Yazıları okurken en aşağıda D. Shostakovich'in Waltz No. 2'sine tıklayın, yazıyı sevmeseniz de zamanınız boşa gitmemiş olur...
UZLAŞI
Öfkeli kişinin patlama noktasına
varmadan bunun sonuçlarını son kez kendine hatırlattığı bir an vardır, bu bir
korku da yaratır ve insanın yüzünde tuhaf bir gülümseme oluşur. Simgesel bir gülümseme,
uzlaşma daveti.
YAZI
Yazının yazma eylemine yapışık gizli
amacı: Yazanı olumlamak. Yazar otobiyografik anlatımda kendi iğrençliğinden de
söz etse, amaç bunu yazıyla güzel ifade etmek olduğu için yazı, yazar olan ‘ideal
ben’in hizmetindedir hep. Yazıda kendini aşağılama ancak kötü yazmakla olur.
GÜÇ
Güçlü olmanın bir içeriği yoktur.
Aslolan güçlü görünmektir.
SAHTE ERDEM
Doktorun et yemeyi yasakladığı hastanın
perhizi erdeme dönüştürüp kendini vejeteryan ilân etmesi.
YALAN
Yalana kasten inanmak da bir yalan
sayılabilir mi?
TAŞRA AŞKI
Dışarıdan gelen yabancı kıza âşık olan
taşra erkeklerinin cesaretlerini toplayıp aşklarını ilân ettikleri an… Sonuç
genellikle hüsrandır. Ama bu an birçok tanığın önünde gerçekleştiği için ya da
birçok insan eninde sonunda bundan haberdar olduğu için hüsran madaralıkla eş anlam kazanır.
Hüsran kendi başına trajikken, madara olmak başkasının komik bulduğu durumun
içinde daha da trajiktir. Ve bu ilânı aşk anı tam da bu yüzden aşktan kurtulma
anıdır aslında. Sonradan gerçekten komikliğe evrilir. Âşık bu komik anının
birinci elden sahibi olur: 'Bakın size bişey anlatayım...'
KÖTÜ LİDER
Kötü lider, maiyetindeki birinin can alıcı
bir doğruyu keşfetmesinden gocunur. Sırf bu doğruyu kendi keşfetmediği için
otoritesini kullanarak doğrunun aksi yönde davranır. Hitler’in ve Stalin’in
kaprisleri yüzünden verilen zayiat, savaşın “normal” seyrinde meydana gelen
zayiattan hiç de az değildi.
DÜRÜSTLÜK
Japonların dürüstlüğünü, normatifliğini,
sorumlu oluşlarını önceleyen şey sosyal itaatkârlıkları… onlarda dürüstlük
içsel bir tereddüdün ürünü değil, motor bir davranış…
EN İYİ ŞEY
Ve çocukluğumdan beri en iyi
yapabildiğim şeyi yapıyorum: Uzakta bir yere bakmak…
KALABALIĞIN İNANDIRICILIĞI
Boşanmak istemeyenin diğerine ‘Ama
sevgilim düğünümüz çok kalabalık olmuştu.’ demesi.
KARŞILAŞMA
Güzel bir kadınla karşılaşınca ben
göremiyorum ama kendi yüzümde de güzel şeyler oluyor.
EDİMSÖZ
Sözcükler bizim yerimize tavır alır.
Mesela ‘müstehcen’ sözcüğü sadece çıplaklığı anlatmaz, çıplaklığı kınar da. Sözcüğü
kendi üzerine bükmek, ona eziyet etmek gerekir. Bizim dışımızda eylem
inisiyatifi olan sözcükleri kölemiz yapmak… Düşünmek tam da böyle bir şeydir…
MİLİTAN İNANÇ
Tanrı, varlığını ispatlamak için delil
toplayan kullarına bir tür minnet duyuyor ve onları cennetle mükâfatlandırıyor.
Saadet zinciri!.. Tanrı'nın varlığını tartışmıyorum, böyle bir iş bölümünü saçma buluyorum.
BEĞEN TUŞU
Facebbok’un “beğen” tuşu sosyal bir ilişki
yarattığı için değil, herkese bu tuş sayesinde birer editör, birer bilirkişi payesi verdiği için ilginç (üşenmedim yan cümleyi bir daha kurdum: herkese sosyal ilişkilerini kontrol etme yetkisi verdiği için ilginç)
Yazıları okurken en aşağıda Chopin'in Spring Waltz'ına tıklayın, yazıyı sevmeseniz de zamanınız boşa gitmemiş olur...
JAPON İŞİ
1933’te
Oshima Adası’nda pek az kişinin bildiği faal bir volkan olan Mihara Dağı’na iki
genç tırmandı. Kraterin ağzından derinlerde fokur fokur kaynayan ateşi seyrederlerken
biri diğerine “Anında yanacağım, duman ve güzellik içinde göğe yükseleceğim”
dedi ve ilave etti “Bu sırrımı sakın kimseye söyleme!” Ve kendini boşluğa bıraktı. Arkadaşı
sır tutamadı. Hayatın anlamı olmadığı için değil, intihar hayatlarını anlamlı
kılacağı için sadece 1936 yılında en az 600 kişi Mihara’da kendini öldürdü. Sloganı
tekrar edelim: ‘Anında öl, duman ve güzellik içinde göğe yüksel.’ Bunu ilk
yapan kişide tahayyül sözden önce geliyordu, takipçilerinde ise tam tersi: önce
söz, sonra tahayyül. Taklit hiçbir zaman tahayyül ve söz sıralamasında orjinaliyle çakışmıyor, bu yüzden taklit zaten… ama öldürüyor, sağlıcakla kalın.
ABARTI
Görülen
yılanlar hep abartılır. Riskin büyüklüğüyle sözünü dinletme arasındaki somut ilişkiye örnek
olsun diye…
BİLGİÇ
“Bütün
insanlar doğaları gereği bilmek isterler.” Aristo’nun Metafizik’inin ilk
cümlesidir bu ve kendi içinde bir çelişkiyi haber verir. İnsanlar ‘doğaları
gereği’ diye bir ibare kullandığınız zaman, ‘insanların doğaları ne?’ diye bir
soruyu atlamış olursunuz ve Aristo’nun çağı bu soruya cevap vermek için henüz
çok erkendir. İnsanın çağüstü bilmekle ilgili doğasını şöyle ifade edebiliriz
gene de: ‘Bilmiş olmak isterler.’ Bilmiş olmayı istemek, bilmeyi istemekten
farklı. Bilmiş olmak istemek soruya cevap verir, soruyla hortlayan hafızayı
makbul sayar. Ya da bilgiçlerin yaptığı gibi sözü hep bildiği, sözünü edeceği
konuya getirir.
OKUMAK
Kısır
döngü; ‘kısır döngü’ diye olumsuzlayıcı bir sözle ifade edilmediği sürece güvenli
bir bölgedir ve aslında bir mekânın adıdır. Kitap bir mekândır… Okuyucu
depresyonu; okumak depresyonun nedeni olduğu halde, depresyondan çıkış için bir
çözüm gibi de görünür…
Buradan
kalkarak ‘Neden okuyorsun?’ sorusu, ‘Neden okumama bir neden bulmam gerek?’
sorusunu da içerecek biçimde cevaplanabilir.
DON JUAN
Doğu’da Don
Juan olmayışı, içlerindeki arzuyu ortaya çıkaracak, “ihanet” etmeye müsait
kadınların olmayışıyla koşut…
Kadınları
baştan çıkaran Don Juan, baştan çıkarıcı olarak kabahati üstlenir. Buna birinci
kabahat diyelim. Bu kabahat kadınların da işini kolaylaştırır. İkinci kabahat
daha da işlevseldir: Kadın topluma ihanet ederken, çok sürmez Don Juan da kadına
“ihanet” eder. Ödeşme… ikinci kabahatin yani ‘İşini kolaylaştırır’ın yan
getirisi olarak ödeşme.
FARK
Bir şeyi
yitirenlerle, ‘olmayı beceremeyenler’ arasındaki fark şöyle işler: ‘Olmayı
beceremeyenler’ mazeretlerini baştan beri sahip olmadıkları şeyi sonradan
yitirmiş gibi açıklarlar.
KADIN ÖĞRETMENLER
2. Dünya Savaşı
sırasında ve sonrasında Avrupa’da kadınların evin reisi olmalarıyla yeni bir
kuşak yetişti. Bu kuşağın getirdiği barış ortamında savaşı yapan erkeklerin
barışından farklı bir şeyler vardır muhakkak. Ama ne bilmiyorum, bu konu
hakkında bir şeyler okumadım.
Bugün bir
seminere gittim (Mayıs 2016), öğretmenlerin üçte ikisi kadındı(saydım).
Öğretmenlik bir kadın mesleği, giderek daha çok böyle. Hiç de barışçıl bir
etkisi yok ve onların bol olduğu bir ortamda dilim bağlanıyor.
İTİCİ ŞİİR
İçinde “şiir”
sözcüğü geçen şiirlerin iticiliği… İçinde film yönetmeni ve kamera olan
filmlerin iticiliği gibi.
ARAMAK
Deniz
kıyısında çocuklar gibi kumu eşeleyerek kale yaparken genç arkadaşım “Sana bir
soru” dedi. Bir bilen olarak beni kayırdığını hissettim, hoşuma gitti “Sor” dedim.
“Aramamı
beklediğini varsaydığım küskün sevgilimi aradım. Ama o cevap vermedi. Bunu neye
yormalıyım?”
Bir dalga
geldi yan tarafını tahkim etmediğimiz seti yıktı ve çukurun içi su doldu.
“Burada
kendine iki soru sormalısın” dedim, “Birincisi, acaba aramandan hoşlandı mı?
İkinci soru asıl önemlisi, düştüğün şu açmazı varsaydığı için acaba cevap vermemek daha mı çok hoşuna gitti?”
“Sizce ne
yapmalıyım?” dedi. Durum kendisi için hassas bir noktaya gelince senli konuşmadan sizli konuşmaya geçiyor; hep yapıyor bunu.
“Kaleye set
yap!” dedim.
DİLENCİ
Biz bir
dilencinin muhtaç olmuş düşkünlüğüne değil, dilenci olmuş düşkünlüğüne para
veririz. Dilenci bizden servet talep etmez, ne verirsek razı olur, dolayısıyla
dilenciyle ilişkimizde bir aldatma aldatılma ilişkisi yaşamayız. Şöyle de
diyebiliriz, onun dilenci olduğu yalan değildir, paraya muhtaç olduğu yalandır.
Bu fotoğraf galiba beş yıl
öncesine ait. Yaz sonu. Saçımın haline bakılırsa poyraz esiyor.
Bacaklarımın arasından topunu almaya çalışan Panço artık yok, geçen yıl öldü.
Panço staf cinsi. Meto yavruyken sokakta bulmuş. Sürekli top ağzında, top lime
lime olana kadar. Dişlerinin arasındaki topla hem öfkesini bastırıyor,
hem de topla kafasını iki yana sallayarak daha heybetli görünüyor. Meto ona sürekli top bulurdu. Deniz kıyısında illaki kıyıya
vurmuş, unutulmuş bir top. Çoğu zaman Panço denize girmemin sebebiydi, Meto
topu denize fırlatıyor, ben de daha açığa fırlatarak topa doğru yüzüyordum,
sonra tekrar fırlatıyordum, azgın dalgalarda, ters akıntılarda bile pes
ettiğini görmedim, suyun içinde topa dişlerini geçirene kadar inatla yüzüyordu.
Deli. Bir gün Meto, Panço’nun öldüğünü haber verdi. Yürüyorduk böyle. Bir
yıldır eksik yürüyorduk ve daha seyrek… Meto’nun köpeklerle arası iyiydi. Sarı,
Lumpen (adını ben koydum), Zeytin ve Panço hep beraber sahilin bir ucundan
diğer ucuna… Sarı ve Zeytin bir gün ortadan kayboldu. Hayvan Barınağı’na
gittik, yok. Başlarına ne geldiği hâlâ bir sır. Sonra Panço öldü, sonra Meto’nun
babası (sonraları karıştırmış olabilirim). Meto ‘Gideceğim ya her
şeyimi yitiriyorum tek tek’ dedi. O sırada fırtınadan evinin çatısı göçmüştü ve ev sahibi de evimden çık diyordu. Üstelik çok geçmeden evi başka
birine sattı.
Meto dostumdu. Yol
arkadaşım. Bingöllü Kürt kardeşim…
Bu fotoğrafta patika
yoldan yürüyüp ardımızda Kısırkaya’yı bırakmışız Kilyos sahilinde yürüyoruz. İkimiz
de insansızlığı severdik. Hayır düzelteyim, ikimiz de yürürken çevrede insan
olmasından hoşlanmazdık. Gerçek yürüyüş... bakışa maruz kalmadan. Ayakların
bedeni diğerlerinin bakışından bir an önce uzaklaştırmak için düştüğü telaşla (ayaklarla beden
arasındaki kopukluk nasıl da barizleşir), kendi imgemizi unutmuş rahat halimiz arasındaki farkı bilerek. Birileri mekânı
kapmış ve sen önünden geçiyorken gerçek yürüyüş olmazdı. Mekân neden kapılan
bir yer haline geliyordu her seferinde? Hiç düşündün mü Meto?.. Panço mekânı
anonimleştiriyordu…
Meto iş dönüşü arardı, ‘Hocam
sahilde kimse yok.’ Ne güzel, yürüyüş başlasın o zaman…
Meto Türkiye’den hep
gitmek istedi… Bunun için maceralara atıldı. Bir tanesini uzun uzun
anlattırdım ona. Garip bir hikâye. Harem’in tepesindeki parktan arkadaşlarıyla
tır taşıyan ro ro gemilerini gözlemişler günlerce. Tam da Türkiye’yi terk etmek, yurtsuzlaşmak isterlerken farkında olmadan bulundukları o parkı yurtsamışlar. Orayı sevmişler. Hikâyenin bir yerinde
bunu söyledim ona, şaşırdı, güldü… Brandasını itinayla kesip bir tırın içine girmişler
gizlice, çıt yok. Ertesi gün, fark edilmişler, şoförler linç etmek için
toplanmış tırın etrafını sarmışlar. Direnmişler, aşağılık güruha teslim
olmamışlar. ‘Polis gelsin’ demişler. Dikkat!.. Normal bir demokratik ülkede
insanlar suçluya karşı polis çağırır, burada bizzat “suçlu” polisi çağırıyor.
Normal demokratik bir ülkede eziyet eden polisin elinden suçluyu almaya çalışan
vicdanlı insanlar olur, burada eziyet edecek insanların elinden kurtarması için
polisten medet umuyor Metolar… Hoş, polis de boş durmuyor, onlar da eziyet ediyor tabi… Yazacağım
bunları Meto. Orasını burasını kurcalayarak yazacağım…
Meto için gitmek bir amaçtı.
Meto Melbourne’e gitti. Aynı zamanda sevdiği kadına, Jodie’sine. Talihli
adamsın Meto, darbeden bir gün önce gittin… Görüşmek üzere…
Thomas
Bernhard’ın bir kitabının adı bu. Ben de zaten adı için almış okumuştum. Şimdi
tekrar baktım, içinde odun kesmekle ilgili bir şey yok. Hayal kırıklığı denmez
buna, zokayı yutmak denir. Thomas Bernhard kitabının adını niye öyle koymuş
bilmiyorum. Kitabın alt başlığı da var gerçi: ‘Bir Öfke’.
Anlatacaklarımı belki bu alt başlıkla bağlantılandırabilirim.
Gerçekten
de öfkeli olduğum zamanlar odun kesmek iyi gelir.
Şu yaz
sıcağında odun kesiyorum. Mevsim olarak ekonomik değil, biliyorum. Aklımda Ford fabrikasının sahibi Henry Ford'un şu güzel sözü var: 'Odununuzu kendiniz kesin, iki kere ısınırsınız.'
Bende odun
kesmenin yazı kışı yok, yaz gününde palto giymiyoruz nihayetinde, kimse yadırgamasın, sırf iş olsun diye odun kesilebilir. Hatta sükse
olsun diye. İşin sükse kısmını kısaca anlatayım:
Odunu
takoza oturtursun, baltayı aşağıdan nişanlayarak kaldırırsın ve hızla
indirirsin, odun ikiye yarılırken baltanın ucu da takoza saplanır. Baltanın bu
dekoratif duruşu önemli. Ellerin ayrılır, kesilecek bir başka odunu bir eline
almışken diğer elin sıkı bir dokunuşla baltayı yerinden söker ve iki elin tekrar
baltanın sapında birleşir. Koordinasyon. Dik bir şekilde havaya doğru kasılma
ve çömelme. Dizler esnek, ayaklar yerinden oynamazsa daha fiyakalı.
95 yılının
yaz sonu traktörüyle bir adam gelmişti köye. Ben sana odun getiririm, dedi.
Tamam dedim, fiyatta anlaştık, üç römork odunu lojmanın önüne yığdı. Kütük
halinde meşe odunları, arada ardıç da vardı (kerpiç evlerin çatısına konur,
sağlam ağaçtır). Düğünlerde davul çalan Ali, odunları hızarıyla kesti. Hayır dedim
inceltme işini ben yaparım.
O yıl iyi
şeyler düşünüyordum, kendimle ilgili iyimser şeyler. 12 Eylül günlerinde
kitaplarım yakılmıştı, toprağa gömdüklerim de kısmen çürümüştü. 95 yılına kadar
kitaplarla arama bir soğukluk girdi bu yüzden, heves falan kalmadı. Hayır
okumayı kastetmiyorum. Yine deli gibi okuyordum ama onları sahiplenmiyordum,
kitaplarla ilişkim ödünç alma iade etme döngüsüne girmişti. Param da yoktu. Eh
öğretmenlik düzenli bir gelir demekti, stajyerliğim de kalkmıştı işte, evvel allah sağlamdaydım. Ankara’dan kitaplar almıştım, koliye doldurup getirmiştim,
baba kitaplar, Kant’ın bütün eserleri, piyasada ne bulduysam. Kant hastalıklı,
münzevi bir adam. İnsanı elden ayaktan düşürmeyen ama takatsiz bırakan bir
hastalık inzivayla bağdaşır... O günlerde kendimi Kant’a yakın hissediyordum,
beden olarak yakın, maceradan uzak ve ne yaşıyorsan kafanın içinde yaşa modunda.
Pastoral. Hastaydım. Haftada üç gün kullandığım ilacın yan etkisi vardı. İlacı
aldıktan (kendi kendime vurduğum bir iğne aslında) iki üç saat sonra titreme,
ateş ve yarı hezeyan. Bedenimin bir kuytu haline gelişi. Çocukluğumdan beri
soğuk algınlığı ve griple kitap okumam arasında ayartıcı bir ilişki var desem.
Kendime acımamın gösterişsiz hali. Bu halimi nadasa bıraktım, belki ilerde, daha ilerde mesela Kant’ın yaşında yazmaya başlamak… zamanım var. Sanıyorum insan otuzlu yaşlarında aynada gördüğü halinin ömür boyu
devam edeceği yanılsamasına kapılıyor. Yani tip olarak demek istiyorum.
Hastalığa itirazım yoktu, tek istediğim sonsuza kadar yaşamaktı. Tipim
müsaitti.
Öfkeliyken
odun kesmenin iyi gelmesi bir yana, odun kesmenin kendisi öfkenin ifadesine yol
veriyordu, öfkeyi özgürleştiriyordu. Daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, odun kesmek bizzat öfkeyi yaratıyordu; kimseye zarar vermeyen yapıntı bir öfkeyi.
Zararsızlığı kendine dokunulmaz bir alan çizmesinde, kimsenin bulaşmak
istemeyeceği bir dalgınlığa hükmetmesindendi. Odunu alıyorsunuz, kesiyorsunuz,
parçaları başka bir yere atıyorsunuz, eğilip doğrulma ve bakışın odunların
dışına nadiren kayması… bitirmeliyim şu işi babında bir yoğunluk. Öfke biraz da
diğerini gereksizleştiren (yardıma yeltenemeyeceği, işe yaramayacağı sınırda tutan) kendine
yeterlik halinin sert iletimiydi.
Bir de
kesilmesi zor budaklı odunlar... baltayı her indirişimde taşa vurmuşum gibi gücün
kaslarıma aksülamel eden sersemletici etkisi. Çetin ceviz. Birkaç denemeden
sonra başaramazsam elime alıp inceliyorum odunu, zayıf noktasını buluyorum, tam
oradan bir kertik açınca baltayı odundan ayırmadan defalarca vuruyorum,
vuruyorum. Yarılsana Allahın belası. Saf öfke… bir iş yapıyorsun ve hiçbir
estetik kaygın yok, odunu öyle ya da böyle parçala, sobaya girsin yeter. Odun kesmek yapıcı bir iş (kışa hazırlık) gibi gözükse de, içimdeki yıkıcılığı da açığa vuruyordu. Dikkatli bir bakış bunu anlardı. Yanınca yok olacak bir şeyle özenli bir ilişki içine girmenin alemi ne? Yapmak yıkmaktı. Sanıyorum heykeltıraşlarda da var bu; taşı parçalarken, yontarken önce yıkıcı dürtülerini tatmin ediyorlardı. Hangi konumda olduğunu sözcükler belirliyor, eylemin kamufle edilecek bir yedek anlamı oluyor illa. Buna dilbilim terimleriyle şöyle diyebiliriz: Gösterileni gizleyen gösteren... Saf özgürlük. Yalnız kışın o budaklı parçalardan birini tam sobaya
atacakken elime aldığımda tuhaf bir duyguyla duraksıyordum bir süre; kendi zahmetime duyduğum saygı ile zahmetimi ödülle unutturan kontrast: az terletmemiştin beni, şimdi
ısıtacaksın, hem de diğer odunlardan daha çok. O kış bir kuzine almıştım. Ve çocukluğumdan beri hiç olmadığım kadar ısınmıştım. (Bir adam tanımıştım 91 yılıydı galiba, fellik fellik Almanya vizesi almaya çalışıyordu, yıllarca Almanya'da çalışmış ve Gedikpaşa'daki ayakkabı imalathanesini tasfiye edip yeniden Almanya'ya dönmek istiyordu. 'Neden?' diye sormuştum. 'Üşüyorum' demişti, 'ben bu memlekette üşüyorum, evde, sokakta, işyerinde... her yerde üşüyorum... gideceğim bu siktimin ülkesinden...)
Ben bir yer bulmuştum işte... Üç römork
odun, az buz değil. Odun kesmek zamanla bir kurguya dönüştü. Kestiğim odunlar
göz doyurucu bir yığın olunca, çay demliyordum, en sona ayırdığım budaklı iki
üç parçayı da kestikten sonra çayın başına oturuyordum. Bir kütük bana, bir
kütük çaydanlığa, bir kütük de bardağa. Ter ve hafif rüzgâr. O anda yüzümü
camda görseydim kendimi severdim, bağışlardım, şifa niyetine bile olsa Tanrı’ya ihtiyacım kalmazdı. O
zamanlar sigarayı bırakmıştım, ama tek tük içiyordum. Kurgunun içinde tütün
sarmak da vardı, kâğıdı yuvarlarken, yapışkanı dilimle ıslatmak da, önümde uzanan
hasadı yapılmış geniş tarlaya bakmak da, rüzgârda anızların titreşimini
hissetmek de. Sigaramdan ilk nefes sarhoş ediyordu beni, çok güzel diyordum,
çok güzel… ve bu güzellik odun kesmenin yorgunluğuyla hallihamur olan bir
güzellikti, bedenim benimsiyordu onu, içine çekiyordu. Bazen durduk yerde ‘Canım
canım’ derken hâlâ bedenimin ta oralardan aşırdığı canla fısıldıyorum hayata.
Bazen Nihat
geliyordu. Sevgili Nihat. Bir gözü şaşı. Ben de beni hep ıskalayan o şaşı
gözüne bakıyordum. Nihat paranoid şizofrendi. Kendisi söyledi. Dobraydı. Hep köyde yaşamış, köyüyle sebat eden birine böyle bir teşhis koymak insafsız. En azından paranoid kısmı fazla... Köyün
sosyolojisini ondan öğrendim. Dedikoduyu sevmezdi ama her sorumu cevaplardı,
ben de onunkileri tabi. Sonra birden gülmeye başlardık, sesli sesli, daha çok
kendi gülüşümüz kışkırtırdı bizi, kimseye nispet olsun diye değil, etrafta
kimse de olmazdı zaten. Saf gülme. Bir gün ne okuyorsun Hocam dedi, kütüğün
üzerindeki kitabı işaret etti. Kant’ın Prolegomena’sı. Kant’ı anlatayım mı sana
dedim. Anlat dedi, sanki ona bir sır verecekmişim gibi ellerini ovuşturdu. Bir
tütün sardım, çay doldurdum. Anlattım. İlginç geldi. Bak sana bir yer okuyayım dedim, bir
sayfa çevirdim altını çizdiğim satırları okumaya başladım:
“Eğer insan başka birinin bize bıraktığı, bir
temele oturtulmuş ama sonuna kadar geliştirilmemiş bir düşünceden işe başlar ve
bu düşünce üzerine düşünmeye devam ederse, kendisine bu ışığın ilk kıvılcımını
borçlu olduğu o keskin görüşlü adamın ulaştığı yerden daha ileriye gitmeyi
umabilir.”
Nihat
okuduğumu anladı ve yorumladı da. Nihat’ın pat diye ağzından çıkan şaşırtıcı
sözleri olurdu. Zekânın asıl etkisi şaşırtmasıdır; büyülemesi, bir şeyi açıklaması, ikna etmesi, bir sorunu
çözüme kavuşturması değil. Yıllar var ki Nihat’tan sonra kimseyle Kant
konuşmadım. Öyle demeyin, bazı şeyler ancak biri sorunca konuşuluyor.
Nihat
ölmüş... traktörün üzerinde giderken bir yıldırım gelmiş koskoca Eymir ovasında onu bulmuş, arkadan bir başka traktör de ezmiş.
Odun
keserdim ve Nihat çay molasında gelirdi, kurguyu sezmişti. Odun kesmek, çay,
tütün, Kant ve Nihat kafamdaki güzel kombinasyon…