27 Aralık 2017 Çarşamba

Bir Pazar Yürüyüşü





Vezneciler’de metrodan çıktığımda karanlık çökmek üzereydi. Yürüdüm.

Eminönü’nde hava iyice karardı. Nimet Abla’nın önü ana baba günü, kuyruk ben yürüdükçe uzadı. Sonu nerede acaba?

Benim hızlı sayılabilecek yürüyüş tempomun amaçsızlığıyla, Nimet Abla biletçilerinin çoğu durma azıcık ilerleme yürüyüşlerinin bir amaca kitlenmesi tuhaf bir karşıtlıktı. Patolojik yürüme. Bu insanların hepsinin birden olasılık hesabı bilmemesi imkânsız dedim. Onları bir araya getiren başka bir şey vardı. Yanlarından geçerken o loş karanlıkta görebildiklerimin tek tek yüzüne baktım. Hallerinden hoşnutlardı. Özellikle kuyruğun gişeye yaklaşan kısımlarında. AVM’lerde olduğu gibi neden başka kasa açmadınız diye şikâyet edemezlerdi çünkü Nimet Abla’nın nimeti tek olmasıydı. Aralarında diyalog da kurmuşlardı. Daha önceden de tanışmış olabilirler. Bilemiyorum. Ama memlekette bu tür aynı mekân paylaşımlarında insanların teklifsizce konuşmaları olağan zaten. Es kaza biri kuyruğa uyanıkça kaynak yapacak olsa herkes ağız birliğiyle müdahale etmeye hazırdı. Bunu yüzlerinden okudum. Sanıyorum kalabalıktan ayrı bir varoluşa kucak açıyor kuyruk. Belirliyor, lalettayin insanları bir mahfil yapıyor. Öte yandan zahmetin verdiği bir işe yarama duygusu da var. Hatta bu zahmetin mistik bir inançla şansa bağlanması da mümkün… İşe yarama duygusu baskın galiba. Zahmet, çoktan bitmiş ürüne sanki ikinci bir değer katıyor… Bilirsiniz seyyar satıcılar mahalle aralarında hoparlörle bağırırlar. Soğan patates satıcılarının sesi çok çirkindir ayrıca. Bir gün bu satıcılardan biri okulun önünde durdu (10 yıldan fazla oldu), bağırdıkça bağırıyor. Dersten çıktım adamın yanına gittim. Ne bağırıyorsun dedim. Benim işim bu dedi. İki kişilerdi hakikaten de bana konuşan adamın işi bağırmaktı. Yani emek gücü=bağırmak. Hayatla kurulan sıkı bir bağ bu. Düşünsenize, büyük ikramiyenin çıktığı çeyrek biletlerden biri Nimet Abla menşeli ve bunda herkesin orada bekleşmesinin bir payı var. Sabır, heyecan, beklenti… kime çıkarsa çıksın, ikramiye bu duyguların hayat bulmuş hali; aidiyet desem kifayetsiz kalıyor…


Alt geçitten karşıya geçtim. Galata Köprüsü yakınında bir polis yolumu çevirdi. Kirli sakallı, yan açıdan sırtında ancak polis yazısını görebildiğim biri. Ayağında toprak renginde güzel bir bot. Botuna bakıyordum, hatta markasını okumaya çalıştım. Levazımdan mı, piyasadan mı? İnsanların ayakkabılarına bakma merakı herhalde metro yolculuklarında gelişti. Tam yanından geçeceğim sırada durdurdu beni. Kimlik görebilir miyim dedi. Bir an tereddüt ettim. Benim kimliğim var mıydı? Aradım ceplerimde, öğretmen akbilimi uzattım. Neden beni seçtiniz dedim. Kafasını kimlikten kaldırıp yüzüme baktı. Polisin bu bakışı kimlikteki fotoğrafla beni kıyaslayacağı asıl gerekli bakış değildi. Dikkati dağıldı.

Herkese soruyoruz dedi.
Adres sorarken birini seçersiniz ya… bu onun tersi, dedim. Acaba nerede falso verdim? Defolu yanım ne? Akşam aynaya bakarım artık.

Gülümsemesini bekledim. Boşuna. Kafasını kaldırmadan elindeki aletin ekranına mıhlandı. Buyrun dedi, akbilimi iade etti. Salomon ayakkabılarım, Columbia pantolonum bile kurtaramadı beni. Bugünlerde bir şey var yüzümde. Bir ayda bu ikinci. Kontak kurabilseydim, botunu nerden aldın diye soracaktım.
  

Galata Köprüsü’nün merdivenlerini çıktım, karşıda Yeni Cami önünde uzayan Nimet Abla bilet kuyruğunun bitimini bulmaya çalıştım. Tam hizamda en sonda genç bir çocuk gördüm. Acaba başkası da eklenecek mi? Bir süre boş boş baktım oraya. Sonra yürümeye devam ettim. Ta Beşiktaş’a kadar… yol boyu içimde inildeyen bir melodi eşlik etti…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder