22 Ekim 2017 Pazar

Devletin Sesi









‘Yüzelliiki… Hacıosman Metro, Sarıyer, Zekeriyaköy, Kısırkaya!’

Otobüsün hoparlöründen bir kadın sesi her durağa yanaştıkça tekrarlıyor bunu. Herhalde otuz saniyede bir. Kimsede ne yadırgama, ne huysuzlanma.

KANIKSAMAK: Tekrarı dış dünyanın bir özelliği olarak olduğu gibi kabul etme. Dış dünyayı her şeyin yolunda gittiği örüntü olarak algılamak.

ALIŞMAK: Tekrarı dış dünyanın ritmi olarak içselleştirmek.


Hayatla uyum için gerekli iki meleke. İkisi de bende yok. Seslere karşı savunmasızım. Önceden bağışıklığım vardıysa da artık yitirdim.

İETT otobüslerinde bu anons ilk ne zaman başladı? Bu sorunun cevabı ben bu anonstan ilk ne zaman rahatsız olmaya başladım sorusuyla muhatap değil. Demek benim de anonsu kanıksadığım bir zaman dilimi varmış. Zaten yukarıda yaptığım ayrımdan bu yönde bir fayda bekliyorum. Kanıksamak rüya görmek gibidir, birden rüyanın içine düşersiniz, nerden çıktı bu demezsiniz. Reddetmek aklınıza gelmez. İlgili dış dünya nüvesini hemen benimsersiniz. İşin ilginci ne zaman benimsediğinizi unutursunuz. Nasılsa rüyada uykuya dalma zamanının dışına itildiğinizi bilmiyorsunuz. Alışmakta ise dış dünyaya uyum sağlama yarı uyanık çabayla sürer, ama alışınca da döngü sizi içine alır. Benim durumum hangisine giriyor? Karışık efendim… Sorunu bu karışık durumdan başlatmak istiyorum.

Galiba üç ay önceydi. Sıcak güneşli bir öğle sonrası. Tek başımaydım. Otobüsün ortasında ikili koltukta oturuyordum, yanım boştu.

‘Yüzelliiki… Hacıosman Metro, Sarıyer, Zekeriyaköy, Kısırkaya!’

Hoparlör tam tepemdeydi, ses sonuna kadar açıktı. Şoförün yanına gittim, sesi kısmasını söyledim. Kıstı. Kıstı ama sesi duymaya devam ettim. Kanıksama durumum ilk o zaman bozuldu. Mürtet olmak gibi bir şeydi bu.

Şoför beylere buna benzer müdahalelerim oldu peyderpey.

Başımdan geçen hikâyelerin çoğunun mekânı toplu taşım araçlarına ait. Çünkü kendimi riske ettiğim tek yer oralar. Birçok risk. Bunların arasında trafik kazası en sonda geliyor. Normal biriyim ben. Kastettiğim risk seslerle ilgili. Otobüsün aksamından çıkan gıcırtılar, bariyeri aşarken tabanın asfalta temasından çıkan sürtünme sesi (kamaştırıcı bir ses ama bereket her zaman olmuyor), klima uğultusu, dışarıdan gelen korna sesi… hayır bunlar da değil. Herkes gibi bu seslere alıştım. Bakın burada ‘kanıksadım’ demiyorum, ‘alıştım’ diyorum. Bu sesler ruhumda makul birer tınıya sahip. Zorunlu sesler. Hem işitiyorum o halde var, hem işitiyorum o halde varım sesleri. Alışamadığım iki ses yolculuğu berbat etmeye yetiyor. Biri kulaklıktan taşan benim müziğin cürufu dediğim ‘dum tıs’ sesi, diğeri kahkahalarla ve hayret nidalarıyla uzadıkça uzayan telefon konuşmaları (daha çok kadınlar yapıyor bunu; ergen olanları ve şehirde nispi özgürlük yaşayan yarı köylü olanları). Zorunlu olmayan keyfi sesler. Yani rahatsızlığımın adaletle ilgili etik bir temeli var. İsaiah Berlin’in ‘negatif özgürlük’ kavramı için güzel bir örnek olabilir bu. Dalayım mı bu konuya? Yok böyle iyiyim…

Rahatsız olduğum seslere bir üçüncüsü eklendi: Devletin sesi.

Devletin sesi zorunlu mu, keyfi mi?

Üç hafta mı iki hafta mı ne önceydi. Günlerden Pazar, hava güzel, otobüsün cam tarafına oturmuşum. Yanım boş. Dışarı bakıp eğretileme yapmak için birebir. İkinci durağa varmadan başladı:
‘Yüzelliiki… Hacıosman Metro, Sarıyer, Zekeriyaköy, Kısırkaya!’

Dikiz aynasında şoförü aradım… öyle ya konuşulacak biri mi? Ablak suratlı. Dalgın. Daha önce görmediğim bir adam.  Saçları seyrek ve uzun. Islak ıslak keline doğru yaymış.  Aksi bir şey var saçlarında. Bir izlenim, bir genelleme… tamam hatırladım, bu saç şekli bana eski Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’u hatırlattı. Hani vatandaşa gavat diyen Vali. Bu çağrışım sanki içimden geçenlere karşı bir tedbir koydu; kendi kendime telkinde bulundum, otur oturduğun yerde dedim.


Bütün durakları ezbere biliyorum. Otobüs durağa varmadan içimden sayıyorum: ‘on, dokuz, sekiz, yedi…’ sıfır der demez başlıyor: ‘Yüzelliiki…’

Migros Durağında yanıma bir adam oturdu. Kalın enseli, minik gözlü bir adam. Sesli sesli soluyor. Belki de adamın bu sesli sesli soluması bardağı taşıran son damla oldu.

Durum tuhaf geldiği için değil kendi tahammülüm tuhaf geldiği için başladı eylem.

 “Müsaade eder misiniz?” dedim adama. Ayağa kalktım. Omuz çantamı kimse yerime oturmasın diye koltuğa bıraktım. “Şoföre bir şey soracağım.” dedim. “Bana sorun.” dedi adam. “Yok, sizlik değil,” dedim. Şoförün yanına gittim. Bu kez ayrıntılara gireceğim. Hüseyin Avni Coş falan takmıyorum. Radikal bir teklifle söze girdim:

“Şu anonsu kapatsanız,” dedim. Cidden radikal. Daha önce ‘Şu sesi kısar mısınız?’ diyordum.

Şoför bana gözlüğünün üstünden bakarmış gibi baktı. Ama gözlüğü yoktu.

“Niçin?” dedi.

“Ses rahatsız ediyor.” dedim.

“Kapatamayız, talimat var.”

“Bu anons kimin için?”

Bir süre duraksadı. Cevabını bilmediğini anladım. Yine de şunları söyledi:

“İşitme engelliler için.”

Bu kez duraksama sırası bendeydi. İşitme engelliler için ses! Herhalde işitme problemi olanları kastetti dedim içimden.

“Bu işitme engelliler aynı zamanda görme engelli mi? Monitörden okuyabilirler.”

“Dediğim gibi talimat var… şimdiye kadar sizden başka rahatsız olan olmadı.”

Son söz saldırı. Olageleni normalize ediyor. İnsan zihninin yuvası: çoğunluk. Çoğunluk o anda gösterilebilir bir olgu olmamasına rağmen onu imal ediyor; ve oraya yerleşiyor. Ben sormadan önce bir fikri yoktu, şimdi var. Sayemde fikir sahibi oluyor Hüseyin Avni. Michael Foucault dispozitif kavramını tarif etmedi, şimdi bu durum üzerinden edebiliriz: İktidar en üstten en alta devredilebildiği için bütün toplumu kuşatan gizli bir şebeke gibi işler… Uzatmadım. Buruk biçimde şunları söyledim:

“Sizin işiniz daha zor,” dedim, “sabahtan akşama aynı şeyi dinliyorsunuz.”

Benden nefret ediyor, ben de ondan. Dikiz aynasından peşimden bakıyor, hissediyorum.

Kös kös yerime oturdum. Yanımdaki adam meraklı, “Neydi?” dedi.

“Şu ses,” dedim, "rahatsız ediyor."

Adam bana “Geçmiş olsun” dedi iyi mi? Sanki bir kulak rahatsızlığım varmış gibi. Hakikaten acaba münasip bir kulak rahatsızlığı mı bulsam kendime; ‘ben vertigo hastasıyım, bu ses vertigomu tetikliyor.’

“Siz rahatsız olmuyor musunuz? Sürekli aynı şeyi tekrar ediyor.” dedim adama.

“Hayır,” dedi adam, “ neden rahatsız olayım? Bu gerekli bir şey… görme engelli var, okuma yazma bilmeyen var.”

“Görme engelli sorsun… hem görme engellilerin mesafe algısı bizden daha iyi. Anons onların bu yeteneğini öldürüyor bence.” Bu dediğim doğru. İlk ve son arabamı bir köre satmıştım. Arabayı kontrol için beni bir tanıdığının yanına götürdü. Yolu o tarif etti, çetrefilli sokaklardan geçtik. ‘Bak ilerde Emniyet Amirliği var, onu geç sola dön.’ dediydi. Sözümü eksik bırakmayayım, arabayı kayınbiraderi kullanacakmış.

“Nerelisin?” diye sordu. Nefretlik bir soru. Yine de söyledim.

“Neresinden?” dedi.

Söyledim.

Şivesi değişti. Doğu Karadenizli.

“Bu milletin yarısı okuma yazma bilmiyor,” dedi.

“Yarısından çok fazlası biliyor,” dedim.

“Bilmiyor,” dedi.

“Otobüslerde bir saha çalışması mı yaptınız?” dedim.

“Ben gemi kaptanlığından emekliyim, bütün dünyayı gezdim.” dedi. “bu anons Amerika’da bile var.”

“Bu anons durak adlarını söylese iyi, sürekli hattın adını söylüyor.” dedim.

“Amerika’da da söylüyor, bütün Avrupa ülkelerinde söylüyor. Ben bütün dünyayı gezdim."

Öfkelendim.

“Nerelisin sen?” dedim.

“Ofluyum.” dedi.

Kestim. Bir keresinde bir Oflu bana medeniyet dünyaya Of’tan yayıldı demişti.


Bu yaşadıklarımdan bazı dersler çıkardım. İşte:

KANIKSAMA KALIPLARI: İnsanların maruz kaldıkları uyarıcı seslerin zamanla süreklilik kazanması, durağanlaşması, olduğu gibi kabul edilmesi. Başlangıcı yokmuş gibi, sanki biz bu seslerin arasına misafir gelmişiz gibi. Düğün konvoyunun korna çalması; asker yolculukları sırasında taşkınlıklar; hoparlörle ezan, sala; cumhurbaşkanı geçerken trafiğin durması ve savulun diyen korna sesleri; bitmeyen yol kazı çalışmaları; öğretmenlerin hazırladığı günlük planlar (pardon bu sonuncuda ses yok).

KENDİNİ EĞRETİLEŞTİRMEK: Her tür pasif halin kendini olumladığı avunma. Kendini eğretileştirme iki temel dayanak noktası buluyor. Birincisi mekânın sahibi, ortağı, hissedarı hissetmeme hali; ikincisi birazdan orayı terk edecek olma hali.

HOPARLÖR SESİ: Hitler şu sözleri Alman Radyosunun Kılavuzuna yazmış: "Hoparlör olmasaydı eğer, asla Almanya’yı fethedemezdik.” Belli ki Hitler  sesin kalabalıklara duyulabilirliğini artıran hoparlörün teknik yanından söz ediyordu. Halbuki hoparlörün Hitler’in kendisinin de farkına varmadığı asıl etkisi  sesi kimliksizleştirmesiydi. Bu üst sese ancak ya sahip olabilirdiniz ya da olamazdınız. Hoparlör sesi dinleyenle sesin sahibi arasına üçüncü bir kuvvet olarak yerleşiyordu. ‘Hoparlör kimin elindeyse o konuşur’ gibi sesin sahibine bir imtiyaz tanıyarak. Bu sesin şiddetinden başka bir şey. Devletin sesi hoparlör sesidir.

ENGELLİ: Ankara’da bir dönem akbil cihazından 65 yaş üstünü belli edecek sesler çıkıyormuş. 65 yaş üstündekiler bundan rahatsız olmuşlar. Bu rahatsızlık yaşın belli olması gibi bir hassasiyete dayandırılsa da bence buradaki rahatsızlık bedavacı görünmeye bir tepki. Faydalanmak ama görünmemek. Engelliler üzerinden yapılan düzenlemeler de herkesin engelli olabileceği bir duruma normal insanları da hazırlama provası gibi işliyor. Demek istediğim başka bir şey: Acaba toplu taşım araçlarında anons engelliler ve okuryazar olmayanlar için gizli bir örtbas (‘gizli’ ve ‘örtbas’ birbirine yakın anlamlı bu iki sözcük işbirliği halinde burada) işlevi mi görüyor? Ama öte taraftan herkesin birbirine yabancılığını garanti altına alan bir gizleme. 

ANONS: Sala gibi. Sizin bir yakınınız ölmese de sala sesi herkesi ölenin yakınıymış gibi eşitliyor. 'Sizin de başınıza gelebilir.'

TEKRAR: Sürekli tekrar eden ses bizde hafıza olmasını istemiyor gibidir. Bir otobüs dolusu alzheimer hastası. Anonsun düz anlamı: bilgi vermek. İşlevsel anlamı: engelliler için. Yan anlamı: ses tekrarının oluşturduğu salaklık. Salaklığın toplumsal bir engellilik hali olduğunu nasıl anlatacağız? Düz anlam yan anlamı gizliyor. Aslında yok sayıyor da diyebiliriz. Sesin amaçlamadığı olgu tepkiyle (elbette benim tepkim), tepkiye karşı umursamaz davranarak ötelenmiş bir amaç haline geliyor.

Heyy! Sesimi duyan var mı?

Ben Beethoven dinliyorum. Sizi bilmem.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder