27 Kasım 2016 Pazar

Kapı



“Bana bak sınır kapılarını açarım.” (Cumhurbaşkanı Erdoğan)

Şu kapı denen kavram. Tuhaf bir nesnenin adı. Kapatıyorsun kapanıyor, açıyorsun açılıyor. Sözcük de tuhaf, hem metafor hem gerçek. Bir yerde kapı varsa saf varoluş da bozuluyor, içerde veya dışarıdasın, kaçarı yok, bir psikoloji bu.

Kapının açık hali, kapalı hali yanında bir de aralık hali: dikkat edin, aslında "aralık" diye bir nesne yok, ama biz kapıyı değil aralığı görüyoruz.

Bakın kapının icadı diye bir şey de yok, menteşenin icadı var.

Sadece nesne değil, simge de. Otomatikman simgeselleşiyor. Mesela çelik kapı; kapının sağlamlığını iletmiyor sadece, içeride olanın dışarıya karşı korunmacı hassasiyetini  vurguluyor, güven duygusunu kasten abartıyor.

İstanbul’un meşhur sur kapıları, kapı adlarıyla semtleşmiş o tampon bölgeler: Edirnekapı, Topkapı, Ahırkapı… Kapı, kapı olarak eğreti bir varlıkken adı neden kalıcı? Kapının metaforu her zaman gerçek anlamını aşsın istenir de ondan. İnsanoğlu kapının enerjisine güvenir. Bir müeyyidesi var kapının.

Paris’in Zafer Tak’ı... şehir genişleyip sur olmaktan çıkınca sanki şehre örnek bir giriş yeri olsun istenmiş... devasa bir kapı gibi inşa edilmiş. Taklarda kapının model alınması ilginç değil mi? Bu mecaz anlamın makro boyuta taşması,  gerçek anlamı alt etmesi aynı zamanda. Bir kavram mecaz anlamlarını da kapsayınca kendine has bir gerçeklik de yaratıyor. 




Geçen kömürlüğümün kapısı alt tarafından parçalandı. Zaten kırık dökük bir kapıydı ama parçalanınca simgesi de parçalandı.  Parçalanmış kapıya şöyle bir yazı yazmak geçti içimden: ‘Bu bir kapıdır.’ Bu mesaj elbette okuması yazması olan insanlara gelsindi. Geceleyin sahilde ateş yakıyorlar, geçen sene odunumu çalan birini yakalamıştım.  Ama kapımı onlar parçalamadı, Kâzım’a saldıran köpekler parçaladı. Kâzım kedimizin adı.

Anlatayım:

Yıllardır kedi bakmıyorum. Çoğalıyorlar ve ölüyorlar. Ömrü kısa olan bir şeyi sevemezsiniz. Artık kapıya gelen sokak kedilerine bakıyorum arada. En son Şerafettin’e bakıyordum. Şerafettin’in asimetrik bir yüzü vardı, bir kulağı dik, bir kulağı aşağıda, yüzünün bir tarafı façalı. Tüylü, kabarık, sert bakışlı tam bir kış kedisi. Ne kışlar geçirdi. Bütün köpekler korkardı ondan. Bir gün bahçede ölüsünü buldum. Bir mezar kazdım ona. Bu son olsun dedim. Olmadı.

Geçen bir arkadaşım geldi oturduğu apartmanda bakamadığı kedilerini bana verdi.  İki kedi. Kafka ve Milena. Dedim ki arkadaşıma bu kediler ev kedisi, burada yarı vahşi yaşayacaklar. Başlarına bir şey gelebilir. Böyle dedim ve işin vicdani yükünü üzerimden attım.  Kömürlükte onlara yer yaptık, kapının altında sadece onların geçebileceği oyuk hazırdı zaten. Birkaç gün sonra arkadaşım Milena’yı kısırlaştırmak üzere götürdü. Kafka’yla baş başa kaldık. Kedi sevenler bilir, siz onları okşadıkça onlar sokulganlaşır, mırlar, o kadar sevimli olurlar ki, canlarını yakasınız gelir (gerçek sevgide okşayan el, bu tensel kararsızlığa düşmez mi, söyleyin). Ama Kafka’yla böyle olmuyordu, bir türlü yakınlaşamıyorduk. Sonunda anladım. Ona Kafka derken aramızda kendiliğinden bir resmiyet oluşuyordu. Kafka sevilmez. Soğuk. Kafka’ya saygı duyarsınız, Kafka’yı anlarsınız, yazma yeteneğini takdir edersiniz falan ama sevemezsiniz. Kafka size ince hastalığa yakalanmış biri gibi öyle uzaktan uzaktan bakar. Keşke hiç fotoğrafı olmasaydı. Keşke arkadaşı Max Brod’a bütün eserlerimi yak yerine bütün fotoğraflarımı yak deseydi. Kafka benim için özel ad değil, sizi sürekli anonim bir halin içinde gören bir çift kara bakış. Ve bir gün Kafka’yı severken ona ‘Kâzım’ dedim. ‘Kâzım!’ Daha senlibenli, daha sataşkan. Kasabalarda lâkapların da benzer bir rolü yok mu? Çocuğu ailesinin korumacılığından almak ona sokağın kimliğini vermek. ‘Kâzım!’ İşte bu. Bu isim değişikliği kediyi değiştirmedi, beni değiştirdi. Kâzım’a yemeğini suyunu veriyorum, eve alıyorum, seviyorum, okşuyorum, bir köşede uyutuyorum ve uyanıp huysuzlaşınca (kakasını, çişini yapacak bir yer arıyor köftehor) ‘Olmaz Kâzım!’ diyorum, Kâzım’ı, dışarı, kapının önüne bırakıyorum.

