26 Ağustos 2015 Çarşamba

İrlandalı Boksör... 'Olumsallık, İroni ve Dayanışma' (R. Rorty)




24.08.2015 tarihinde İstanbul Aksaray’da iriyarı bir adam kendisine saldıran on, on beş kişiye karşı tek başına dövüştü…

Olay sade haliyle bu. Ama bu olay habere dönüştüğünde o sırada gündemde olan erken seçim hükümeti, terör, döviz fiyatlarında yükselme gibi manşetlerin önüne geçti. Haber kendi vakasını aştı diyebiliriz. Bu olaydan bizim haberdar olmamız zaten haberin kendi vakasını aşması demek. Farkındayım, ‘vaka’ ve ‘olay’ sözcüklerini aynı cümle içinde kullanmak fuzuli görünüyor. ‘Vaka’ sözcüğünü ‘olay’ eş anlamından kurtaralım o zaman: ‘vaka’ya en basit haliyle, ‘olay’ın ham biçimi diyelim.

Vakanın yaşandığı sırada ilgili sokaktan geçtiğimizi varsayalım. Gördüklerimiz şunlar olurdu: Beyaz tişörtlü, beyaz kaprili, 1.90 boylarında, otuz yaşlarında bir adam kendisine sopalarla saldıran insanlara karşı tek başına dövüşüyor. Bir kişiyi tek yumrukta yere serdi, bir boksör gibi gardını alarak diğerine yöneldi. Hayret diğeri de gardını aldı, bir refleks bu ama taklit de. Herkes sopa, sandalye, tabure eline ne geçerse saldırıyor. Adamımız koluna omzuna darbeler aldı, sonra bir boşlukta kavgayı ayırmaya çalışan birkaç kişi tarafından bir binanın içine sokuldu… Gördüklerimiz, olayın tanığı olarak anlatacaklarımız bu kadar, ne eksik ne fazla. Kavga neden çıktı, kavga edenler kimlerdi bilmiyoruz. Bu ham bilgiyle olay mahallini terk ediyoruz.

Ertesi gün gazetelerin, televizyonların, sosyal paylaşım sitelerinin fotoğraf ve video görüntüleriyle bu olaydan söz ettiğini görüyoruz. Ek bilgiler vakayı olay haline getirmiş:

‘İrlandalı turist boksör tek başına Aksaray esnafını dövdü.’

Bir tek İrlandalının göstere göstere bir sürü esnafı benzetmesi bir olay tabi, haber değeri var. Ama olayın felsefi değeri daha ilginç bence.

Mesela birkaç yıl önce Yozgat’ta bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan Nuh Demircan isimli bir yurttaşımız hatalı solama yüzünden çıkan kavgada baba, oğul ve yakınlarını daha isabetli yumruklarla ve her birini yere sererek dövmüştü ama bu kadar olay olmamıştı. Hatta içlerinden biri uzun süre ayağa kalkamamış, ambulans beklemişti.

Demek ki, dövüşen kişinin İrlandalı bir turist olması haberin değerine ekstra bir katkıda bulunmuş.
Olumsallıkla zorunluluk arasında nasıl uyumlu bir zincir kurulabileceğini gösteren örnek bir olay bu.
Olumsallık popüler terminolojide ‘tesadüf’ eş anlamıyla veya zorunluluk karşıtı olarak kullanılır; bu yanlış bir kere bunu söyleyeyim. Sosyal ilişkilerde olumsallık zımni bir eğilim içinde patlak verir; kelebek etkisi tesadüfidir ama olayın gelişimi başka faktörleri kendinde toplar, olaylar adeta çakışır, vaka diğer vakayı ihtimal dahilinde kendine çeker ve olay bizzat gerçekleşen şeyin kendisi (adı) olduğu için de olumsallık geriye dönük nedenselliğin ögelerinden biri olarak kavranır.

Bu olayda İrlandalının buzdolabının kapısını açıp su şişelerinin yere düşmesine yol açması tesadüf (kelebek etkisi; gerçi İrlandalının dolabın kapısını sertçe açmasını daha sonra büfe sahibinin olayın öncesine ait anlattığı öfke haliyle bağdaştırsak da şişelerin tıka basa eğreti biçimde dizilmeleri ve buzdolabının ayaklarının dengede durmayışı kabul edelim ki şişelerin etrafa saçılmalarını kolaylaştıran bir etken de). Bir eylemin sonucu olan bu tesadüf, aslında İrlandalıyı verdiği zararın sorumluluğundan kurtardığı için de tesadüf. Yani dolabın kapısını sertçe açarken yansıttığı öfke şişelerin devrilmesine yol açsa bile, İrlandalının şişelerin devrilmesiyle yüzünde beliren şaşkınlık öfkesini iptal ediyor. Tesadüf (şişelerin devrilmesi), öfkeli halden şaşkınlığa geçişi sağlayan bir ön hazırlık (kurgu) gibi. Öte yandan şişelerin yola saçılması dükkân sahibini öfkelendiren sebep. Dükkân sahibinin şişelerin hesabını sorarken pek de hayırhah bir yöntem kullanmaması İrlandalıyı da öfkelendiren sebep. İki öfkenin aynı anda aynı yerde vakanın parçalarını bir araya getirmesi tesadüf. Ama öfke tesadüfî bir duygu değil. İnsanlar haklı oldukları için öfkelenebilirler ama asıl diş geçirebildiklerine öfkelenirler. Öfke, sebepten farklı olarak kavganın koşuludur. Kavgaya uygun bir beden öfkenin evidir. Koşullar açısından iki farklı konumun (bedenin) yolları kesişmiş. Dükkân sahibi: kendi sahasında, elinde gücünü takviye eden bir sopa var, kavga başladığında komşu esnaflardan yardım geleceğini biliyor, üstelik kavga edeceği kişi bir turist (yabancı). İrlandalı: iriyarı ve boksör olması dolayısıyla şiddete şiddetle karşılık verecek kadar kendine güvenli, gözü kara da. İşte olumsallık burada başlıyor. İzleyicinin bu vakaya ilgi duyması ve her ilginin genel ilgiyi çoğaltması vakayı fiili taraflarından soyutlayarak olay haline getiriyor. ‘Vaka’ bir turistin pes etmeden tek başına koca bir esnaf ordusuyla dövüşmesiyken, ‘olay’ yabancı bir kahramanın yerli linç sürüsünü madara etmesi.

Vaka kavga edenlere aitken, olay bize aittir.

Kavga edenleri bir araya getiren tesadüfle izleyiciyi de haber etrafında toplayan tesadüflerin olumsal karakterinin senkronik olmadığını belirtelim. Olay vakadan sonra gelir. Vakayı olay haline getiren olumsallıkların kökleri vakadan çok daha eskiye dayanmasına rağmen izleyici kendi ‘olay’ının gün yüzüne çıkması için ‘vaka’nın şimdiki zamanını kullanır. ‘Vaka’ burada ‘olay’ı kamufle de eden şeydir. İzleyicinin kendi içinde yaşadığı ‘olay’ı üçüncü bir nesne üzerine aktaran bir fırsat.
Bu ‘vaka’ya haber değeri kazandıran üç ayrı etmen (olumsallık) saptayabiliriz.

1. Vakayı başlatanın esnaf olması. “İlk kan”ı dökenin (saldıran) ahlaki olarak haksız konumda mimlenmesi evrensel bir tutumdur. Kavganın çıkış sebebi hakkında hiçbir şey bilmesek bile “ilk kan”, yani şiddeti ilk kimin başlattığı kavgaya ahlaki bir doz verir. Amerikan güreşinde (pankreas güreşinde), bütün dövüş önceden programlandığı, iyinin kim, kötünün kim olduğu seyirci tarafından önceden bilindiği halde, daha ringe gelirken kötü rolünü oynayan güreşçinin faullü dövüşerek ilk atağı yapması, hakem ortada yokken iyi’yi gafil avlaması izleyici üzerinde ahlaki bir etki yaratır. İyi, saldırgan güreşçinin kötülüğü üzerinden yeniden üretilen bir iyidir burada. Bu sadece “iyi” güreşçinin kavga gerekçesini hazırlamaz, seyircinin tarafgirliğini de hazırlar. Seyirci bunun danışıklı bir dövüş olduğunu bilmesine rağmen, bu ahlaki modellemeyle kendi içindeki “iyi”yi harekete geçiren mizansende kendisi de yer aldığı için tüm maç boyunca “iyi”nin yanında “kötü”ye karşı misillemede bulunur. Vakamıza gelirsek dükkan sahibinin kavganın eşitliğini bozacak şekilde eline sopa alması ve sonra komşu diğer esnafın da yardımına koşması “iyi”, “kötü” ayrımında ilk ahlaki etkiyi yapar. Ve biz bu olayı dışarıdan izlediğimiz için (kamera görüntüleriyle ve asenkronik) eşitsizliğe karşı elimizden bir şey gelmemesi bakışımızın ahlaki dozajını artırıcı bir rol oynar. Ahlaki rolümüz (tepkimiz) elimizden gelen şey halini alır (yani vakayı olay haline getirmek). İzleyici olmaya sinemanın kazandırdığı bir edeptir bu: “İyi” kalabalık kötüye karşı tek başına dövüşür. Eğer “iyi” hakkında hiçbir şey bilmesek, filmin tam bu dövüş sahnesinde sinemaya girsek bile bu “iyi”yi seçmemiz için yeterli bir an olurdu. “İyi”, bir hikâyesi olduğu için değil, kavganın içindeki dezavantajlı konumuyla iyi olur önce. Sonra da diretmesi ve pes etmemesiyle. Eskişehir’de aralarında polislerin de olduğu kalabalık bir grup tarafından öldürülen Ali İhsan Korkmaz ve Kadıköy’de dükkanının camına yanlışlıkla kartopu attı diye bir esnaf tarafından bıçaklanarak öldürülen gazeteci Nuh Köklü kuvvei fiilden yoksun oldukları için iyinin de ötesinde masumlardı. Sadece kavga sırasında eşitsiz konumlarıyla değil, kavgaya niyetli olmayışlarıyla da masumlardı (diğerleri gibi öldürmeye). Buna orantısız güç değil öncelikle orantısız niyet denmesi gerekir!

2. Esnafın linç sürüsüne dönüşme eğilimi. Bulunduğu mekân üzerinden yerelleşmeyi dışarıdan gelenin “yabancı”lığı sayesinde elde eden Ortadoğulu esnaf, insanoğlunun sahip olduğu kadim içgüdüyle, yerini sahiplenen hayvani içgüdüyle saldırır. Söz konusu linç olunca esnafın sicili bozuktur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bizim medeniyetimizde bizim millet ve medeniyet ruhumuzda esnaf sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir. Gerektiğinde cephede vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir. Gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir, hakemdir.” sözünde geçen ‘bizim medeniyetimiz’ tabiri hayvani içgüdüden başka bir şey değildir. Bu söz en yüksek makamın esnafa verdiği linç icazetidir… Linç edilmek istenenin İrlandalı turist çıkması, turizmin önemli gelir kaynağı olması turistin saygınlığını da artırdı (gâvurun turiste evrilmesi). İrlandalının sadece turist olması da değil, bir boksör estetiğiyle dövüşmesi de farkı görünür hale getiriyor. Tıpkı şimdiye dek mahalle lokantasında yemek yemeye alışmış birinin hakikat anının lüks bir lokantada incelikten yoksunluk olarak sırıtması gibi, bir linç sürüsünün boks bilen turistle gayri nizami dövüşmesi de sırıtıyor.

3. Linçte, yani linç edilenin karşı koyamayan teslim oluşunda, görüntü kendiliğinden sansüre uğrar. Linç eden sürü yere düşmüş linç edilenin etrafında bir çember oluşturduğundan acıyı ve çaresizliği göremeyiz. Linç sürüsünün bedenleri ve devinen uzuvları görüntüyü kapatır, adeta sansür eder. Bu hakikatin turistle yapılan kavga üzerinden sekteye uğraması olayı daha şeffaf kılıyor. Yediği yumrukla yere düşen esnafın güçlükle ayağa kalkması ve sendeleyerek yürümesi tam da madaralığı temsil ediyor (1). Turist boksörün İrlanda gibi hem Avrupa’dan, hem de bizimle tarihsel ilişkide nötr olan bir ülkeden gelmesi bir başka olumsallık; ve bizim bu olaya sevinmemiz bu olumsallık üzerinden zorunlu. Bu olumsallık o kadar isabetli ki, mesela “boksör”ün(2) İrlandalı yerine İsrailli, Amerikalı veya Yunan olması olumsallığı bozardı (zafiyete uğratırdı).

Vakada taraflar İrlandalı ve esnaf olduğu halde, ‘olay’da taraflar “biz” ve esnaf. Buradaki esnaf kavgaya karışanlarla sınırlı değildir; Cumhurbaşkanı’nın kastettiği tarihi esnaftan, linç eğilimi her an nüksedebilen, varlığıyla her yerde mekânı yerelleştirebilen şimdiki zamanlı esnafa kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Esnafa karşı bu ‘olay’ İrlandalı boksörden çok bizi “iyi” kılan bir fırsattır. Elimizdeki tek silah şimdilik madara etmek. Yani ‘olay’dan madara olan esnafı daha çok madara etmek. Demokrasi ve modernleşme denilen süreç linç kültürünü terk etmeyi de gerektirir. Ekşi Sözlük’te konu başlığıyla ilgili yapılan girişlerin bazıları İrlandalı turisti linç etmeye yeltenen esnafın Kürt olduğunu, bazıları da Türk olduğunu yazmış. Ortalama bir Türk milliyetçisinin bir Kürt vatandaşına ‘bak hepimiz Türk’üz’ derken bu olayda Kürtlüğe vurgu yapması ilginç tabi. Bunu yazanlar güya linçe karşı tavırlarını belirliyorlar, ama linç konusu üzerinden etnik bir aşağılama lincin bir başka versiyonudur ve bu topraklarda kimseyi düze çıkarmaz. Nitekim bu yazı yazıldığı sırada ülkenin Batı tarafında linç sürüleri sırf Kürt diye küçük çocukları dövüp bayrağa sarıyor, kapı komşularını dövüp Atatürk büstünü öptürüyor, doğu illerine ait otobüs firmalarını taşlıyorlardı. Bu linç sürülerini tek tek tespit edip yargılanmalarını sağlamalıyız. Çünkü ‘yüzde elliyi evlerinde zor tutuyorum’ diye lanse edilen linç sürüsü bu topraklarda muktedirlerin b planı olarak her zaman yürürlüğe sokulmaya adaydır.

(1) Aslında madaralık işin sadece bir yönü. “Basın bu mahalle dayağına ilgi gösterince olayda dişleri kırılan esnafı buldu. Esnaf telefon görüşmesinde canlı yayında röportaj vermek için 25 bin TL istedi. Gazeteci neden diye sorunca ‘Dişlerimi yaptıracağım.’ diye cevap verdi. Olaydan sonra iki dişi kırıldığı bilinen adama gazeteci ‘Bu para çok değil mi?’ diye sordu. Adam ‘10 bin de olur, ucuz diş yaptırırım.’ ‘Kaç dişiniz kırıldı beyefendi? ‘Dokuz.’ ‘Bir yumrukta dokuz dişiniz mi kırıldı?’ Adam kendini tutamayıp kendi yalanına önce kendi gülerek ‘Evet, dokuz.’ diye cevap verdi. Ortalama Türk, her türlü fırsatı kendi çıkarına kullanmak için yalan söyleyebilir, üçkâğıt ve sahtekarlık anlaşılan o ki karakterinde var.” (Melih Arat, Zaman Gazetesi, 30.08.2015)

(2) Aslında boksör değilmiş, spor salonlarında boks antrenmanları yapmış sadece.



14 Ağustos 2015 Cuma

Güneş Batarken





Bu yaz sahilde malûm giysileriyle gelin ve damatlar görüyorum ve yanlarında fotoğrafçılar. 


Güneş burun ucunun üzerinde bulutun içinde kayboldu. Akşam oluyor, gümrah bir fışkırmayla tepeye doğru yayılan pembe  ışık hâlâ güçlü; evet oraya bakarsam gözlerim kamaşıyor…

Gelin ve damat denizin içindeler.  Fotoğrafçılar da öyle. İki kişiler ve ellerinde zumlu fotoğraf makineleri. Erkek olan bağırıyor:
“Yaklaş Damat bey, yaklaş!..”
Damat geline doğru yaklaşıyor ve su sıçratıyor.

Sudan çıktılar şimdi. Gelin dalganın erişebildiği yerde emekleme pozisyonunda; ve kadın fotoğrafçı onun karşısında iyice çömelmiş fotoğrafını çekiyor.  Gelin ve damat olmak birkaç saatlik bir durum. Bir oluş. Gelecekte hatırlamak için hafızaya yapılan yatırım. Bu birkaç saat kendi içinde çeşitli departmanlara ayrılmış; kuaföre/berbere gitmek, elbiseleri giymek, arabayı süslemek, konvoy halinde arabayla gezintiye çıkmak, korna çalmak vb. ve al işte  bir yenisi: Gelin ve damadı deniz kıyısına götürmek ve orada fotoğraflarını çekmek. Ciddi ciddi bir iş.

Gelin yüzüstü yattı, sonra yan yattı. Buradan tam göremiyorum ama herhalde envai çeşit yatıyor.. Erkek fotoğrafçı geliyor gelinin yüzüne yakın temas sağlıyor, şöyle dur falan dercesine… Allah allah bir fotoğrafçı kadın daha çıktı, sırt çantalı (4x4 arazi fotoğrafçısı Cevat Kelle’nin dişi versiyonu)... Kadın bedeni yatınca uykuyu ya da yorgunluğu telkin etmez, kadınların yatma eylemi her iki hale de bağışık. Gördüğüm bütün kadınların yatışının fotoğrafik olduğunu söyleyebilirim. Bu konu şöyle şuracıkta dursun.

Damat nerede lan?.. Islanmıştı, üstünü mü değiştirmeye gitti?.. Dur tepeden aşağı siyahlar içinde biri iniyor, oraya doğru yürüyor, belki de damattır…

Gelin tekrar denizde, gelinliğini yıkıyor, kumlarını temizliyor. Zor. Nasıl arıtacak, bütün gözeneklere girmiştir kum…

Atçı Süleyman beyaz iki atıyla orada. Belki ata da binmişlerdir. Daha önce görmüştüm. Gelenekle, yeni konseptin bir kavuşması bu. Ama atlar fotoğrafın dekoratif bir öğesi de olabilir tabi. 

Evet siyahlı damatmış. Damat ve gelin ortada, kadın ve erkek fotoğrafçı iki başta kol kola  fotoğraf çektiriyorlar. 4x4 Sırt Çantalı Kadın çekiyor: Final fotoğrafı…

Ve ben kitabıma dönüyorum, Zizek’in ‘Hiçten Az’ına. Sayfa 527:

Kadın erkeğin semptomudur.’ Aşinayım bu söze. Bir alıntı bu. İlk duyulduğunda kafa karıştıran ama ‘Aslında kadın yoktur.’ ve ‘Cinsel ilişki yoktur.’ üçlemesiyle akla getirilmesi gereken Lacan’ın baba sözlerinden biri…

Ve bir dipnot:
“Don Juan’ın bir kadın fantezisi olduğunu iddia eden Lacan…” İlginç bu…


Arabalı magandanın biri müziğin sesini kökledi. Hep söylerim uzaktan gelen müzik, müzik değildir. İçeri kaçtım, kızım da müzik dinliyordu. "Sesini açsana." dedim. Güzelmiş. Dans etmeye başladım, şaşırdı... ve bana eşlik etti...









11 Ağustos 2015 Salı

True Detektive




                                         
                    
Bedenin takatsizliğini sesin üstlendiği bir an gelir; içine çekilmiş, sözcükleri geveleyen  ses… Seviyorum bu sesi. İki sevgili arasında özel bir dil yaratır bu. Diksiyonu bozuk, -daha nötr söyleyelim- sadece iki kişilik özel bir dil. Yenilmiş bedenin bir şeyleri itiraf ederken büründüğü kılık; sesle bakışın eşleşemediği, itirafın tam da bakışın sesi terk ettiği anda geldiği sevilesi bir içtenlik krizi. İnsan bu sesle kendisi olur. ‘Kendisi’ diye imtiyazlı bir kendilikten söz etmiyorum (böyle bir kendilik yok çünkü), daha çok bir içtenlik imkânı olarak kendisi…


İçine çekilmiş, sözcükleri geveleyen bu ses dışarıdan kulak vereceklere karşı da tedbirlidir sanki; ses merak edilesi bir çınlamadan yoksundur; aksine bir fısıltı hüviyetine de bürünmez. Hatırlayalım, fısıltıda konuşanın da dinleyenin de gözleri belerir. Hayır, bedenin gurur dolu çıkıntılarını ağır ağır törpüleyen bir sestir bu, bir işçilik yapar sanki. Sessiz harflerin tınısı sesli harflerin titrek duraksaması gibi duyulur, dudak hafif aralıktır, hareket etmez; kukla konuşturur gibi… ama matem havasıyla: hani bir yakınınızı kaybetmişsinizdir ve onu defnettikten sonra (kalabalığı da defnettikten sonra) baş başa konuştuğunuz biriyle yeni bir yakınlık kurarsınız; sesiniz yorgundur, uykusuzdur, bezgindir… ama sizi can kulağıyla dinleyen biri vardır… O ses… Yaşadım ben bunu!..



Amerikan sinemasında bu “bozuk” diksiyonun yetenekleştirdiği bir dönem var ne zamandır. “Bozuk” diksiyonla seyircinin ağızdan çıkana pür dikkat kesilmesi, kameranın konuşma esnasında yüze yaklaşması, sözcüklerin yüzün imgesiyle anlam kazanması vb. söyleneni daha da anlaşılır kılan bir ses… göz sesi dinler...




'Bu videoyu YouTube'da izleyin' yazısına basınız.