31 Temmuz 2016 Pazar

Mecaz Etkiler 2


Yazıları okurken en aşağıda D. Shostakovich'in Waltz No. 2'sine tıklayın,  yazıyı sevmeseniz de zamanınız boşa gitmemiş olur...






UZLAŞI
Öfkeli kişinin patlama noktasına varmadan bunun sonuçlarını son kez kendine hatırlattığı bir an vardır, bu bir korku da yaratır ve insanın yüzünde tuhaf bir gülümseme oluşur. Simgesel bir gülümseme, uzlaşma daveti.


YAZI
Yazının yazma eylemine yapışık gizli amacı: Yazanı olumlamak. Yazar otobiyografik anlatımda kendi iğrençliğinden de söz etse, amaç bunu yazıyla güzel ifade etmek olduğu için yazı, yazar olan ‘ideal ben’in hizmetindedir hep. Yazıda kendini aşağılama ancak kötü yazmakla olur.


GÜÇ
Güçlü olmanın bir içeriği yoktur. Aslolan güçlü görünmektir.


SAHTE ERDEM
Doktorun et yemeyi yasakladığı hastanın perhizi erdeme dönüştürüp kendini vejeteryan ilân etmesi.


YALAN
Yalana kasten inanmak da bir yalan sayılabilir mi?


TAŞRA AŞKI
Dışarıdan gelen yabancı kıza âşık olan taşra erkeklerinin cesaretlerini toplayıp aşklarını ilân ettikleri an… Sonuç genellikle hüsrandır. Ama bu an birçok tanığın önünde gerçekleştiği için ya da birçok insan eninde sonunda bundan haberdar olduğu için hüsran madaralıkla eş anlam kazanır. Hüsran kendi başına trajikken, madara olmak başkasının komik bulduğu durumun içinde daha da trajiktir. Ve bu ilânı aşk anı tam da bu yüzden aşktan kurtulma anıdır aslında. Sonradan gerçekten komikliğe evrilir. Âşık bu komik anının birinci elden sahibi olur: 'Bakın size bişey anlatayım...'


KÖTÜ LİDER
Kötü lider, maiyetindeki birinin can alıcı bir doğruyu keşfetmesinden gocunur. Sırf bu doğruyu kendi keşfetmediği için otoritesini kullanarak doğrunun aksi yönde davranır. Hitler’in ve Stalin’in kaprisleri yüzünden verilen zayiat, savaşın “normal” seyrinde meydana gelen zayiattan hiç de az değildi.

DÜRÜSTLÜK
Japonların dürüstlüğünü, normatifliğini, sorumlu oluşlarını önceleyen şey sosyal itaatkârlıkları… onlarda dürüstlük içsel bir tereddüdün ürünü değil, motor bir davranış…


EN İYİ ŞEY
Ve çocukluğumdan beri en iyi yapabildiğim şeyi yapıyorum: Uzakta bir yere bakmak…


KALABALIĞIN İNANDIRICILIĞI
Boşanmak istemeyenin diğerine ‘Ama sevgilim düğünümüz çok kalabalık olmuştu.’ demesi.


KARŞILAŞMA
Güzel bir kadınla karşılaşınca ben göremiyorum ama kendi yüzümde de güzel şeyler oluyor.


EDİMSÖZ
Sözcükler bizim yerimize tavır alır. Mesela ‘müstehcen’ sözcüğü sadece çıplaklığı anlatmaz, çıplaklığı kınar da. Sözcüğü kendi üzerine bükmek, ona eziyet etmek gerekir. Bizim dışımızda eylem inisiyatifi olan sözcükleri kölemiz yapmak… Düşünmek tam da böyle bir şeydir…


MİLİTAN İNANÇ
Tanrı, varlığını ispatlamak için delil toplayan kullarına bir tür minnet duyuyor ve onları cennetle mükâfatlandırıyor. Saadet zinciri!.. Tanrı'nın varlığını tartışmıyorum, böyle bir iş bölümünü saçma buluyorum.


BEĞEN TUŞU
Facebbok’un “beğen” tuşu sosyal bir ilişki yarattığı için değil, herkese bu tuş sayesinde birer editör, birer bilirkişi payesi verdiği için ilginç (üşenmedim yan cümleyi bir daha kurdum: herkese sosyal ilişkilerini kontrol etme yetkisi verdiği için ilginç)









27 Temmuz 2016 Çarşamba

Mecaz Etkiler 1


Yazıları okurken en aşağıda Chopin'in Spring Waltz'ına tıklayın,  yazıyı sevmeseniz de zamanınız boşa gitmemiş olur...



                  JAPON İŞİ
1933’te Oshima Adası’nda pek az kişinin bildiği faal bir volkan olan Mihara Dağı’na iki genç tırmandı. Kraterin ağzından derinlerde fokur fokur kaynayan ateşi seyrederlerken biri diğerine “Anında yanacağım, duman ve güzellik içinde göğe yükseleceğim” dedi ve ilave etti “Bu sırrımı sakın kimseye söyleme!” Ve kendini boşluğa bıraktı. Arkadaşı sır tutamadı. Hayatın anlamı olmadığı için değil, intihar hayatlarını anlamlı kılacağı için sadece 1936 yılında en az 600 kişi Mihara’da kendini öldürdü. Sloganı tekrar edelim: ‘Anında öl, duman ve güzellik içinde göğe yüksel.’ Bunu ilk yapan kişide tahayyül sözden önce geliyordu, takipçilerinde ise tam tersi: önce söz, sonra tahayyül. Taklit hiçbir zaman tahayyül ve söz sıralamasında orjinaliyle çakışmıyor, bu yüzden taklit zaten… ama öldürüyor, sağlıcakla kalın.


                ABARTI
Görülen yılanlar hep abartılır. Riskin büyüklüğüyle sözünü dinletme arasındaki somut ilişkiye örnek olsun diye…


                BİLGİÇ
“Bütün insanlar doğaları gereği bilmek isterler.” Aristo’nun Metafizik’inin ilk cümlesidir bu ve kendi içinde bir çelişkiyi haber verir. İnsanlar ‘doğaları gereği’ diye bir ibare kullandığınız zaman, ‘insanların doğaları ne?’ diye bir soruyu atlamış olursunuz ve Aristo’nun çağı bu soruya cevap vermek için henüz çok erkendir. İnsanın çağüstü bilmekle ilgili doğasını şöyle ifade edebiliriz gene de: ‘Bilmiş olmak isterler.’ Bilmiş olmayı istemek, bilmeyi istemekten farklı. Bilmiş olmak istemek soruya cevap verir, soruyla hortlayan hafızayı makbul sayar. Ya da bilgiçlerin yaptığı gibi sözü hep bildiği, sözünü edeceği konuya getirir.


                OKUMAK
Kısır döngü; ‘kısır döngü’ diye olumsuzlayıcı bir sözle ifade edilmediği sürece güvenli bir bölgedir ve aslında bir mekânın adıdır. Kitap bir mekândır… Okuyucu depresyonu; okumak depresyonun nedeni olduğu halde, depresyondan çıkış için bir çözüm gibi de görünür…
Buradan kalkarak ‘Neden okuyorsun?’ sorusu, ‘Neden okumama bir neden bulmam gerek?’ sorusunu da içerecek biçimde cevaplanabilir.


                DON JUAN
Doğu’da Don Juan olmayışı, içlerindeki arzuyu ortaya çıkaracak, “ihanet” etmeye müsait kadınların olmayışıyla koşut…
Kadınları baştan çıkaran Don Juan, baştan çıkarıcı olarak kabahati üstlenir. Buna birinci kabahat diyelim. Bu kabahat kadınların da işini kolaylaştırır. İkinci kabahat daha da işlevseldir: Kadın topluma ihanet ederken, çok sürmez Don Juan da kadına “ihanet” eder. Ödeşme… ikinci kabahatin yani ‘İşini kolaylaştırır’ın yan getirisi olarak ödeşme.


                FARK
Bir şeyi yitirenlerle, ‘olmayı beceremeyenler’ arasındaki fark şöyle işler: ‘Olmayı beceremeyenler’ mazeretlerini baştan beri sahip olmadıkları şeyi sonradan yitirmiş gibi açıklarlar.


                KADIN ÖĞRETMENLER
2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa’da kadınların evin reisi olmalarıyla yeni bir kuşak yetişti. Bu kuşağın getirdiği barış ortamında savaşı yapan erkeklerin barışından farklı bir şeyler vardır muhakkak. Ama ne bilmiyorum, bu konu hakkında bir şeyler okumadım.
Bugün bir seminere gittim (Mayıs 2016), öğretmenlerin üçte ikisi kadındı(saydım). Öğretmenlik bir kadın mesleği, giderek daha çok böyle. Hiç de barışçıl bir etkisi yok ve onların bol olduğu bir ortamda dilim bağlanıyor.


                İTİCİ ŞİİR
İçinde “şiir” sözcüğü geçen şiirlerin iticiliği… İçinde film yönetmeni ve kamera olan filmlerin iticiliği gibi.


                ARAMAK
Deniz kıyısında çocuklar gibi kumu eşeleyerek kale yaparken genç arkadaşım “Sana bir soru” dedi. Bir bilen olarak beni kayırdığını hissettim, hoşuma gitti “Sor” dedim.
“Aramamı beklediğini varsaydığım küskün sevgilimi aradım. Ama o cevap vermedi. Bunu neye yormalıyım?”
Bir dalga geldi yan tarafını tahkim etmediğimiz seti yıktı ve çukurun içi su doldu.
“Burada kendine iki soru sormalısın” dedim, “Birincisi, acaba aramandan hoşlandı mı? İkinci soru asıl önemlisi, düştüğün şu açmazı varsaydığı için acaba cevap vermemek  daha mı çok hoşuna gitti?”
“Sizce ne yapmalıyım?” dedi. Durum kendisi için hassas bir noktaya gelince senli konuşmadan sizli konuşmaya geçiyor; hep yapıyor bunu.
“Kaleye set yap!” dedim.



                DİLENCİ
Biz bir dilencinin muhtaç olmuş düşkünlüğüne değil, dilenci olmuş düşkünlüğüne para veririz. Dilenci bizden servet talep etmez, ne verirsek razı olur, dolayısıyla dilenciyle ilişkimizde bir aldatma aldatılma ilişkisi yaşamayız. Şöyle de diyebiliriz, onun dilenci olduğu yalan değildir, paraya muhtaç olduğu yalandır.







               

               

               


                

17 Temmuz 2016 Pazar

Meto'ya Veda


Arkadaşım Meto Avustralya’ya gitti.

Bu fotoğraf galiba beş yıl öncesine ait. Yaz sonu. Saçımın haline bakılırsa poyraz esiyor. Bacaklarımın arasından topunu almaya çalışan Panço artık yok, geçen yıl öldü. Panço staf cinsi. Meto yavruyken sokakta bulmuş. Sürekli top ağzında, top lime lime olana kadar. Dişlerinin arasındaki topla hem öfkesini bastırıyor, hem de  topla kafasını iki yana sallayarak daha heybetli görünüyor. Meto ona sürekli top bulurdu. Deniz kıyısında illaki kıyıya vurmuş, unutulmuş bir top. Çoğu zaman Panço denize girmemin sebebiydi, Meto topu denize fırlatıyor, ben de daha açığa fırlatarak topa doğru yüzüyordum, sonra tekrar fırlatıyordum, azgın dalgalarda, ters akıntılarda bile pes ettiğini görmedim, suyun içinde topa dişlerini geçirene kadar inatla yüzüyordu. Deli. 

Bir gün Meto, Panço’nun öldüğünü haber verdi. Yürüyorduk böyle. 

Bir yıldır eksik yürüyorduk ve daha seyrek… Meto’nun köpeklerle arası iyiydi. Sarı, Lumpen (adını ben koydum), Zeytin ve Panço hep beraber sahilin bir ucundan diğer ucuna… Sarı ve Zeytin bir gün ortadan kayboldu. Hayvan Barınağı’na gittik, yok. Başlarına ne geldiği hâlâ bir sır. Sonra Panço öldü, sonra Meto’nun babası (sonraları karıştırmış olabilirim). Meto ‘Gideceğim ya her şeyimi yitiriyorum tek tek’ dedi. O sırada fırtınadan evinin çatısı göçmüştü ve ev sahibi de evimden çık diyordu. Üstelik çok geçmeden evi başka birine sattı.

Meto dostumdu. Yol arkadaşım. Bingöllü Kürt kardeşim…

Bu fotoğrafta patika yoldan yürüyüp ardımızda Kısırkaya’yı bırakmışız Kilyos sahilinde yürüyoruz. İkimiz de insansızlığı severdik. Hayır düzelteyim, ikimiz de yürürken çevrede insan olmasından hoşlanmazdık. 

Gerçek yürüyüş... bakışa maruz kalmadan. Ayakların bedeni diğerlerinin bakışından bir an önce uzaklaştırmak için düştüğü telaşla (ayaklarla beden arasındaki kopukluk nasıl da barizleşir), kendi imgemizi unutmuş rahat halimiz arasındaki farkı bilerek.  Birileri mekânı kapmış ve sen önünden geçiyorken gerçek yürüyüş olmazdı. Mekân neden kapılan bir yer haline geliyordu her seferinde? Hiç düşündün mü Meto?.. Panço mekânı anonimleştiriyordu…

Meto iş dönüşü arardı, ‘Hocam sahilde kimse yok.’ Ne güzel, yürüyüş başlasın o zaman…

Meto Türkiye’den hep gitmek istedi… Bunun için maceralara atıldı. Bir tanesini uzun uzun anlattırdım ona. Garip bir hikâye. Harem’in tepesindeki parktan arkadaşlarıyla tır taşıyan ro ro gemilerini gözlemişler günlerce. Tam da Türkiye’yi terk etmek, yurtsuzlaşmak isterlerken farkında olmadan bulundukları o parkı yurtsamışlar. Orayı sevmişler. Hikâyenin bir yerinde bunu söyledim ona, şaşırdı, güldü… Brandasını itinayla kesip bir tırın içine girmişler gizlice, çıt yok. Ertesi gün, fark edilmişler, şoförler linç etmek için toplanmış tırın etrafını sarmışlar. Direnmişler, aşağılık güruha teslim olmamışlar. ‘Polis gelsin’ demişler. Dikkat!.. Normal bir demokratik ülkede insanlar suçluya karşı polis çağırır, burada bizzat “suçlu” polisi çağırıyor. Normal demokratik bir ülkede eziyet eden polisin elinden suçluyu almaya çalışan vicdanlı insanlar olur, burada eziyet edecek insanların elinden kurtarması için polisten medet umuyor Metolar… Hoş, polis de boş durmuyor, onlar da eziyet ediyor tabi… Yazacağım bunları Meto. Orasını burasını kurcalayarak yazacağım…

Meto için gitmek bir amaçtı. Meto Melbourne’e gitti. Aynı zamanda sevdiği kadına, Jodie’sine. Talihli adamsın Meto, darbeden bir gün önce gittin… Görüşmek üzere…





4 Temmuz 2016 Pazartesi

Odun Kesmek



                                                             Odun Kesmek

Thomas Bernhard’ın bir kitabının adı bu. Ben de zaten adı için almış okumuştum. Şimdi tekrar baktım, içinde odun kesmekle ilgili bir şey yok. Hayal kırıklığı denmez buna, zokayı yutmak denir. Thomas Bernhard kitabının adını niye öyle koymuş bilmiyorum. Kitabın alt başlığı da var gerçi: ‘Bir Öfke’. Anlatacaklarımı belki bu alt başlıkla bağlantılandırabilirim.

Gerçekten de öfkeli olduğum zamanlar odun kesmek iyi gelir.

Şu yaz sıcağında odun kesiyorum. Mevsim olarak ekonomik değil, biliyorum. Aklımda Ford fabrikasının sahibi Henry Ford'un şu güzel sözü var: 'Odununuzu kendiniz kesin, iki kere ısınırsınız.' 

Bende odun kesmenin yazı kışı yok, yaz gününde palto giymiyoruz nihayetinde, kimse yadırgamasın, sırf iş olsun diye odun kesilebilir. Hatta sükse olsun diye. İşin sükse kısmını kısaca anlatayım:

Odunu takoza oturtursun, baltayı aşağıdan nişanlayarak kaldırırsın ve hızla indirirsin, odun ikiye yarılırken baltanın ucu da takoza saplanır. Baltanın bu dekoratif duruşu önemli. Ellerin ayrılır, kesilecek bir başka odunu bir eline almışken diğer elin sıkı bir dokunuşla baltayı yerinden söker ve iki elin tekrar baltanın sapında birleşir. Koordinasyon. Dik bir şekilde havaya doğru kasılma ve çömelme. Dizler esnek, ayaklar yerinden oynamazsa daha fiyakalı.

95 yılının yaz sonu traktörüyle bir adam gelmişti köye. Ben sana odun getiririm, dedi. Tamam dedim, fiyatta anlaştık, üç römork odunu lojmanın önüne yığdı. Kütük halinde meşe odunları, arada ardıç da vardı (kerpiç evlerin çatısına konur, sağlam ağaçtır). Düğünlerde davul çalan Ali, odunları hızarıyla kesti. Hayır dedim inceltme işini ben yaparım.

O yıl iyi şeyler düşünüyordum, kendimle ilgili iyimser şeyler. 12 Eylül günlerinde kitaplarım yakılmıştı, toprağa gömdüklerim de kısmen çürümüştü. 95 yılına kadar kitaplarla arama bir soğukluk girdi bu yüzden, heves falan kalmadı. Hayır okumayı kastetmiyorum. Yine deli gibi okuyordum ama onları sahiplenmiyordum, kitaplarla ilişkim ödünç alma iade etme döngüsüne girmişti. Param da yoktu. Eh öğretmenlik düzenli bir gelir demekti, stajyerliğim de kalkmıştı işte, evvel allah sağlamdaydım. Ankara’dan kitaplar almıştım, koliye doldurup getirmiştim, baba kitaplar, Kant’ın bütün eserleri, piyasada ne bulduysam. Kant hastalıklı, münzevi bir adam. İnsanı elden ayaktan düşürmeyen ama takatsiz bırakan bir hastalık inzivayla bağdaşır... O günlerde kendimi Kant’a yakın hissediyordum, beden olarak yakın, maceradan uzak ve ne yaşıyorsan kafanın içinde yaşa modunda. Pastoral. Hastaydım. Haftada üç gün kullandığım ilacın yan etkisi vardı. İlacı aldıktan (kendi kendime vurduğum bir iğne aslında) iki üç saat sonra titreme, ateş ve yarı hezeyan. Bedenimin bir kuytu haline gelişi. Çocukluğumdan beri soğuk algınlığı ve griple kitap okumam arasında ayartıcı bir ilişki var desem. Kendime acımamın gösterişsiz hali. Bu halimi nadasa bıraktım, belki ilerde, daha ilerde mesela Kant’ın yaşında yazmaya başlamak… zamanım var. Sanıyorum insan otuzlu yaşlarında aynada gördüğü halinin ömür boyu devam edeceği yanılsamasına kapılıyor. Yani tip olarak demek istiyorum. Hastalığa itirazım yoktu, tek istediğim sonsuza kadar yaşamaktı. Tipim müsaitti.

Öfkeliyken odun kesmenin iyi gelmesi bir yana, odun kesmenin kendisi öfkenin ifadesine yol veriyordu, öfkeyi özgürleştiriyordu. Daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, odun kesmek bizzat öfkeyi yaratıyordu; kimseye zarar vermeyen yapıntı bir öfkeyi. Zararsızlığı kendine dokunulmaz bir alan çizmesinde, kimsenin bulaşmak istemeyeceği bir dalgınlığa hükmetmesindendi. Odunu alıyorsunuz, kesiyorsunuz, parçaları başka bir yere atıyorsunuz, eğilip doğrulma ve bakışın odunların dışına nadiren kayması… bitirmeliyim şu işi babında bir yoğunluk. Öfke biraz da diğerini gereksizleştiren (yardıma yeltenemeyeceği, işe yaramayacağı sınırda tutan) kendine yeterlik halinin sert iletimiydi.

Bir de kesilmesi zor budaklı odunlar... baltayı her indirişimde taşa vurmuşum gibi gücün kaslarıma aksülamel eden sersemletici etkisi. Çetin ceviz. Birkaç denemeden sonra başaramazsam elime alıp inceliyorum odunu, zayıf noktasını buluyorum, tam oradan bir kertik açınca baltayı odundan ayırmadan defalarca vuruyorum, vuruyorum. Yarılsana Allahın belası. Saf öfke… bir iş yapıyorsun ve hiçbir estetik kaygın yok, odunu öyle ya da böyle parçala, sobaya girsin yeter. Odun kesmek yapıcı bir iş (kışa hazırlık) gibi gözükse de, içimdeki yıkıcılığı da açığa vuruyordu. Dikkatli bir bakış bunu anlardı. Yanınca yok olacak bir şeyle özenli bir ilişki içine girmenin alemi ne? Yapmak yıkmaktı. Sanıyorum heykeltıraşlarda da var bu; taşı parçalarken, yontarken önce yıkıcı dürtülerini tatmin ediyorlardı. Hangi konumda olduğunu sözcükler belirliyor, eylemin kamufle edilecek bir yedek anlamı oluyor illa. Buna dilbilim terimleriyle şöyle diyebiliriz: Gösterileni gizleyen gösteren...   Saf özgürlük. Yalnız kışın o budaklı parçalardan birini tam sobaya atacakken elime aldığımda tuhaf bir duyguyla duraksıyordum bir süre; kendi zahmetime duyduğum saygı ile zahmetimi ödülle unutturan kontrast:  az terletmemiştin beni, şimdi ısıtacaksın, hem de diğer odunlardan daha çok. O kış bir kuzine almıştım. Ve çocukluğumdan beri hiç olmadığım kadar ısınmıştım. (Bir adam tanımıştım 91 yılıydı galiba, fellik fellik Almanya vizesi almaya çalışıyordu, yıllarca Almanya'da çalışmış ve Gedikpaşa'daki ayakkabı imalathanesini tasfiye edip yeniden Almanya'ya dönmek istiyordu. 'Neden?' diye sormuştum. 'Üşüyorum' demişti, 'ben bu memlekette üşüyorum, evde, sokakta, işyerinde... her yerde üşüyorum... gideceğim bu siktimin ülkesinden...)

Ben bir yer bulmuştum işte... Üç römork odun, az buz değil. Odun kesmek zamanla bir kurguya dönüştü. Kestiğim odunlar göz doyurucu bir yığın olunca, çay demliyordum, en sona ayırdığım budaklı iki üç parçayı da kestikten sonra çayın başına oturuyordum. Bir kütük bana, bir kütük çaydanlığa, bir kütük de bardağa. Ter ve hafif rüzgâr. O anda yüzümü camda görseydim kendimi severdim, bağışlardım, şifa niyetine bile olsa Tanrı’ya ihtiyacım kalmazdı. O zamanlar sigarayı bırakmıştım, ama tek tük içiyordum. Kurgunun içinde tütün sarmak da vardı, kâğıdı yuvarlarken, yapışkanı dilimle ıslatmak da, önümde uzanan hasadı yapılmış geniş tarlaya bakmak da, rüzgârda anızların titreşimini hissetmek de. Sigaramdan ilk nefes sarhoş ediyordu beni, çok güzel diyordum, çok güzel… ve bu güzellik odun kesmenin yorgunluğuyla hallihamur olan bir güzellikti, bedenim benimsiyordu onu, içine çekiyordu. Bazen durduk yerde ‘Canım canım’ derken hâlâ bedenimin ta oralardan aşırdığı canla fısıldıyorum hayata.

Bazen Nihat geliyordu. Sevgili Nihat. Bir gözü şaşı. Ben de  beni hep ıskalayan o şaşı gözüne bakıyordum. Nihat paranoid şizofrendi. Kendisi söyledi. Dobraydı. Hep köyde yaşamış, köyüyle sebat eden birine böyle bir teşhis koymak insafsız. En azından paranoid kısmı fazla... Köyün sosyolojisini ondan öğrendim. Dedikoduyu sevmezdi ama her sorumu cevaplardı, ben de onunkileri tabi. Sonra birden gülmeye başlardık, sesli sesli, daha çok kendi gülüşümüz kışkırtırdı bizi, kimseye nispet olsun diye değil, etrafta kimse de olmazdı zaten. Saf gülme. Bir gün ne okuyorsun Hocam dedi, kütüğün üzerindeki kitabı işaret etti. Kant’ın Prolegomena’sı. Kant’ı anlatayım mı sana dedim. Anlat dedi, sanki ona bir sır verecekmişim gibi ellerini ovuşturdu. Bir tütün sardım, çay doldurdum. Anlattım. İlginç geldi. Bak sana bir yer okuyayım dedim, bir sayfa çevirdim altını çizdiğim satırları okumaya başladım:

“Eğer insan başka birinin bize bıraktığı, bir temele oturtulmuş ama sonuna kadar geliştirilmemiş bir düşünceden işe başlar ve bu düşünce üzerine düşünmeye devam ederse, kendisine bu ışığın ilk kıvılcımını borçlu olduğu o keskin görüşlü adamın ulaştığı yerden daha ileriye gitmeyi umabilir.”

Nihat okuduğumu anladı ve yorumladı da. Nihat’ın pat diye ağzından çıkan şaşırtıcı sözleri olurdu. Zekânın asıl etkisi şaşırtmasıdır; büyülemesi, bir şeyi açıklaması, ikna etmesi, bir sorunu çözüme kavuşturması değil. Yıllar var ki Nihat’tan sonra kimseyle Kant konuşmadım. Öyle demeyin, bazı şeyler ancak biri sorunca konuşuluyor.



Nihat ölmüş...  traktörün üzerinde giderken  bir yıldırım gelmiş koskoca Eymir ovasında onu bulmuş, arkadan bir başka traktör de ezmiş.

Odun keserdim ve Nihat çay molasında gelirdi, kurguyu sezmişti. Odun kesmek, çay, tütün, Kant ve Nihat kafamdaki güzel kombinasyon…