8 Mayıs 2016 Pazar

Annem



Kadınların bir kısmının Ayhan Işıkçı, bir kısmının Göksel Arsoycu olduğu zamanlardı. Sanıyorum Batılılaşma eğilimini Göksel Arsoy gibi muhacirler karşılıyordu... sarışın ve açık renk gözler, hem tenezzül etmiş hem yolunun üstündeymiş gibi uğramış gelgeç bakışlar… geride kalan hayranlık ve imrenme... gerçek bir duygu değildir bu, bir tortu. Ama insanlar bunu bilmezler. Bu etkiyi hemen yanındakini kıskandırmak gibi başka bir etkiyle yansıttıkları için belki (haddini bildirme... düşün bakalım... batılılaşma macerasında fotoğraf olarak Atatürk’ün  antropolojik rolü?)…

Görele’nin Kumyalı Mahallesi’nin sahiline götürürdü annem beni yaz akşamları, komşu kadınlar da olurdu ve onların çocukları. Filmin görüntüsü karanlığın içinde şavkıyınca biz çocuklar da oyunu bırakır annelerimizin dizleri dibine ilişiverirdik. Uzaktaydı yazlık sinema. Ne kadar uzakta? Sesleri duyamayacağımız kadar uzak ama görüntüyü görebileceğimiz kadar yakın. Belki de sinema sahibinin karışamayacağı kadar uzak, ya da meşakkatin bedavacılığı bastırdığı kadar. Meşakkat diyorum çünkü görüntüyle aramızdaki ses eşiğinin dışında bir engel daha vardı. Sinemanın duvarı beyaz perdeyi ikiye bölüyordu. Dikey mi yatay mı? Dikey galiba, filmin yarısı kafanın içinde tamamlanıyordu, diyaloglar da öyle: Sesler rüzgâra karışırdı, bir cümle içinde iki sözcük ya anlaşılırdı ya anlaşılmazdı. Annem bu yüzden diğer kadınlarla iletişim halindeydi habire, herkes ne anlıyorsa diğerine aktarıyordu, semantik işçisi gibi çalışıyordu mahalle kadınları, biz çocuklar da onlardan ne kaparsak artık. Efekt onlardı… Uykum gelirdi ve üşürdüm. Uyku halinin beni sokulganlaştırdığı ama üşümenin beni ayılttığı gelgit içinde beyaz perdeye bakardım, şimdi hayal edince kendimi görüyorum, yüzümdeki ışık oyunlarını ve yatışmış dalgaların hemen yanı başımda çıkardığı sesleri. Kumyalı sahili çakıldı… çakıl sesleri… annemin saçımı okşayan elleri…

Dün gece Mai ve Siyah’ın son sayfalarını okurken, kitap yavaşça elimden kaydı, Ahmet Cemil aynen şöyle diyordu: “ Anne müsaade eder misin? Senin dizine yatayım… Haniya bir vakitler beni nasıl dizine yatırır da saçlarımı okşardın? İşte öyle yatayım, beni yine öyle, güya sekiz-on yaşında bir çocuk gibi okşa…” (Bütün kitabı Osmanlıca ağdalı deyişlerle dolduran Halit Ziya tam da bu anda neden bu kadar Türkçe yazmıştı acaba? Ana-dil işte...)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder