22 Mayıs 2017 Pazartesi

İnanmak





İnancın somut işaretlerinin olmadığı bir din mümkün mü? Sadece kendi içinizde inanıyorsunuz ve bunu fani insanlara göstermiyorsunuz. Bunu kimliğinizi gizleme çabasıyla değil inancın doğası gereği yaptığınızı düşünün. İyi insan olmaktan söz etmiyorum. Şükürler olsun bunun için bir inanca ihtiyacımız yok (kendimden biliyorum). O zaman soruyu başka türlü soralım: İnsanlar inancın somut işaretlerine neden inançlarından daha fazla değer verirler? Ya da inançlarını gerçek kılan sadece somut işaretler mi?

Dilin sırf söyleyişle bize bir inanç imkânı tanıması ilginç. ‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’

Bir olgunlaşma emaresi. İnsan bu sözü söylemeye ne zaman hak kazanır ki?

Ama sözün ikili karakterini göz önüne alalım. Söz henüz ağzımdan çıkmışken oluyor bu. Birincisi, artık kaniyim bunu söyleyebilirim; ikincisi sen sordun diye ya da bilesin diye söylüyorum… Söylemesem olmaz mı? Olmuyor. İlle söylemem gerekiyor. Bir görev olduğundan değil, sözün yapısal zorlamasıyla. İnanıyorum, bir edimsöz çünkü. Edimsözler ancak söylenince kendini gerçekleştiren, kendi yağında kavrulan ifadeler. Mesala ‘Hoşça kal’ sözcüğünü söylerseniz vedalaşmış olursunuz. ‘Söz veriyorum’ derken bir taahhüt altına girersiniz. ‘Yemin ediyorum’ derken de doğru söylediğinizi garanti edersiniz. Söz eylemin ta kendisidir.  J. L. Austin edimsözler kuramını ortaya atarken basit bir ayrımdan yola çıktı. Koşuyorum derken, bunu demenizden bağımsız olarak bedeninizin içinde bulunduğu bir hareket biçimi var zaten, yani koşuyorum demeden de koşabilirsiniz; ama ‘Merhaba’ demeden selamlaşamazsınız. (1) John R. Searle edimsöz kuramını düzenleyici ve kurucu diye ikili bir ayrıma tabi tutarak daha da geliştirdi. ‘İnanıyorum,’ edimsözü her iki yöne de cevaz veriyor. Bu ayrım sözün içtenlik koşuluyla, kendini ifade etmek arasında salındığı için esnek. Bunun farkında olmasam da, dil (ses) kendi salahiyetiyle bunu yapıyor. İnandığım şeyle (Tanrı), inancımı söylediğim şey (insan) aynı olmadığı halde dil tuhaf bir manevrayla her ikisini de kapsamış görünüyor. Bu emrivaki bütünlüğü parçaladığımızı varsayalım.

‘Tanrı’m sana inanıyorum.’ (Bunu söylerken yanımda kimse yok.)

‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’ (Bunu söylerken karşımda bir insan var.)

Her iki söyleyişte de gizli bir yardımcı fiil işbaşında. Tanrı’nın var olduğuna inanmak. Bu öncelik kurucu tılsımı sağlıyor. Yoksa ‘Tanrı’m sana inanıyorum.’ senin dürüstlüğüne inanıyorum, sana güveniyorum gibi psikolojik bir bağı işaret ederdi. Böyle bir psikolojik bağ da var ama daha dolaylı bir biçimde. Direkt olan, bunu söylemekle (sesin bir önemi yok) söylediğinin duyulduğuna inanmak aynı anlama geldiği için böyle: ‘Tanrı’m beni duyduğuna inanıyorum.’

‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’ sözünde ise dil insana yöneliyor:  Senin inandığın şeye senin gibi söyleyerek inanıyorum. Ben sana benziyorum. Seninle hemfikirim… İnanç tam da bu sözle inancın somut işareti anlamına geliyor. Söz putlaşıyor. Söz vekâleti ele alıyor. Anlam benim kafa yorduğum, benim inanç badirelerimi anlatan bir söz olmaktan çıkıyor. Tıpkı ayakkabımın ayakkabı üretim sürecini ya da benim onu satın almam için harcadığım mesaiyi temsil etmemesi gibi.

Tanrı kutsal kitaplarda kendini betimlese de ‘inanma’nın anlamını vermiyor bana. Tanrı’nın bir sözlüğü yok. Tanrı varsa bile inanma kavramını kendi yaratmıyor. Peygamberler Tanrı ile kul arasındaki inanç hiyerarşisinde bizden daha avantajlı oldukları için; onlar gördüklerine, duyduklarına  inanırlarken inancın kendinden emin olma haline daha yakınlar. Bu durumda inanç kendi içinde bürokratik bir silsile kuruyor. Yani ben inanç silsilesi açısından, Tanrı’dan önce Tanrı’yla yakın temas kurduğunu söyleyen peygambere inanıyorum. Tanrı’ya inancım bunun türevi. Ama döngüsel nedensellik yüzünden bu öncelik sonralık sıralamasını görmüyorum.


Peygamberlerin ‘Ben inanıyorum (ben konuştum, ben gördüm), sen de inan (bana inan)’ sözü inancın kurucu kökeninden bizi Austin’in etkisöz ve edimsöz ayrımına götürür. Peygamberin ‘İnanıyorum’ sözü etkisözken, ümmetin ‘İnanıyorum’u edimsözdür. Austin’in dil felsefesine sadık kalarak edimsöz için yaptığı değişik ayrımlardan inanmayı ‘serimleyiciler’e dahil etmesini biraz açalım. Gerçi Austin sözcüğün yanına soru işareti koymuş, bunu neden yaptığını bilmiyoruz. Şöyle diyor Austin: “Serimleyiciler, görüşleri açıklamayı, temellendirmeler yapmayı, kullanışlara ve göndermelere açıklık getirmeyi içeren serimleme edimlerinde kullanılırlar.” (2) Bu başlık altında doğrulamak, yanıtlamak, anlatmak, rapor vermek gibi edimsözler de yer alıyor. Ama bizim burada ele aldığımız ‘inanma’ Fenerbahçe’nin önümüzdeki sezon şampiyon olacağına inanıyorum gibi bir öngörü değil. Dinsel ‘İnanıyorum’ sözü çok daha başka mecralara varıyor. Güç talep eden ve bu sözle güçlü olduğuna inanan bir kullanımdan söz ediyoruz. ‘Tanrı’ya inanıyorum.’ yani  güçlü olduğuma, sonsuza kadar yaşayacağıma, Tanrı’nın beni sevdiğine inanıyorum vb. Bunu daha seküler biçimleriyle de güncelleyebiliriz: inancımı göstererek iş güvenceme inanıyorum, göze batmadığıma inanıyorum, normal olduğuma inanıyorum, yüzde 99 olduğuma inanıyorum, vb.

Bütün bunlar inanmanın bilinç akışı içeriğiyle inancın gösterimi arasına derin bir hat çiziyor. Diderot’nun sözleriyle “İnsanlar Tanrı’yı aralarından uzaklaştırarak bir tapınağa kapatıyorlar.” (3) Dolayısıyla Austin’in serimleyiciler başlığı altına aldığı ‘inanma’yı, ‘erk-belirticiler’ ya da ‘davranış-belirticiler’ departmanına alsak yeridir. ‘İnanıyorum’ sözle ya da dilin değişik biçimleriyle bir inanma eylemi değil, inancını somut işaretle gösterme edimidir. Böylelikle Tanrı zayıflıyor, kul güçleniyor.

Tanrı’yla kurulan dua ilişkisi; ‘Tanrı’m yardım et!’ milyarlarca insan içinden dikkati kendi üzerine çekme, tek başınalığını hissettirme çabasıyla kişiyi bireyselleştirirken, somut işaretler üzerinden kurulan inanç insanları kütleselleştirir. Somut işaretler bir toplum disiplini yaratır. Bu durum toplumun zekası Piaget’nin küçük çocuklar için söylediği somut işlem dönemine denk geldiği için böyledir. Dinin iktidara meyletmesini sağlayan da bu disiplin yapısıdır. Saçın teli görünmesin (somut işaret: türban), günahlarından arın (mevlid, kandil geceleri), hepimiz Müslümanız   (somut işaret: domuz eti yeme, oruç tut, cumaya git, hiç değilse 'hayırlı cumalar' de), namaz kıl (somut işaret: belirli figürlere uy, beş vakit kıl), herkes Müslüman (somut işaret: ezanı standart ses desibelini aşan hoparlörlerle bağırt), Müslümanlar güçlüdür (somut işaret: ver mehteri)…

Bütün dinlerin somut işaretler üzerinden insanları kütle haline getirmesi, bütün ritüellerin de temel özelliğidir. Putseverlere hiç haksızlık etmeyelim. Puta tapan eski insanlar elbette putun cansız olduğunu biliyorlardı, ancak put veya totem aracılığıyla bir araya gelmeleri ve bir takım figürleri bir beden disipliniyle yapmaları kütleselleşmelerini sağlıyordu. Bugün de putçu olmadıklarıyla övünen semavi dinler hiç şımarmasınlar aynı yolun yolcusular.

Asıl soru şu: İnsanlar neden ritüellere muhtaçlar?


(1)    Beden dilini de edimsöz olarak kabul ediyoruz.
(2)    J. L. Austin Söylemek ve Yapmak, Çev. R. Levent Aysever, s.171, Metis Yay. İst. 2009
(3)    Diderot, Filozofça Düşünceler, Çev. Vedat Günyol, s25, Çan Yay. İst. 1974


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder