29 Ekim 2016 Cumartesi

Fikirsiz Entelektüel



Eskiden satın alacağım kitapları elime alır seçerdim. Ankara’da ayakyolu yaptığım Zafer Çarşısı: yeraltında olmanın emsalsiz hali. Merdivenden aşağı inip yeryüzünden yitince, kitapların kanatları altına girerdim. Her gün uğrardım oraya –bazen günde birkaç kez- ama parasızlık yüzünden ayda üç dört kitap ancak alırdım. Satın alamayacağım kitaplara bakarken (ön kapağına, ya da arka kapağındaki tanıtım yazısına bakmaktan söz etmiyorum, bizzat içinden birkaç sayfa okuyarak)imrenme duygumu öldürürdüm (imrenme zaten imrenme duygusunu öldürme arzusu değil mi?) onlar hakkında ayaküstü fikir sahibi olurdum. Bu tutumum kitaba sahip olmanın hileli bir yöntemiydi ama işe yarıyordu. Zamanla “iyi” kitabı “kötü” kitaptan ayıracak keramete kavuştum. Artık birkaç sayfa değil, kitabın rastgele bir sayfasından rastgele bir cümle okumam yetiyordu.

Son on yıldır kitaplarımı internetten ısmarlıyorum. Dolayısıyla ısmarladığım kitaplar arasından “çöp” kitaplar da çıkıyor. Kitapları seçerken genellikle yazarın adına bakıyorum, ya da kitap dergilerinde çıkan tanıtım yazılarına, olmadı okuduğum bir yazarın referansına… ama araya, verdiğim paraya değmeyecek kitaplar da karışıyor. Hem pişman oluyorum hem aldatıldığımı hissediyorum (bu iki duygunun bir arada bulunması bir tedbir gibi; biri diğerine karşı avutucu). Talal Asad’ın Dinin Soykütükleri böyle bir kitap. Üstelik kitabı Metis basmış. Adam hakkında biraz araştırma da yaptım. Youtube'dan videosunu izledim. Talal Asad Suudi kökenli. Batı’da eğitim görmüş, bibliyografyası zengin. Ama adamda fikir yok. Tipik yaranmacı, İslamcı (öyle olmadığı halde öyle görünmeyi beceriyor; Batılı imajı için cümleyi şöyle de kurabilirsiniz: İslamcı olduğu halde öyle görünmemeyi beceriyor) Ortadoğu kafası. Madem para verdik ziyan olmasın okuyalım karmaşası sayesinde ilginç bir şey fark ettim, fikirsizliğin zımni bir üslubu varmış: zımniliği korumak... Adamın yazdıklarını araştırayım derken adamın kendisi bir araştırma nesnesine dönüşmeye aday.

4 Ekim 2016 Salı

Can Sıkıntısı



Canım sıkılıyor demenin maliyeti yok, aleniyete en yatkın duygu. Ama canının sıkıntısını anlatmaya henüz başlamışken birden her şey ilginç olabilir. Hikâyene ev sahipliği yapan mekânın vaadidir bu.

Canını sıkan ne? İşte aklın hareket noktası. Bu sorudan uzaklaşmayan kendi bireyselliğini keşfedebilir. Tamam mola ver, ama hep oraya dön. Zaten ister istemez oraya dönüyorsun, bu kez hazırlıklı ol.

Can sıkıntısının da statüleri var. Dağ başında birinin sıkıntısıyla Paris’te bulunan birinin can sıkıntısı aynı olmaz. Baudlaire Paris Sıkıntısı derken can sıkıntısına bir marka kazandırdı.


Meşruiyetin dışına çıkmak için soralım:

Can sıkıntısı ne demek?

Almancada can sıkıntısını anlatan birkaç sözcük var, en çok kullanılanları ‘die Langeweile’ ve ‘der Missmut’. Heidegger Varlık ve Zaman’da ‘Missmut’u kullanmış. İlgili kitapta can sıkıntısı başlıklı bir bölüm var diye hatırlıyordum, sayfa sayfa baktım yok, sonra altını çizdiğim yerlere baktım, hiç can sıkıntısı sözcüğü geçen bir satırın altını çizmemişim. Hayret.  Ama kitabın hem Aziz Yardımlı çevirisinin arka bölümünde hem de Kaan H. Ökten çevirisinin ilave kılavuzunda yer alan Almanca Türkçe sözlüklerinde can sıkıntısı karşılığı ‘Missmut’ verilmiş. Demek Heidegger’in tercihi bu. Adı geçen sözcüğü bulmam için kitabı yeniden okumam gerekiyor. Bunu yapmayacağım. Heidegger’i söylediklerimi doğrulamak için referans alamayışım (alıntı, alıntı yapanı değil yazanını doğrular) kavramı yeniden düşünmemi sağlasın istiyorum. Bir kapı. Belki… Artık idare edin.

Düşünmek için Heidegger’in yöntemi güzel. Sözcüğü parçalamak ve yeniden monte etmek.  Bu yöntemi sözcüğün anonim ruhuna ulaşmak için kullandığım sanılmasın; sözcüğün ilk baştaki 'unutulmuş' ama yeniden düşününce anlamını zenginleştiren, kendi iç imkânına kavuşturan parçalanmasından söz ediyorum. Almancanın felsefi dil olarak ayrıcalığı bu. Miss=bozuk, başarısız. Mut=cesaret. ‘Miss’ ayrılamayan bir önek. Sözcüğü parçalayınca motomot bir çeviriyle ‘başarısız-cesaret’ gibi bir anlam çıkıyor. Sözcüğün bu ham halinden kalkarak şunu söyleyebilirim: sözcük nasıl kendi kökenini unutmuşsa, can sıkıntısı da kavram olarak asıl nedenselliğini unutmuş. zaten bu yüzden kullanışlı. Cesaretsizlik yüzünden yapılamayan şeylerden sonra oluşan boşluk... can sıkıntısı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Sözcüklerin bir kılıktan diğer kılığa kolay geçişleri ruhumuzun bir halden diğer hale geçişlerini temsil etmez; aksine sözcük bizzat kendi manevra hızıyla ruh halimizi bilinçdışına iter, tanınmaz kılar. ‘Canım sıkılıyor’ derken kendime ait bir izah da sunmuş olurum. Baştan nedenselliği iptal eden bir izah. ‘Hiç… sıkılıyor işte.’ Bir eyleme girişmekle girişememek arasındaki ikircikli tutum içimde mayalanır, beni başka birine dönüştürür. Kendinden şikâyet eden biri. Ama henüz pişman olan hayıflanan biri değil. Arzu yokluğuyla uzayan bir ara durum. Arzu yokluğu, yani hafiflik. Milan Kundera’nın bilinen romanının adını başka türlü söyleme imkânıyla: hafifliğin dayanılmaz varlığı. Can sıkıntısı… Engellenen arzunun yoğunluğu kaygı yaratırken (Melanie Klein’da), cesaretin ölmesi (daha iyi bir deyişle sönmesi) yüzünden arzunun yokluğu can sıkıntısı yaratır. Bu saikle can sıkıntısı daha masum, daha dillendirilebilir halde görünür. Çoğullaşan bir kendini ifade biçimi. Sadece kendini ifade etmiyor, diğeri adına da konuşuyor.

Ama can sıkıntısını anlatmaya çalışan bir arzu duymak: Yazmak.


Çağnam Erkmen Paris’te sıkılan bir kadını yazmış. Eee sıkılacaksan Paris’te sıkıl.

Çağnam Erkmen Yok kitabındaki ‘Paris’te’ öyküsüyle ‘Kadınlar Ne İster?’ (Freud) sorusunu bize yeniden soru olarak iade ediyor. Çünkü bir soru ancak soranın bunu neden sorduğunu gizlerse hayat bulur. Yani bizzat soru, çıkış noktasına yönelik kendi içkin sorusunu gölgeliyorsa. Elbette sorana da bir soru sorulabilir. Ama hazırcevap: Burada soruları ben sorarım. Eğer ‘bir kadın ne ister?’ diye bir soru soruyorsanız, ‘bir’in tekliği ile ‘kadın’ın genelliği arasında bir uyum yasasını talep ediyorsunuz demektir; Don Juan'ı bu genelleme mertebesine ulaşmış müstesna kişi kabul edelim.

Hikâyenin anlatıcısı kadın Paris’te bir bistroda kocasıyla otururken adı Antoine olan bir sokak serserisini tanıyor. Tanışmıyor, tanıyor. Adını nereden mi biliyor?

Çünkü Asyalı garsonla gürültülü tartışmalarına kulak misafiri oluyorum.

Üçüncü kişinin adı Antoine.

Bir öyküde ancak üçüncü kişi varsa bir şeyler değişir.

Aşk kendini korumak için her zaman üçgen yaratır. Ama bu bir aşk öyküsü değil. Yine de bir üçgen var; kaygı, arzu ve can sıkıntısı arasında anlatıcının kendi içinde kurulan bir üçgen.

‘Tanışmıyor, tanıyor.’ diye bir cümle kurdum yukarıda. Bunu biraz açayım. Bazı insanları o bizi tanımazken tanırız. Onu bize tanıtan görünümü ve etraftan kulağımıza çalınanlar kafamızda bir portre oluşturur. Bunu nadiren aşarız, eşitsiz bir tanımadır bu; ancak gerçek tanımadan farklı olarak aşinalık denilen güvenli mesafeyi korumak işimize de gelir. Zararsız olma hali: diğerini aşina kılmak. 

Antoine’da aşinalıktan daha fazla şeyler görme eğilimindedir anlatıcı:

Kırçıllaşmış saçları ve kesif kokusu olmasa, yakınlardaki Sorbonne Üniversitesinde ders veren sanat tarihi profesörlerine benzetilebilir. Yüzü sürekli sokaklarda dolaşmaktan bronz, sağlıklı ve çok kırışık. Çöpten bulmuş olduğunu düşündüğüm gözlüğü de ilgimi çekecek kadar özgün bir tasarım. Yine de sokak serserisi işte. Altına işeyenlerden değil ki, kafeden kovulmuyor.”

Kadın ve kocası birçok kez gelmişler Paris’e, şehri tanıyorlar, gitmedikleri, görmedikleri pek bir yer kalmamış, belki ‘birkaç küçük müze, yeni keşfedecekleri yerel bir lokanta’… Niye gelmişler ki bu şehre?

Bir lokantaya gidiyorlar. Ve tesadüf, Antoine lokantanın karşısındaki bir banka  oturuyor. Çevresindeki gençlerle konuşuyor. Bilgili biri… Otele dönüyorlar, duş alıyorlar, gece bir bara gidiyorlar. Değişiklik olsun diye bir İrlanda barına. O da ne, Antoine yine. Bu kez kocası fark ediyor.
Antoine ayartıcı bir imge. İkili ilişkiyi üçgene çeviren bir öte köşeyi temsil ediyor. Henüz o köşenin kendisi değil, ima halinde. Deli ve sokak serserisi olması öteki adam fantezisini çarpıtmaya yarıyor. Öteki adamın gayriciddi varlığı. Peki bu imge ya öteki adamın ta kendisi olursa. Gerçekte cinsel iştahın tam da böyle bir gayriciddiliğe ihtiyacı varsa ne düşüneceğiz?

Kendi başımdan geçti. O zaman gençtim. Ankara Kızılay’da Zafer Çarşısı’nın üst tarafında Beyaz Ev (yoksa Saray mı?) denen kafede kız arkadaşımla oturuyordum. O zaman kafelerde bira da veriliyordu. Benim doğal eğilimim susmaktır, eğer susmam diğerine bir tedirginlik yaymıyorsa huzurluyum demektir. Onunla güzel susardık. Bir an onun aşağıda bir noktaya baktığını ve gülümsediğini gördüm, sanki birinin selamına karşılık verir gibi, mahcup ve sevecen. Hani istediğini almış bir bakış, hoşnut. Aşağıda gülümsemenin diğer ucunu aradım. Ama yok. Hayır var, yerde, çiçek tarhının kenarındaki sete oturmuş o evsiz adam. Sıhhıyye Tunalı Hilmi Caddesi güzergâhı içinde hep yürürken gördüğüm kirden keçeleşmiş uzun saçlı, sakallı, zayıf ama güçlü. Bakışları içe işleyen, sanki tanıyormuş gibi bakan. 1982 Dünya Kupası’nda Brezilya Milli Takımında oynayan Sokrates’e benziyor. Kiminle bakıştın dedim ona. Başıyla Sokrates’i işaret etti. Adam tekrar baktı, bakışı benimle karşılaşınca çabucak önüne döndü, acemice... hâlâ gözlerimin önünde elleri dizlerinde tostop. ‘Yakışıklı adam dedim. Güldü. Demin bana öpücük gönderdi dedi. Hey dedim adamın halini görüyorsun bir de aşık etme kendine. Aslında korkum kız arkadaşımın ondan hoşlanmasıydı. Gonçarov’un Yamaç romanını okumuştum.

Kadınlar ne İster değil, bir kadın ne ister? Çağnam Erkmen anlatmış, Yok’ta…