiyle aranızdaki mesafe ne kadar?.. Ama bu paylaşımınız beni giderek bu işin medeniyetler savaşına doğru evrildiğine ikna ediyor. Ve sormak istiyorum: ‘siz IŞİDçi misiniz?..


11 Temmuz 2015 Cumartesi

Kısırkaya Plajı (2014 Yazı)











Ambulans sesini duyunca eyvah dedim yine mi? Elimdeki kitabı bıraktım pencereye koştum, tepedeki yoldan kendine yol açmaya çalışan bir ambulans; sabahtan beri bu üçüncü. Yolun her iki yanında park etmiş arabalar, önde trafiği tıkamış birkaç arabanın sağa sola kafalarını sokmaya çalışmaları, olmadı tekrar… ve bir dakika sonra yol açıldı. Sahile baktım, denizin içi, kıyı insan kaynıyor;  denize paralel, yan yana,  art arda tüm sahil rengarenk giysi öbekleri... yedi yıldır buradayım ve hiç bu kadarını görmedim, çıkarılan giysilerin işaretlediği (rezerve ettiği) yerler 'sahipli' anlamına geliyor.

Çıkarılan giysinin konaklanan bir mekân işareti olduğu kadar çıplak bedenin mahremiyetini de ifade etmesi; ilginç bu... İnsanın durduk yerde kendine bir mıntıka edinmesinin bir tür mahremiyetle gelmesi; yani önce öne çıkarılanın mahremiyet olması… İnsanların giysileri etrafında gidiş geliş tarafiği, sanki bedenleriyle mekanları arasındaki ilişkiyi doğrulamak için daha çok (başka bir yazı konusu bu)…

Acaba nerede boğuldu? Birinin boğulduğu bölgede anormal bir toplaşma olur; dikkatini denize vermiş, suda kimsenin olmadığı, insanların seyre koşuşturduğu bir bölge… Hayır, her yer sütliman.

Ambulans sola kıvrılan tepenin ardındaki yolda kayboldu,  sirenini duyabiliyordum, sonra ilerdeki burnun eteğinden ortaya çıktı, sahile doğru tozu toprağa katarak hızla ilerledi. Demek  plajın ucunda boğuldu. Hep orada boğulur zaten. Penceremle ora arası bir kilometre civarı, içimde plajın bütün kalabalığının oraya doğru akacağı gibi bir beklenti… bu beklentim o kadar güçlü ki, adeta dürtüsel bir şey… çoktan olup bittiğini düşündüğüm facianın bir de gözlerimin önünde  gerçekleşmesini bekliyorum… ama beklentim boşa çıkıyor, hemen berideki insanlar bile kılını kıpırdatmıyor. ‘Kılını kıpırdatmak’ deyimi abartılı tabi; bu mesafeden kimin kılını kıpırdattığı, kimin kıpırdatmadığı gibi bir ayrıntıyı görmem imkânsız…

Tuhaf bir durum. Yani benim açımdan tuhaf… Acaba biri fenalaştı da düzeldi mi?.. Bir süre kalabalığın orada yoğunlaşacağı beklentisiyle pencerede kalakaldım, ama nafile, her şey yerli yerindeydi, hayal kırıklığıyla kitabıma geri döndüm. Birinin boğulduğunu sanmak, sonra bunun olmadığını görmek; elbette insafsız bir hayal kırıklığı…

Yarım saat geçti geçmedi tekrar bir ambulans sesi… bu sesi seviyorum insanı canlandırıyor, kendinden çıkıyorsun…  canlanma bu değil mi zaten: kendinden çıkmak…yoksa odamın loşluğunda elimde kitap mayışmıştım... Misyon filminde Robert de Niro’nun ağır yarasıyla upuzun yattığı savaş alanında son bir çabayla kafasını kaldırarak çarpışan insanları izlediği bir sahne vardır, bu sahne gözümün önüne geldi şimdi… Pencereye koştum, aynı ambulans tepeden geri dönüyordu… Plajın ucuna baktım anormal bir hareketlilik yok… Ne demek oluyordu?.. Biraz açıkta kırmızı bir bot, içinde iki kişi… Ambulans oturduğum evin arkasındaki yola girerek gözden kayboldu, ama siren sesi biraz daha sürdü… Arabalar tepedeki yol boyunca ilerlemeye devam ediyordu, sıcaktı, çok sıcak… saate baktım 1’e geliyordu. Hemen aşağıda, sahilin beri ucunda iki yaşlı kadın ele ele denize girmeye çalışıyordu; kıyı, dalgaların geri çekilmesiyle yer yer açığa çıkan yosunlu  kayalarla kaplıydı, ayakları kaydıkça birbirlerine tutunup gülüşüyorlardı. Oranın azcık ilerisinde lağım akıyordu ama kimse bunun farkında değildi. Daha önce kumla üzeri kapatılan lağım, geçen sene boruyla denize verilmişti. İki çocuk hızla denize dalarken kadınlara su sıçrattı. Kadınlar denizin içine oturdular. Muhtemelen sudan ürpererek bağrıştılar, ama ben duymadım. Plaja bir uğultu hakimdi, insan sesinden çok, arabalardan yükselen müzik sesleri… Ortadoğu milletlerinin biteviyesiz müzik dinleme hastalığı… yanlış söyledim, müzik dinleme değil, müzik çalma hastalığı, başkasının kulağına muhtaç… Ses eğreti bir mekan yaratıyor. Müzik değil bu. ‘Dum tıs!.. Dumm tıs!..’ sadece rüzgarla ve dalga sesiyle karışan bas sesler. Karışma da değil, çarpışma… havada çarpışan sesler…

Ve bir ambulans daha, uğultunun içinde net bir ses… Caminin arkasından çıktı, tepeye doğru tırmandı. Boydan boya plajı taradım, kalabalığın hareketlerinden ambulansın nereye gidebileceğini tahmin etmeye çalıştım, her yer kalabalıktı ama tekdüze bir kalabalık. Ambulans  burnun eteğindeki yoldan plajın öbür ucuna gitti, deminki ambulansın durduğu yere. Kıyıda birbirinden kopmayan altı yedi kişilik bir grup vardı, ayaktaydılar. Ambulanstan inen iki kişi onların yanına vardı… Her ne olduysa orada oldu… Beş dakika kadar baktım öyle, birkaç kişi yürüyerek gruba katıldı, sonra on metre ilerde başka bir grup oluştu, kırmızı bot peşinde köpükten iz bırakarak bir ucu kıyıya yakın halkalar halinde tur atıyordu.  Ama diğer insanlar hiç istifini bozmadı.  Bütün bunları bir km uzaktan görüyor ve yorumluyordum. Alternatifleri sıraladım: Biri sıcaktan fenalaşmıştı, biri boğulmak üzereyken denizden çıkarılmıştı, birileri kavga etmişti ve yaralananlar vardı,  biri boğulmuştu ve cesedi suyun içindeydi… tahminlerimden en sonuncusu akla yakındı. Ne güzel, tahmin ufku ayağına getirir, tahminini kimseye söylemediğin sürece yanılmış sayılmazsın. Bir de tahminine inanırsan tembelleşirsin. Ama tahminimle gördüklerim arasında birkaç çelişki vardı,  Öyle ya deminki ambulans neden geri dönmüştü?..  Diğer insanlar neden olay mahalline akmıyordu?.. Gerçek ordaydı… Altıma şort giydim, havluyu omzuma attım ve dışarı çıktım. Neden havlu? Denize girmeyecektim…
  
Arabalar ve arabalar… yeni bir halk var artık, arabalı halk… buradaki halkı ikiye ayırabiliriz: giysisini arabada çıkaranlar, giysisini plajda çıkaranlar… hangisi daha kalabalık bilemem… arabanın bir beden aksesuarına dönüştüğü ortada, açık kapıdan uzanmış bacaklar, arabanın tavanına konulmuş bira kutuları, müzik (her kafadan bir ses), kornayla oynayan çocuklar, ön kaportaya popolarını dayayıp tepeden denize bakan çiftler, ızgara yapıp arabasının açık kapısından bir şey almak içeri uzananlar… arabalar park edilip terk edilmiş değil, aslında insanlar arabalarının yanına park etmişler… kimsenin boğulmayla ilgili tek söz ettiği yoktu, hatta o tarafa bakan da yoktu. Plaja sapmadım hemen, tepeden yürüdüm arkadan gelen arabalara yol vermek için habire kenara çekildim, kenar dediğim park etmiş arabaların arasındaki boşluk… içimden küfrettim: ‘arabalarınızı s.kim!..’ Ve insanlara baktım haşemalı, bikinili, şortlu, mayolu, uzun etekli, kara çarşaflı kadınlar; çeşit bol. Ve çöpler gördüm, çoğu ayağıma dolaştı, kâğıt ve naylon bardaklar, pet şişeler, mısır koçanları, eğilip bükülmüş bira kutuları, ıslak mendiller, açılmış ve içindeki pisliği gösteren çocuk bezleri, mangal kömürü poşeti, boya kutuları, terlik teki, koltuk minderi, oyuncak kürekler, karpuz kabuğu… ve  uçuşan poşetler, kurumuş bir saptan kurtulup diğerine yakalanan, rüzgarda titreşen yırtık pırtık poşetler; sanki otların kocaman kocaman taç yaprakları… Ortadoğu toplumlarının çöple ilişkisi konusunda birkaç şey daha söylemesem olmaz şimdi, içimde ukde kalmasın. Hazır konu açılmışken diyorum. Çünkü birazdan anlatacaklarımla bu çöp meselesi arasında mantıksal bir bağ var, seziyorum. Malum, Ortadoğu milletleri çöpünü yere atmaya meyillidir. Bunun birinci sebebi termodinamiğin ikinci yasasıyla açıklanabilir: ‘Evrende her şey minimum enerjiye ve maksimum düzensizliğe eğilim duyar.’ Çöp kovasına gidene kadar çöpü taşımaktansa bulunduğu yere atmak yeğdir. Bunu geçelim, aklımda daha özgün sebepler var… Bir kere nesnenin ayrıştırılan ambalajı ya da tüketilmeyen kısmı çöp haline gelir. Yani çağımızda her nesnenin içinde bir çöp olma imkanı meskundur. Sözünü ettiğim üretim tüketim dinamiği değil, bir sözcük oyunuyla bu duruma çöp üretimi diyelim. Biraz şımarıkça bir üretim ama böyle. Nesne çöp haline gelsin ki yeniden üretilebilsin, kısaca nesne sıfırı tüketmeden de çöp olabilir. Nesneyle kurulan bu zayiat ilişkisi atma eylemiyle bir tavrı içerir. Nasıl bir tavırdır bu? Elbette psikolojik bir tavır. Kibirli bir tavır. Atma eylemini bulunduğu mekandan daha değerli gören bir tavır. Atma eylemi atılan şeyi çöpe dönüştürmekle kalmaz, nesneyle sahiplik ilişkisini de güçlendirir. Öz ve atık. Nesnenin bütünlüğünün bu parçalanmasına önceden karar verilmişken sanki sahibi bu kararı yeniden verir.  Bu kadar basit. Ama asıl karmaşa geride… Çöp çöpü doğuruyor; insanlar yerdeki çöpü almaktansa orada kendi çöp atmalarının gerekçesini görüyorlar. Çöpü atmak, çöp denilen ağırlıktan kurtulmak, çöpün atıldığı mekanı gözden çıkarmak (nesnenin çöp olarak tanımlanması sadece nesneyi gözden çıkarmıyor, çöpün atıldığı mekanı da gözden çıkarıyor). Ortadoğu insanı çöpün mekanıyla kendisi arasında bir illüzyon yaratıyor. Aslında bu illüzyonun zemini mülkiyet ilişkisiyle baştan kurulmuş. Kamusal topraklar bir vatandaş kültürüyle ‘bizim’ ya da ‘hepimizin’ gibi bir kavrayışa erişmemiş. Ortadoğu insanı başında bir resmi görevli yoksa, ya da özel bir girişimci tarafından işletilmiyorsa devlet arazisini yabani bir alan olarak görür. Mesela kendi kapısının önünü temizler. Ama atıkları sokağa atarak temizler, kapının önünün temizlenmesini gören ama sokağın kirlenmesini görmeyen bir illüzyondur bu. Çoğunluğun çöpünü yere atmadığını düşünsek bile bu durumdan “rahatsız” olmaması ve şikayetsiz bir usturupta aynı yerde konaklaması onları çöplüğün sakini yapar. Baştan yanlış kurulmuş bir mekan algısı…   

Uzaktan 6-7 kişi diye gördüğüm grup ben yaklaştıkça çoğaldı, hayır yeni gelenler olduğu için değil, insanları yakından ayrıştırarak gördüğüm için… Saydım benimle beraber 51 kişi… Avarelik böyle bir şey, durduk yerde sayarsın yani.

İki kardeş boğulmuş.

Üzerinde ‘Sahil Koruma’ yazan kırmızı botun görevlilerinden biri elindeki uzun sopayı suya daldırıp çıkarıyor, derinliği mi ölçüyor yoksa ceset mi arıyor bilmiyorum, her ikisi de olabilir tabi. Ama daha çok bir iş yapma görüntüsü… Kayaların önüne kadar geliyor.


Saçları erken beyazlamış kırk yaşlarında bir adam görevliye boğulan çocukların suya battığı yeri işaret ediyor parmağıyla… hayır kendisi görgü tanığı değil, tahminini söylüyor, ama ısrarla söylüyor: “Bence ordalar, tam orda bakın…” Yerden bir çakıl taşı alıyor ve fırlatıyor ama çakıl taşı irice; suyun içinde kahverengi bir leke biçiminde görünen kayaları aşamıyor. Suyun yeşilinin dipteki kumla ve kayalarla birleşen açık tonları işaret ettiği yerde koyulaşıyor, belli ki bir çukur var orada. Adamımız bunu  uzman edasıyla söylüyor, ama denizden anlayan herkes bilir bunu. “Taşın düştüğü yerin az ilersinde!” diye bağırıyor. Botun pruvasında elindeki sopayı suya batırıp çıkaran adama sesleniyor. O sırada pruvadaki adamın yaptığı işe kendini kaptırıp taşın düştüğü yeri görmemesinden mi, yoksa taşın yeterince uzağa gitmemesinden mi, yerden bir taş daha alıyor, fırlatırken sendeliyor, taş deminkinden de beriye düşüyor. “Bak hemen onun hizasında! Yanındaki adama “Dalsam çıkarırım onları” diyor, neredeyse deminki bağırtısının devamı gibi yüksek bir sesle söylüyor bunu. “Hadi komutana söyleyelim, dal.” diyor bir başka adam. “İzin vermezler” diyor beyaz saçlı adam… açık kumral saçları kafasının arkasında hiç beyazlamamış, bu ayrıntıya dikkat edişim de tuhaf. “Hazırlıksız geldim, şortum da yok…” bunu iyice kısık bir tonda söylüyor, sanıyorum benden başka duyan olmuyor. “Nereye dalıyorsun? Girdap var orada, ters akıntı da var, sen de boğulursun…” diyor genç bir adam. “Ben biliyorum buraları, yıllarca cankurtaranlık yaptım… hayatım buralarda geçti be…” İlerde astsubay “Olmaz” diyor, beyaz saçlı adamın dalma isteğini geri çeviriyor, ama bunu başka bir adama söylüyor. “Birazdan dalgıçlar gelecek” diyerek sanki basın toplantısındaymış  gibi kafasını herkese çeviriyor.  Bu bilginin ilk elden sahibi kendisi tabi. Sesinin tonunda gururlu bir sitem...

Burası Kısırkaya Plajı’nın batı sınırı… Köyün orta yerindeki, kömür ve kil çıkarılan maden ocağının molozları vaktiyle buraya boşaltılmış, art arda iki burun halinde denizi doldurmuş ve sahili yayvan bir koya çevirmiş. Burunların üzeri denizden 20 metre yükseklikte plato biçiminde, düz. Zamanla burada hayvanların yayıldığı otlar bitmiş. Geçen seneye kadar köyün merasıydı. Çıkarılan yasayla köy statüsü kaldırıldı ve bu güzelim yeşil alan Büyükşehir Belediyesi tarafından “Hayvan Barınağı” olarak düzenlendi… Üzerine denize nazır çirkin binalar yapıldı, etrafları tellerle çevrildi. İstanbul’un bütün sokak köpekleri burada toplanacak: Köpek hapishanesi… Geçen sene bu hapishanenin inşaatında çalışan iki delikanlı şimdi cesetleri aranan iki kardeşin suya girdiği yerde boğulmuşlardı… Evet aynı yerde. Ve geçen sene bu plajda boğulan sadece bu iki işçiydi. Bu sene 50’yi aştı. Bunun makul bir sebebi var tabi… Ama ben makul bir sonuç söyleyeceğim: Boğulan bu 50 kişinin hepsi erkek! Boğulmanın erkeksi yanı… Var böyle bir şey… Genellikle yüzme bilmeyenler boğulmaz, az yüzme bilenler boğulur. Bir erkek bu az yüzme bilen haliyle hiç yüzme bilmeyen erkeğe hava atma eğilimindedir (sanıldığı gibi kadınlara değil diğer erkeklere hava atma!) Erkek erkeğin kurdudur. Kadın kadının da kurdudur ama kadınlar işi boğulmaya kadar vardırmazlar… Neyse, hepsi genç insanlar, çocuklar… Uzaktan verilen bir gazete haberinin sadeliğiyle tekrarlayalım: Sahili 1km uzunluğunda olan bir plajda bir yıl içinde (henüz sezon bitmedi) 50 civarında kişi boğuldu… Salgın hastalıkta, trafik kazasında, ne bileyim bir çatışmada bu kadar insan ölse infial yaratır… Peki neden bu ölümler peyderpey verildi, yerel gazete haberi dışına taşmadı?..

Boğulma ilginç bir ölüm. Beden varken birden yok. Mişima’nın Yaz Ortasında Ölüm başlıklı uzun öyküsü, boğulan iki çocuk vakasıyla başlar. Hikayede beni etkileyen anne ve babasının çocuklarının boğulmasından daha sonra haberdar oluş anlarıdır. Anne o sırada oteldedir, baba başka bir şehirdedir. Şöyle der Mişima:
“Beklenmedik bir olayın insanın bilincine işleme süreci çok garip ve ustalıklıdır.”(1)
  
Boğulan insan çığlık atamaz, onun yerine boğulduğunu gören birileri atar, bu da bir ağıt değil yardım çığlığıdır. Bir süre suyun üzerinde olan kafa ve el birden yok olur. Ölüm ordadır ama beden yoktur. Ölünün bulunması çabası sanki ölümün doğrulanmasını hedefler. Ama ölüm-yaşam zıtlığıyla kurulan bir bağ değil bu. Daha çok ölümle ölüm ötesi arasında kurulan uhrevi zihniyetten feyz alan bir ahmaklık. Yaşatmaya değil ölüyü “kurtarma”ya programlanmış bir devlet, cenaze levazımatçısı bir devlet. Bunu daha önce Soma’da da gördük. Sanki bütün poliklinikleri ölü üreten ve gasilhanesinin çok iyi servis yaptığıyla övünen devasa bir hastane.

Jandarma arabası geldi, peşinden jandarmanın sualtı arama kurtarma arabası olan bir minibüs; içinden 9-10 kişi çıktı, uzun boylu, pazuları şişkin ve birbiriyle şakalaşan genç insanlar. Önce kıyıda ayaklarını suya soktular, saçlarını ıslattılar. İçlerinden ikisi dalgıç elbiselerini giydi, en son paletlerini giyerlerken bir karışıklık oldu. Minibüsün içinde palet aradılar. Kıyıda uzun uzun şnorkellerini yıkadılar. Yarım saat geçti. Tamam nihayetinde ölü arayacaklardı ama, giyinik halde gelebilirlerdi. İnsanların önünde  bütün bu giyinme faslı işin raconuydu sanki. Dalgıçlar suya daldıklarında Sahil Güvenlik teknesi de kıyıdan 30 metre açıkta durdu. İçinden birkaç kişi güverteye çıktı. Kalabalık yavaş yavaş bu tarafa doğru geliyordu. Çoktan yüz kişiyi aşmıştı herhalde, bu sefer sadece resmi görevlileri saydım : 29 kişi!.. Ölü “kurtarma”ya gelmiş maaşlı tam 29 kişi!.. Ne dediğimin farkındayım ölü kurtarılmaz tabi, ama tüm bu insanlar ölüyü suyun içinden bulup çıkarmayı bir kurtarma eylemi gibi yaşıyorlar, bir işe yaramanın şevki içindeler, hatta kibri… Oysa bu 29 kişi yerine üç cankurtaran çok daha az maliyetli ekipmanla tüm boğulmaların önüne geçebilirdi. Nitekim plajın muhtarlıkça işletildiği bu seneye kadar tek bir boğulma vakası olmadı.  

Cesetlerden biri bulununca kadın ve adam ambulanstan aldıkları örtüyü kuma serdiler. Saçları erken beyazlamış adam “Bak benim dediğim yerde buldular!” diye bağırdı. Sesinde  sevince benzer bir şey vardı. Evet basbayağı sevinç işte…

Daha önce de görmüştüm, dalgıçlar cesedi sudan çıkarırken yüzüstü sürüyorlar, ağır ağır, birazcık suyun altında tutarak. Kimseye sormadım ama böyle yapmalarının sebebini biliyorum galiba… bir kere yaptıkları işe bir incelik kazandırıyor bu… sonra kıyıda izleyenler var, ölenin yakınları (yok ölenin yakınları fenalaşınca ilk gelen ambulans onları götürmüş… yani pencereden gördüğüm birinci ambulansla); dalgıçlarla ölü arasında kısa süreli bir sahiplik ilişkisi kuruyor bu hareket, sanki işimize kimse karışmasın telkini… mesleki bir ritüel, suda boğulmuş ölüye saygı gösterme biçimi; bana öyle geliyor ki ritüele saygı ile ölüye saygı birbiri içinde bir gizemi de besliyor… ölüye ya da ölenin yakınlarının matemine değil, herkes bu gizeme saygılı… Suyun sığlaştığı kayalıklara geldiklerinde, sahilden soluk mavi tişörtlü bir adam suyu yararak yanlarına geliyor. Ölünün solundaki dalgıca “Hadi sen Mustafa’nın yanına git, öbürünü aramaya devam edin.” diyor ve ölüyü sol koltuk altından tutarak sürümeye devam ediyor. Hareketleri biraz abartılı, tişörtü bile ıslanmayabilirdi mesela ama tuhaf bir telaş var üzerinde, adım attıkça ancak dizlerine gelen suyu kabartıyor, saçları bile ıslandı…



16-17 yaşlarında… yaşlarını daha önce etrafta konuşanlardan duydum, Ferhat veya Serhat, adları bu, ama hangisi bilmiyorum. Sudan çıkarılırken kafası ve kolları aşağı düştü, yavaşça örtünün üzerine koydular, kapattılar ve ambulansa taşıdılar. Rengi aklımda, ölü rengi… Etrafta ağlayan, çığlık atan kimse yok… Bazı insanlar ambulansın yanında toplandılar, kalabalığın dalgalandırdığı boşluktan ambulansın içinde bir hemşirenin ölüye kalp masajı yaptığını görebiliyorum… Bu da ritüelin devamı… Yoksa boğulalı en az bir saat olmuş… Sakallı altmış yaşlarında bir adam yanıma geldi “Kaç kere söyledim onlara, orda girmeyin dedim, açılmayın dedim, dinlemediler, atladılar, hemen kayboldular.” “Siz gördünüz mü?” diye sordum. “Tabi ben şurdaydım.” dedi, eliyle yirmi metre öteyi işaret ederek. “Kurtaramazdım ki, ben yüzme bilmiyorum.” diye ilave etti, aşağı düşmüş gibi şortunu yukarı çekti.

Diğer çocuğu bulmak için üç dalgıç daha girdi denize, yüzeyden şnorkellerle suyun içine baktılar, ikisi 50 metre kadar açıldı, yarım saat kadar aradılar. Çocuk bulunmayınca  oksijen tüpleriyle iki dalgıç daha suya daldı ve çok geçmeden diğer çocuğu da kardeşinin çıkarıldığı yerde buldular… Ceset sudan çıkarılmadan uzaklaştım oradan, insanlar akın akın olay yerine geliyorlardı[U1] .


Bu olaydan bir hafta sonra Pazar günü 6 kişi boğuldu. Boğulanlardan biri Bayram Vural, on sekiz yaşında tekstil işçisi. Cesedi suda kaldı. O gün akşama doğru dalgalar azgınlaştı, su bulandı. Dalgıçlar suya dalamadı. Ailesini boş okulda ağırladım. Babasını ve kızkardeşini tanıdım. Annesinin kıyıdan çaresizce dalgalara bakışını gördüm. Sivas’ın Zara ilçesinden ailecek İstanbul’a gelmişler. Baba bir mandırada sığırtmaç. Yoksullar… Ertesi gün babayla okulun önündeki tepeden dalgalara bakıyoruz, uykusuz ve elinden düşmeyen sigara, konuşuyoruz. Konuşmanın bir yerinde uzakta dalgaları işaret ederek “Bak hocam şurda biri var, bak şu kırılan dalganın arkasında biri bize doğru yüzmeye çalışıyor… Şurda Hocam bak…” “Sen orda birinin yüzdüğünü mü görüyorsun?” dedim. “Bak Hocam şurda.” dedi. “Hayır orda kimse yok.” dedim. Gözlerinin içine baktım gözlerini benden kaçırdı, hemen yanımdan uzaklaştı, hayalkırıklığı ama ben ezik bir mahcubiyet de gördüm. Bayram Vural’ın cesedini Kısırkaya’nın 7-8 kilometre doğusundaki Demirciköy sahilinde buldular üç gün sonra…



Dozerler plajı ve müştemilatını yıktılar. Göreceğiz bakalım plaj kimlere peşkeş çekilecek?.. Plaj yıkılıp birilerine ihale edilince güya boğulma vakalarının da önüne geçilmiş gibi olacak. Komplo gibi. Ama bir teoriye bağlı komplo değil, total aklın kendi kendine komplosu...  Mekan algısı…


(1) Yaz Ortasında Ölüm, Yukio Mişima, Çev. Gökçin Taşkın, Can Yay. İstanbul 1985







 [U1]

9 Temmuz 2015 Perşembe

Av ve Savaş


Rus ressam Vasily Perov'un bu resmi serf ve asilzadeyi aynı çerçevede gösteriyor; av sonrası verdikleri molada... Avcılığın protein ihtiyacından hobiye dönüştüğü dönem başlayalı çok olmuş. Ama bu hobinin içinde gerçekleşen başka şeyler de var: hiyerarşi yeniden kuruluyor (tıpkı askeri bir birlikteki gibi; tahayyül etmesi zor, bazen 3000 avcı 2000 av köpeğiyle ava çıkıldığı oluyor... Hiyerarşi, İngiliz türü avcılıkta çok daha titiz tabi), bir savaş provası yaşanıyor ve daha önemlisi sosyal sınıflar bir araya gelip UZLAŞIYOR (Turgenyev'in Avcının Notları'nda çok iyi anlattığı ama göremediği şey); buradaki uzlaşma hallihamur olma anlamında... alt sınıf üst sınıfın ünvanıyla aidiyet kuruyor: boyun eğmekten alicenaplığa, kollamaya, fedakârlığa, fedaya... Savaşlara diğer ülkelerle yaşanan problemlerden çok gizliden iç savaşı önlemenin ya da iç bütünlüğü sağlamanın gerekliliğine inanan taşıyıcı bir düşünce hakim...