İnancın somut işaretlerinin olmadığı bir
din mümkün mü? Sadece kendi içinizde inanıyorsunuz ve bunu fani insanlara
göstermiyorsunuz. Bunu kimliğinizi gizleme çabasıyla değil inancın doğası
gereği yaptığınızı düşünün. İyi insan olmaktan söz etmiyorum. Şükürler olsun bunun
için bir inanca ihtiyacımız yok (kendimden biliyorum). O zaman soruyu başka
türlü soralım: İnsanlar inancın somut işaretlerine neden inançlarından daha
fazla değer verirler? Ya da inançlarını gerçek kılan sadece somut işaretler mi?
Dilin sırf söyleyişle bize bir inanç imkânı
tanıması ilginç. ‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’
Bir olgunlaşma emaresi. İnsan bu sözü
söylemeye ne zaman hak kazanır ki?
Ama sözün ikili karakterini göz önüne
alalım. Söz henüz ağzımdan çıkmışken oluyor bu. Birincisi, artık kaniyim bunu
söyleyebilirim; ikincisi sen sordun diye ya da bilesin diye söylüyorum…
Söylemesem olmaz mı? Olmuyor. İlle söylemem gerekiyor. Bir görev olduğundan değil,
sözün yapısal zorlamasıyla. İnanıyorum, bir edimsöz çünkü. Edimsözler ancak
söylenince kendini gerçekleştiren, kendi yağında kavrulan ifadeler. Mesala
‘Hoşça kal’ sözcüğünü söylerseniz vedalaşmış olursunuz. ‘Söz veriyorum’ derken
bir taahhüt altına girersiniz. ‘Yemin ediyorum’ derken de doğru söylediğinizi
garanti edersiniz. Söz eylemin ta kendisidir. J. L. Austin edimsözler kuramını ortaya
atarken basit bir ayrımdan yola çıktı. Koşuyorum derken, bunu demenizden
bağımsız olarak bedeninizin içinde bulunduğu bir hareket biçimi var zaten, yani
koşuyorum demeden de koşabilirsiniz; ama ‘Merhaba’ demeden selamlaşamazsınız.
(1) John R. Searle edimsöz kuramını düzenleyici ve kurucu diye ikili bir ayrıma
tabi tutarak daha da geliştirdi. ‘İnanıyorum,’ edimsözü her iki yöne de cevaz
veriyor. Bu ayrım sözün içtenlik koşuluyla, kendini ifade etmek arasında
salındığı için esnek. Bunun farkında olmasam da, dil (ses) kendi salahiyetiyle
bunu yapıyor. İnandığım şeyle (Tanrı), inancımı söylediğim şey (insan) aynı
olmadığı halde dil tuhaf bir manevrayla her ikisini de kapsamış görünüyor. Bu
emrivaki bütünlüğü parçaladığımızı varsayalım.
‘Tanrı’m sana inanıyorum.’ (Bunu
söylerken yanımda kimse yok.)
‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’ (Bunu
söylerken karşımda bir insan var.)
Her iki söyleyişte de gizli bir yardımcı
fiil işbaşında. Tanrı’nın var olduğuna inanmak. Bu öncelik kurucu tılsımı sağlıyor.
Yoksa ‘Tanrı’m sana inanıyorum.’ senin dürüstlüğüne inanıyorum, sana
güveniyorum gibi psikolojik bir bağı işaret ederdi. Böyle bir psikolojik bağ da
var ama daha dolaylı bir biçimde. Direkt olan, bunu söylemekle (sesin bir önemi
yok) söylediğinin duyulduğuna inanmak aynı anlama geldiği için böyle: ‘Tanrı’m
beni duyduğuna inanıyorum.’
‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’ sözünde ise
dil insana yöneliyor: Senin inandığın
şeye senin gibi söyleyerek inanıyorum. Ben sana benziyorum. Seninle hemfikirim…
İnanç tam da bu sözle inancın somut işareti anlamına geliyor. Söz putlaşıyor.
Söz vekâleti ele alıyor. Anlam benim kafa yorduğum, benim inanç badirelerimi
anlatan bir söz olmaktan çıkıyor. Tıpkı ayakkabımın ayakkabı üretim sürecini ya
da benim onu satın almam için harcadığım mesaiyi temsil etmemesi gibi.
Tanrı kutsal kitaplarda
kendini betimlese de ‘inanma’nın anlamını vermiyor bana. Tanrı’nın bir sözlüğü
yok. Tanrı varsa bile inanma kavramını kendi yaratmıyor. Peygamberler Tanrı ile
kul arasındaki inanç hiyerarşisinde bizden daha avantajlı oldukları için; onlar
gördüklerine, duyduklarına inanırlarken inancın kendinden emin olma
haline daha yakınlar. Bu durumda inanç kendi içinde bürokratik bir silsile
kuruyor. Yani ben inanç silsilesi açısından, Tanrı’dan önce Tanrı’yla yakın
temas kurduğunu söyleyen peygambere inanıyorum. Tanrı’ya inancım bunun türevi.