Bir hafta sonu, öğle sonrası… Kâzım dışarıda, ben de uzanmış Thomas Hardy okuyorum. Dışarıdan bir gürültü geldi, ardından bir köpeğin acı acı bağırışı. Kitabı elimden bıraktığım gibi koştum, baktım iki köpek kömürlüğün kapısını zorluyorlar. Köpeklerden biri, göttenbacak olanı kafasını kapının altındaki oyuğa sokmuş. Ben bağırınca kaçtılar. Peşlerinden bir odun parçası da fırlattım. Vurasıya değil, korksunlar bir daha gelmesinler diye. Kapının alt tahtalarını parçalanmış görünce keşke vurasıya atsaydım dedim. Kâzım beni köpek düşmanı etti. Kömürlüğü açtım. Kâzım, odunların üstünde, iyice kamburunu çıkarmış, ürkek; benden bile korkuyor. Kediler korkunca tehlikeyi genelleştirirler. Güçbelâ aldım Kâzım’ı oradan. Baktım, kuyruğunun alt tarafında ve sağ bacağında yaralar var. Eve götürdüm, yaralarını pansuman ettim. Birkaç gün evde kaldı.

Sosyal Bilgiler dersinde bu olayı anlatırken çağrıştı (aslında sürekli bozulan ve tamir edilen bir sınıf kapımız da var), çocuklara sordum:

“Evin kapısı içeri açılırken neden kömürlük kapısı dışarı açılır?”

Önce anlamadılar, uygulamalı sordum. Sınıfın kapısı da dışarı açılıyordu, ama her ikisinde mantık farklı işliyordu (sınıf kapısı; yangın, deprem gibi bir felaket olduğunda kapı önünde izdiham olmasın diye dışa açılıyordu). Kafaları karıştı… Çünkü mantık tersti, anlatmak istediğime uymuyordu. Ben de anlatmaya başka bir terslikten başladım, evlerin kapısından. Evinizin kapısını dışarıdan biri tıkladığında açarsanız kapı onun kafasına vurur. Ev kapısı açılma yönüyle içeri davet eder, kömürlük kapısı dışarı açılır böylece mekân daralmamış olur. Bu açıklamamın dülger mantığına dayanan daha geçerli bir ilk nedeni vardı muhakkak. Ama insanlar bir uygulamanın istikrar kazanmasıyla ilk nedenini birbirine karıştırırlar. Sanki ilk neden sonradan da nedenmiş gibi.


“Bana bak sınır kapılarını açarım.”

Osmanlı’da saray kapılarından sorumlu kapıcıbaşı diye bir mevki vardı tabi.

Güney kapısından giriş yapan Suriyeliler, batı ve kuzeybatı kapılarından Batı’ya kaçmak istiyorlar. Bu insanlar yoksullar ama Türkiye devletinden geçinen insanlar da değiller. İnsan kaçakçılarına döviz ödüyorlar, ucuz işgücüyle taşranın vahşi orta sınıfını palazlandırıyorlar. Yabancı ve sığınmacı oluşlarının verdiği itaatkârlıkla, minnetle sonradan görme yerli patronlara ekstra itibar kazandırıyorlar. Suriye iç savaşı başladığında kapıları açtığını söyleyenler aslında Şam’da cuma namazı kılmak için kendi Osmanlı iştahlarına da kapı açmışlardı. Yani bu kapı kovboy filmlerindeki ‘saloon’ kapısına benziyordu, insanın hareket yönüne göre açılıyordu.

“Bana bak sınır kapılarını açarım.”

Bir tehdit bu. Ama bir itiraf da. Tehditten korkmazsan geriye kaba bir itiraf kalır. Bildiğin kimya.

İki gün önce bir Güneykore filmi (Handmaiden) izledim. Genç kız çalışacağı malikâneye yolculuğu sırasında otomobilin korna sesiyle uyanır.  Önlerinde geniş bir kapı açılır. Kız geldiğini sanır. Ortalık zifiri karanlıktır. Otomobilin şoförü “Uykuna dön” der, “eve hâlâ çok var.” Gerçekten de malikâneye vardıklarında güneş çoktan yükselmiştir. Bu sahne bize arazinin büyüklüğü hakkında net bir bilgi verir. Kapıların yarattığı sahiplik ve hiyerarşi hakkında da. Mesela birinin statüsünü kaç kapıdan sonra ona ulaşılabildiğiyle ölçebiliriz. Araya mesafeleri de koymak lazım tabi. Bizim kapımız Batı’nın dış kapısı aslında.

Bu ülkenin kapıyı kırıp odun etmek diye bir deyimi de var. Boşuna söylenmemiş.

Cumhurbaşkanı’nın kapısıyla benim kömürlüğümün kapısının bir ilgisi yok. Yazı olsun diye imgesel bir bağ kurmaya kalkışmak da abes olur. Ama sözcüğü kavramlaştırınca ilgi kendiliğinden geliyor.


Kâzım iyi. Okul dönüşü her akşam kapının önündeki balkonda bizi bekliyor denize karşı. Eee Kâzım’a manzara lâzım...