Ama döngüsel nedensellik yüzünden bu öncelik sonralık sıralamasını görmüyorum.
Peygamberlerin ‘Ben inanıyorum (ben
konuştum, ben gördüm), sen de inan (bana inan)’ sözü inancın kurucu kökeninden
bizi Austin’in etkisöz ve edimsöz ayrımına götürür. Peygamberin ‘İnanıyorum’
sözü etkisözken, ümmetin ‘İnanıyorum’u edimsözdür. Austin’in dil felsefesine
sadık kalarak edimsöz için yaptığı değişik ayrımlardan inanmayı
‘serimleyiciler’e dahil etmesini biraz açalım. Gerçi Austin sözcüğün yanına
soru işareti koymuş, bunu neden yaptığını bilmiyoruz. Şöyle diyor Austin:
“Serimleyiciler, görüşleri açıklamayı, temellendirmeler yapmayı, kullanışlara
ve göndermelere açıklık getirmeyi içeren serimleme edimlerinde kullanılırlar.”
(2) Bu başlık altında doğrulamak, yanıtlamak, anlatmak, rapor vermek gibi
edimsözler de yer alıyor. Ama bizim burada ele aldığımız ‘inanma’ Fenerbahçe’nin
önümüzdeki sezon şampiyon olacağına inanıyorum gibi bir öngörü değil. Dinsel
‘İnanıyorum’ sözü çok daha başka mecralara varıyor. Güç talep eden ve bu sözle
güçlü olduğuna inanan bir kullanımdan söz ediyoruz. ‘Tanrı’ya inanıyorum.’
yani güçlü olduğuma, sonsuza kadar
yaşayacağıma, Tanrı’nın beni sevdiğine inanıyorum vb. Bunu daha seküler
biçimleriyle de güncelleyebiliriz: inancımı göstererek iş güvenceme inanıyorum,
göze batmadığıma inanıyorum, normal olduğuma inanıyorum, yüzde 99 olduğuma
inanıyorum, vb.
Bütün bunlar inanmanın bilinç akışı
içeriğiyle inancın gösterimi arasına derin bir hat çiziyor. Diderot’nun
sözleriyle “İnsanlar Tanrı’yı aralarından uzaklaştırarak bir tapınağa kapatıyorlar.”
(3) Dolayısıyla Austin’in serimleyiciler başlığı altına aldığı ‘inanma’yı,
‘erk-belirticiler’ ya da ‘davranış-belirticiler’ departmanına alsak yeridir.
‘İnanıyorum’ sözle ya da dilin değişik biçimleriyle bir inanma eylemi değil,
inancını somut işaretle gösterme edimidir. Böylelikle Tanrı zayıflıyor, kul
güçleniyor.
Tanrı’yla kurulan dua ilişkisi; ‘Tanrı’m
yardım et!’ milyarlarca insan içinden dikkati kendi üzerine çekme, tek
başınalığını hissettirme çabasıyla kişiyi bireyselleştirirken, somut işaretler
üzerinden kurulan inanç insanları kütleselleştirir. Somut işaretler bir toplum
disiplini yaratır. Bu durum toplumun zekası Piaget’nin küçük çocuklar için
söylediği somut işlem dönemine denk geldiği için böyledir. Dinin iktidara
meyletmesini sağlayan da bu disiplin yapısıdır. Saçın teli görünmesin (somut
işaret: türban), günahlarından arın (mevlid, kandil geceleri), hepimiz Müslümanız (somut işaret: domuz eti yeme, oruç tut, cumaya git, hiç değilse 'hayırlı cumalar' de),
namaz kıl (somut işaret: belirli figürlere uy, beş vakit kıl), herkes Müslüman
(somut işaret: ezanı standart ses desibelini aşan hoparlörlerle bağırt),
Müslümanlar güçlüdür (somut işaret: ver mehteri)…
Bütün dinlerin somut işaretler üzerinden
insanları kütle haline getirmesi, bütün ritüellerin de temel özelliğidir.
Putseverlere hiç haksızlık etmeyelim. Puta tapan eski insanlar elbette putun
cansız olduğunu biliyorlardı, ancak put veya totem aracılığıyla bir araya
gelmeleri ve bir takım figürleri bir beden disipliniyle yapmaları
kütleselleşmelerini sağlıyordu. Bugün de putçu olmadıklarıyla övünen semavi
dinler hiç şımarmasınlar aynı yolun yolcusular.
Asıl soru şu: İnsanlar neden ritüellere
muhtaçlar?
(1) Beden
dilini de edimsöz olarak kabul ediyoruz.
(2) J. L.
Austin Söylemek ve Yapmak, Çev. R. Levent Aysever, s.171, Metis Yay. İst. 2009
(3) Diderot,
Filozofça Düşünceler, Çev. Vedat Günyol, s25, Çan Yay. İst. 1974
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder