30 Aralık 2018 Pazar

Kafka'nın Kehaneti

               Kafka'nın evini ziyaret eden kalabalık Kafka'nın kehanetinin kanıtı


  
Evinden çıkmasan da olur. Masanda kal ve dinle. Hatta dinleme, sadece bekle. Hatta bekleme, tamamen sessiz ve yalnız ol. Dünya maskesini çıkarasın diye kendisini sana sunacaktır, başka türlü yapamaz, sana hayran, parça parça önünde kıvranacaktır.” Kafka…


Bugünlerde evden dışarı çıkmıyorum.


Hafta sonları ibrenin evde kalmam yönüne dönmesinde çoğu zaman Kafka’nın bu sözünün de payı olmuştur. Hatta şunu söylemeliyim vaktiyle ben bu sözü ayakkabılığa asmayı düşünmüştüm ama çoluk çocuk kötü etkilenir diye vazgeçtim. Benim gibi vatana millete hayrı olmayan miskin birinin olumlanması bu sözle mümkün hale geldi çok şükür. Tabi yalnızlığı da. Söz internette dolaşıyor. Sözün analizini yapacağım, niyetim bu, ama önce benim bu sözle ilgili bir maceram var onu anlatayım; her ne kadar bu söz her tür maceraya karşı tembelliği telkin etse de.

Kafka’nın bu sözüne Roger Garaudy’nin bir kitabında rastlamıştım. Sonradan Kafka’yı okurken bu sözü de aradım, nerede ve hangi bağlamda söylemişti diye. Kafka’nın ilk Amerika romanını okumuştum, daha toydum o zaman. Öyle ya Amerika’ya göçen genç adam geçim derdindeyken izin günlerinde sokakların belasından uzak durmak ve bir taraftan da yazı hayatında dikiş tutturmak için kendi ile dışarı arasına böyle bir sınır koymuş olabilirdi. Sonra Dava’ya yakıştırdım, olsa olsa orada geçerdi bu söz, sokağa her çıkış insanın başına bir dava açabilirdi. Eminim Bay K. bunu kendi kendine mırıldanmıştı dedim, ama yoktu. Sonra bir gün Kafka’nın en kalın kitabını aldım: Günlükler’ini. Ve onu başucu kitabım yaptım, uykudan önce kıdım kıdım okudum, bitirmesi uzun sürdü, kitap bitti ama başucumda durmaya devam etti, rastgele bir sayfa aç oku. Kafka büyük yazar olduğuna hiç inanmamış, insan bunu Kafka’dan duyunca seviniyor. Konumuz değil ama araya sıkıştırayım dedim. Neyse efendim, şöyle düşünmüştüm, Kafka Günlükler’ini evde yazdığına göre bu sözü de evde kalmanın bir başlangıç sözü olarak yazması gayet mantıklıydı, hayır orda da yoktu bu söz. Nihayetinde bu sözü Taşrada Düğün Hazırlıkları’nda buldum. İşte Kâmuran Şipal çevirisi:

"Evden çıkıp gitmen gereksiz. Masa başında otur. kulak kabart, kulak kabartmasan da olur, bekle yalnızca. Hatta onu da yapmayıp hiç ses etme, yalnızlık içinde kal. Maskesini düşüresin diye dünya kendisini sunacaktır sana; çünkü başka türlüsü elinden gelmeyecek, cezbeye kapılmış bir durumda önünde kıvranıp duracaktır." (1)



Şimdi meselenin özüne gelelim. Ne var bu sözde?

Başta telkin, ama giderek dozajını yükseltiyor ve kehanete varıyor. ‘Sana hayran’… basit bir öneriyle, nerdeyse teselli denebilecek bir öneriyle başlayan söz egosantrik bir ruh haline bürünüyor. Beş cümlede oluyor bu. Orijinal Almanca metninde saydım 48 kelimede. Bir ruh hali değişimi için çok kısa bir süre. Nasıl oluyor bu?

Kafka’nın ‘sana hayran’ demesi bir ironi gibi duruyor; öylesine söylenmiş gibi de. Diğerinin gerçekliğini çarpıtan bir şey… senden hiç haberi olmayan, evden çıkmamanla diğerinin bihaber oluşunu kuvvetlendiren münzevilik nasıl hayranlık duyulan bir konum haline gelebilir ki?

Diğerini itirafa zorlayan şey ‘sana hayranlığı’ değil elbette, Kafka kuru kuruya bir hayranlıktan ya da bir narsistin hezeyanından söz etmiyor, -bu kadarını anlıyorum- dışarıda olanın varıp varacağı yer geri çekilme sen zaten bunu baştan öngörmüşsün, evde kalman bir önlem aslında. Bir dilencinin hiçbir şey demeden öylece duruşuna benziyor, neyine güveniyorsun zavallılığına mı, diğerlerinin merhametine mi?  Ama hayır otur oturduğun yerde tavrı dışarıya karşı bir önlemle sınırlı değil, evde kalma kararı diğerinin itirafını da talep ediyor: Sen haklıymışsın… daha ilerisi: Sana içimi dökeceğim! O, itiraf için seni seçiyor. Doğrusu seçecek, Kafka’nın kehaneti bu. Bunun hakikat olabilmesi için senden birkaç şey yapmanı istiyor. Evinde kıpırtısızca durmanı, yorum yapmadan, yargılamadan salt dinlemeye hazır. Diğerinin ayağına gelmesini istiyorsun. Onun sana açılmasını, kendini sana teslim etmesini. Kafka’nın gizli arzusu bu; merhamet duyan tarafta olmak. Diğerlerinin kendisine yönelmesi bir istek, ama bir varsayım da. İkisi aynı şey değil, bunu bilmen şimdilik yeter. Peki sahip olmamız gereken hangisi, inat mı sabır mı? Kafka kendini göstermekten hoşlanan biri değil, inat teşhirciliğe yakın. Kafka’ya yakışan ikincisi. Şöyle de diyebiliriz, icraatta inatçı, dile getirirken sabırlı.

Diğerinin itirafı bu meşakkatin ödülü.

Birinin itirafının üzerimize bıraktığı leke: sorumluluk. İtirafa sır muamelesi yapmaktan ötürü. Biz hep böyleyiz. Kafka ise tam tersini arzuluyor, diğerinin itirafından aldığı hazzın aynı zamanda sorumsuzluğundan kaynaklandığını biliyor. Bir sorumluluk devri olarak. Dışarı çıkmama kararı bu yüzden, bırak onlar tıpış tıpış sana gelsinler.

Konuşma, kendinden söz etme ama diğerinin itirafından geçin. Sonra bu itirafın maliki olarak dolayımlı biçimde kendin ol. İyi hesap. İyi de senin bundan kârın ne?

İtiraftan beklentin schadefreude(başkasının üzüntüsüne sevinen) tatmini değil, çünkü schadefreude küçük bir intikamdır, sense dışarı çıkmayarak sana gelecek diğerinin itirafını tekinsiz bir dünyaya kendi yüz çevirmenin haklılığı olarak görüyorsun, tıpkı evinde imrenme duygusunu berhava ettiği için yağmur yağış olunca sevinen felçliler gibi. En azından başlangıçta. Kafka bu duygudan çabuk sıyrılıyor. Evde taş gibi sessiz ve katı olmayı bir pusuya dönüştürüyor. Kendi bedeninin kıpırtısızlığını kusursuz bir itirafın (tabi ki başkasının itirafının) dayanağı, bir mescidi haline getiriyor. Kendine telkin ettiği şeye bir arkadaş çağrısı, biriyle tanışmanın yöntemi olarak bakabilirdik. Ama Kafka taş gibi sessiz ve katı olmakla ev sahibi olmaya terfi ediyor. Birini ancak böyle avlıyor.

Senin hiçbir şey yapmana gerek yok; aslında kıpırtısızlık tam da yaptığın şey. (Gezi’de ‘Duran Adam’ eylemiyle bu kanıtlandı.) Adım adım yaptığın bir şey. Önce evinden çıkmamaya karar veriyorsun. Sonra masanda oturup dinliyorsun. Neyi? Dünyanın seslerini; dışarıdan odana doluyor. Hayır hayır, dinlemesen de oluyor, sadece bekliyorsun. Bedenin bir üst formu, dinlemiyorsun ama duyargaların açık. Yine de nirvana bu değil, bedenini beklemek gibi bir beklentiye sokma, tamamıyla sessiz ve yalnız ol. Bu bir emir, ama bedenini bir emre uyuyormuş gibi enerjiyle yükleme, gevşe. Hiçbir şey olmayacakmış gibi gevşe. Asıl macera ondan sonra başlıyor. Son cümle metnin Almancasında (Çek Yahudisi Kafka Almanca yazıyordu) şöyle: “Anbieten wird sich dir die Welt zur Entlarvung, sie kann nicht anders, verzückt wird sie sich vor dir winden.” Almanca ‘sich winden’ yan anlamı bol bir sözcük, schlangen=yılan gibi kıvrılmak anlamını da taşıyor; ulu orta kendini aşağılama, bir yaranma hali. Dünya (Welt) bir eğretileme burada. Kafka dünyanın maskesini çıkarmasını ve ayakları altında kıvrılmasını arzuluyordu.

Kafka’nın kehaneti üç kez gerçekleşti. Sessizce bu dünyadan göçerken eserlerinin yok edilmesini istedi, bu nirvana hali aksine dünyayı onun ayağına götürdü. Tam da bu yüzden sağlığında bunu göremedi: İronik biçimde nankördü dünya. Diğeri, evden çıkmamayı onun eserlerini okuyarak taçlandıranlar dünyanın itirafını ondan dinleme imkânına kavuştular.

Üçüncüsüne geliyorum, en önemlisi bu: Facebook, Twitter, İnstagram gibi teknolojiler dünyanın itiraflarını avcumuza taşıdı, ben de kendime ilk kez bir akıllı telefon aldım, çok akıllı mübarek, kim ne itiraf etmiş görüyorum, zahmetsiz... Kafka'nın kehaneti Steve Jobs'ın, Mark Zuckerberg'in projesi haline geldi...


Deep Purple'ın bu şarkısını yıllar önce öğretmenliğe başladığım köyde dinlerken hayal ediyorum kendimi. Lojmanda tek başımayım, sobaya tezek atıyorum, çay koyuyorum, şarkı bitiyor, hadi baştan...




(1) Franz Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Cem Yay. s. 48...

12 Aralık 2018 Çarşamba

Tuhaf İşler







Hafta sonu Açık Öğretim Lisesi Sınavında birden tuhaflık çöktü. 


Ara sıra olur, tuhaflık önce bedenimi algılarken gelir,  tanımadığım bir takım insanlar karşısındayken ellerimi bana ait değilmiş gibi hissederim. Yine öyle aval aval ellerime baktım, ellerime sahip çıkıncaya kadar baktım. Sonra tuhaflığı dışıma yansıttım. Meğer tuhaf olan sadece ben değilmişim. Bunca şey nasıl bir arada olabiliyor? Bir süre tuhaflığa yadırgama eşlik etti, bu kısmen acı verici de olsa böyle. Ama yadırgamayı bir uyanış gibi düşünün, her şey normal akışında giderken yadırgamak bir tür delilik ama bunun yan getirisi de var: özgünlük. Harold Bloom özgünlük kelimesinin İngilizce anlamıyla Fransızcada olduğundan daha olumlu olduğunu söyler, “Fransızcada özgün olmak tuhaf olmak demektir.”(1) Bu sözü ancak tersten kurarsam benim için doğru: tuhaf görürsem özgün olabilirim.


Akreple yelkovana bakıyordum, saatin kaç olduğu belliyken bile birkaç kez, sanki teyit etmek için.  Ve saate gerektiğinden daha uzun süre bakmamı sağlayan saniye ibresiyle 12’den  12’ye bir tur atıyorum, bir dakika! Bir dakika ürettim! Bir dakika tükendiği halde ürettim. Bir öğrenci iki saatte 120 soru çözdüm diyebilir, peki ben ne yaptım? İş o kadar rasyonel ki absürt olduğu görülemiyor: Zamanın dolmasını bekledim.  Saate bakmayı takibe dönüştüren şey. Uzun süre bakınca saat sadece bir zaman ölçü aracı değil, zaman kavramının kendisi de, zaman öğütücüsü…  Çünkü iş bu, zaman akıp geçtikçe işimi o kadar yapmış sayılıyorum.  


Zamanın geçmesini beklemek diyebileceğim bir iş. Üstelik bunu duvarda asılı saate bakarak yapmak. Hatta zamanı bakışla takip etmek kendiliğinden işin karakteri haline geliyor. Sınav gözetmenliği bir meslek değil,  bir iş. Öğretmenlerin ek gelir kaynaklarından biri. İş yeteri kadar özgün ama benzetme yapmasam olmaz. Eskiden iş yeri bekçilerinin kurmalı saatleri olurdu, saat başı kurmasalar saat dururdu ve bu işlerini aksattıklarının kanıtı sayılırdı. Bekçinin görevi işyerini kazadan beladan korumak olduğu halde dikkatin yarısı saati kurmayı kendine telkin eden bir uyanıklıkla geçiyordu. Bekçi işyerini beklerken nesne olan saati de bekliyordu.  Yani iş kendi kurucu işbölümü yapısına yabancılaşıyor (sınıfsal yabancılaşmadan farklı, insan aklının sınırı olarak yabancılaşma). Yine de bu benzetme demek istediğimi tam karşılamıyor, sınav gözetmeni olan ben zamanı takip ederken, verdiğim örnekte nesne-zaman(saat) bekçiyi takip ediyor. Bunun çağdaş versiyonları da var. Günümüzde bekçiler mobese kameralarıyla çalışıyor, işleri güçleri farklı yerlere yerleştirilmiş kamera görüntülerini vukuat dikkatiyle takip etmek. Tabi kendisi de kameralar tarafından takip edildiğinin bilincinde olarak. Otomatikman bir başka işkolu doğuyor, süpervizör bir vukuat olup olmadığını takip edeni takip ederek kendine yer açıyor. Ve görev, falso vermemek için kendisini takip edeni takip ederek parçalanıyor. Marx’ın tabiriyle söyleyeyim somut emek iyice sapıtmış burada, nesnesine geçişli değil, doğrudan psikolojik; güvensizlik duygusuna dayanıyor. Duygusal ve mantıksal diye ayrılan bir karşıtlığın lüzumu yok:
- Ne iş yapıyorsun?
- Güvensizlik duygumu tatmin ediyorum. 
Bunu söyleyen kişinin bu kronik işkilli halini yaptığı işin ürettiğini bilmesi gerekmiyor.

Sınav yönetmeliğine göre, gözetmenlere kitap okumak, soru kitapçığına bakmak, cep telefonu bulundurmak, ayakkabı ses çıkarıyorsa volta atmak, uzun süre pencereden bakmak, bir şey yazmak, konuşmak yasak. İşimiz gözetmek. Ama gözetmek bir meşguliyet değil; gözetmenin bakmakla özdeşleştiği bir durum; kuru kuru bakmak, bir bakma çeşidi bu…

Pencereden bakıyorum, aşağıya doğru bir kız yürüyor, sırt çantalı, bir elinde mağaza çantası, diğer elinde cep telefonu, biriyle konuşuyor, bu onu daha telaşlı gösteriyor. Telaşlı görünmek… bir görünme biçimi olarak telaşlı hal modası. Tuttu mu tuttu, çağımızın modası; daha uzun süreceğe benziyor. Aslında moda denilen şey davranışımız: Giysi, moda olan davranışı destekleyen aksesuar sadece... Binaların bittiği yerde sarılı, yeşilli, turunculu ağaçlar başlıyor, doğru ya Emirgan Korusu. Bunu fark etmem beni sevindiriyor. Sanki yanımda duran biriyle başlatacağım konuşma konusunu buldum. ‘Biliyor musunuz Emirgan Korusu’nun eski sahibi, silah kaçakçısı (neydi adı? çoğunuz bilmez bu adamı)… bu adamın ilişkilerinde yakın Türkiye tarihi gizlidir.’ Sol çaprazda ışıklı panoda Şükrü Genç’in (Sarıyer Belediye Başkanı) fotoğrafı, ’91 bin 100 m2 duvar çalışması’. Arka planda boydan boya bir duvar resmi. Duvar yani, az buz şey değil.

Okulun bahçesinde sedir ağacı. Yanında kalın yapraklı, dallı budaklı bir ağaç daha. Bu ağacın adını bilmiyorum. Bilmesem daha iyi. Nesneler daha bir olduğu gibi görünüyor gözüme. Sorudan azade cevabın kendisi olarak nesneye bakmak. Birden sınıfın içine dönüyorum, yazı tahtasının sağındaki çöp kovasına bakıyorum, kovadan taşan siyah çöp poşetine. Sol yanda kıvrımlarında buruşukluk, önce buruşukluğu bir hata olarak görüyorum, sonra vazgeçiyorum. Güleyim bari... Saniye ibresini on beş saniye takip ediyorum, eğretileme yok. Yanda beyaz laminat kaplı evin çatısı çok dik. Kiremitleri nasıl yerleştirmişler acaba? Küçük silindirimsi kiremitler. Yağmur yağıyormuş da çarpan damlaların serpintilerini izliyormuşum gibi oyalanıyorum, ama on beş saniyeden daha kısa.

Öğrencilere bakıyorum. Ece Ayhan’ın orta ikiden sağ çıkmış öğrencileri hemen karşımda, aralarında benim yaşlarımda bir kadın da var. Onları çocuk hallerine geri götürüyorum, işte benim zamanı içine çeken uğraşım. Sırrım bu benim. Yetişkinleri çocukluk halleriyle görmek gibi bir huy geliştirdim. Huy diyorum ama alçakgönüllülüğümden, aslında bir yeti. Bir düstur yönlendirdi beni: ‘Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur.’ Bu atasözünü tersten kurabiliyorum, bir yöntem bu. Yetişkinlerin olgunlaşmış (şimdiki) halinden çocukluklarını görebiliyorum. Çok hızlı bir geçiş. Bakışımı zaman makinesi gibi kullanıyorum, ister inanın ister inanmayın, sözünü ettiğim görsel bir irtibat yeteneği. Yetişkin yüzünü alıyorum, çocukluk yüzüne götürüyorum, şimdi karşımda sırada oturuyor, daha ele avuca gelir, daha bir tanıdık, daha kontrol edilebilir. Daha da ötesi çarpıtıyorum onları, çocuk halleri gerçek yüzlerini görmemi sağlıyor. Anlatırım bunu. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, öğretmenlik hayatımda yıllar önce okuttuğum bir öğrenciyi eski yüzüyle hatırlarken yıllar sonra birden değişmiş halde karşımda  görmenin afallatıcı etkisi zamanla bir adaptasyon yeteneği kazandırdı.


Suskunluk… diğer zamanlarda alışkanlığım olduğu halde şimdi susmaya riayet ediyorum. Zaman benim üzerimden geçiyor.

(1) Harold Bloom, Batı Kanonu, Çev. Çiğdem Pala Mull, s.140, İthaki Yay. 2014, İst.




12 Kasım 2018 Pazartesi

Müslüm Baba'nın Utancı










‘Çok etkilendim’ dedi, ‘böyle bir hayatı olduğunu bilmiyordum, adam neler yaşamış, babası annesini öldürmüş, hepsini anlatmayayım… Siz gittiniz mi Hocam?’

Bu soruyu birkaç kişi daha sordu bana. Sanıyorum soruya olumlu cevap vermek filmi merak etmekten daha baskın geldi. Genel konuşuyorum. Bizzat seyirci dedikodusunun film hasılatını uçuşa geçirdiği eşikten filme gidenlerin filmden söz ederek eriştikleri bir tür grup olma haline... işte reklam. Diğerinin spoiler kaygısı ve benim söyleyecek sözümün olmayışı beni hem grubun içine çekiyor hem de dışında bırakıyor. Filmi izlemelisin! Bir mensubiyet çağrısı bu. Tamam filme gideceğim, Müslüm’ün hayatını izlerken seyircinin de bu hayatta ne bulduğu beni çeken. Sürekli kitap okumanın, internette film izlemenin beni içine gömdüğü inzivadan kurtulurum, iki ağlak insan görürüm dedim.

Ama olmadı.  Ahları, iç çekmeleri duyamadım. Eminim ağlayanlar da olmuştur. Gittiğim sinemada kolonlardan gelen ses çok yüksekti, film müziği ise hiç susmadı. Film müziğinin hem manipüle edici hem de duygusal tepkileri gizleyici etkisini aklınızda tutun. Kıyaslama için gerekli. Tepkilerini infialle ve şeffaf biçimde açığa vuran bildik Müslüm seyircisiyle sinemada sus pus olmuş seyirci arasındaki fark… Bir jenerasyon farkı mı, bir sınıf farkı mı, ya da ne?..

                              İTİRAF ve MAHREMİYET

Filmde anlatılan hikâyeyi Müslüm Gürses’in yaşamının ikinci elden itirafı diye okuyabiliriz. ‘Biliyor musunuz aslında o…’ diye başlayan itirafın itirafı. Tanıdığımız Müslüm Gürses’in özel hayatını faş eden bir film.  Ama mahremiyetinin değil; kasten bu ayrımı yapıyorum, çünkü itirafın kırmızı çizgisi bu. Amacım mahremiyeti deşmek.

Mahremiyet demişken hemen burada sorayım, itiraf bildiklerimize bir şey mi katar yön mü verir?

Eğer seyirci birçok şeyi filmden yeni öğreniyorsa bu şu demektir: Müslüm Gürses sağlığında hayatını gizlemiş!.. Gizlemiş!.. Bu ünlem işareti okuma süresine beş saniye ara versin lütfen… Şimdi devam edeyim. Gizlediği hayatını  eşi Muhterem Nur’a anlatmış, Muhterem Nur da senariste. Senarist de bize anlatıyor. Bir tür kulaktan kulağa oyunu. Bize gelen itirafın son aşaması. Ne olursa olsun itiraf bize gerçeği garanti eden bir bilgi edinme yolu mu? Eğer itirafı gerçeğin dili değil de semptomu olarak görebilirsek evet. Kabul edelim ki itiraf yalan da olsa bizi dilsizlikten daha çabuk gerçeğe götürüyor.

Ortada bir itiraf olduğuna göre itirafa kadar geçen süre gerçeğin birincil semptomudur, yani gizleme. Gizleme öncelikle bir olayın gizlenmesi değil, olayın yol açtığı bir etkileşimin gizlenmesidir. Müslüm Gürses neyi gizledi? Filmde anlatılan trajediyi mi? Hiç de değil! Yükselen bir insanın geride bıraktığı trajedi hayatına anlam katar; şöhretli insanların biyografileri şefkatle hayranlığın harmanlanmasından oluşan bir sevgi beklentisiyle kurgulanır, şefkat geçmiş zamanlı, hayranlık şimdiki zamanlı olacak şekilde. Trajedi geçmişten miras kalan bir sermaye olabilir. Şöyle deriz: Ne zorluklara göğüs germiş… başarıyı güçlendiren bir şey. Elbette yas süresini uzatıyorsa insan ister istemez trajedisini gizleyebilir. Kendisine yok saymayı, görmezden gelmeyi de bağışlayan bir gizlemeyle. Filmde anlatılan trajedinin böyle bir defosu yok. İpuçları var ama.

                              UTANÇ ve SUÇLULUK

Bir insan geçmişini utanç duyduğu için gizleyebilir, güçsüz düşeceği için de, suçluluk duyduğu için de. Utancı insanın içinde bulunduğu kronik bir duygu olarak değil, deşifre olduğunda yaşamı zorlaştıracak bir tehdit olarak düşünelim; utanç burada bir önlemin, yani ağzı sıkılığın duygusudur. Anlatmak, itiraf etmek güçsüz düşürür; geçmiş bugünkü yaşamla bağdaşmayabilir, kontrol elden kayar, dertleşmek için anlatılanlar kendi aleyhine dönebilir vb.

Öte yandan trajedinin biyografik katkısı da hayatın bütününe baktığımızda insanın bir başka trajedilerinden biri. Başarıya rağmen gülünç! Sonradan dank etse de gülünçlüğün trajik değeri başkasının tasarrufunda, pusuda… Ama ortada bir film olduğu için bizi trajedinin acıklı yanından çok sanat yönü ilgilendirsin. Hadi sanat yönü bir tarafa psikanaliz yönü. Bunun için itirafın sancılarına odaklanmalıyız. Filmde anlatılmayanların örtüsünü aralayan küçük çıtlatmalara… Mesela Muhterem Nur, şiddet gördüğü bir kavga sonrasında M. Gürses’e ‘Aileni sen öldürmedin, suçluluk duyma.’ derken ne demek istiyor? Acaba suçluluk duygusunu utanma duygusunun  kılık değiştirmiş mazur görülecek hali olarak mı söylüyor? Elbette suçluluk duygusu ve utanma duygusu birbirinden farklı ama insanlar itirafta ve dinlemede suçluluk duygusuna daha yatkınlar. İtiraf edilebilen suçluluğu  itiraf edilemeyen utanca karşı bir ikame duygu olarak düşünebiliriz. (Bunu açıklamam gerek ama nasıl?) 

Artistlere, şarkıcılara yeni bir isim verilirken akılda kalıcı, çarpıcı, özenilen bir klişe yaratılır. Ama yeni ismin bir başka işlevi daha vardır, daha öznel bir işlev: Kişiyi geçmişinden kurtarmak, azade etmek. Bir nakildir bu, pılısını pırtısını geride bırakma; ama göç gibi değil, sert bir sınıf atlama. Mesela M. Gürses’in kardeşi Ahmet’in ‘Ben de ismimi değiştireceğim, artık Ahmet Akbaş olmayacağım’ derken. Ama bu dolaylı biçimde M. Gürses’in de itirafıdır. Kaba bir bileşik isim çağrışımı yapsa da “akbaş” bir köpek cinsinin de adıdır. Eğer haset duyuyorsak bu sınıf atlamanın izlerini bulmak herkese iyi gelir. Gerçekte ismi Norma Jean olan Marilyn Monroe’yu düşünelim. Babasız Norma Jean; annesi kızının gerçek babasını bilmiyor, ana rahminde terk edilmiş. Daha sonra annesi de terk etmiş, küçük Norma’sını koruyucu ailelere, olmadı yetimhaneye vermiş. Norma’nın yeni M.M. ismi sadece yoksul geçmişini değil, psikozla boğuşan bir anneyi ve piç oluşunu da gizlemeye yarıyor. Ben şimdiki benim demenin en hazırcevap yolu.
Boyun eğmeyen, kimseye el açmayan, sınıf basamaklarını adım adım tırmanan biri için geçmişte kalan yoksulluk onur verebilir, ama yoksulluk yan etkileriyle utanılacak bir şeyleri gizleyebilir de. Yani utancı yoksulluğa yükleyerek başka mahrem şeyleri gizlemek.

Utanç da bir acıdır nihayetinde, trajediden farkını iyi açıklamak gerekiyor. Biri gizlidir, diğerini açığa vurabiliriz. Gizli kalan utanç acı vermez, açığa çıkma ihtimali karşısında alınan önlemler acı verir, tam acı da değil, öfkeyle karışık bir tedirginlik, sürekli teyakkuzda bulunma hali.

Daha iyi anlatmak için örnekten örneğe geçiyorum. İbrahim Tatlıses türkücü olmadan önce inşaat işçiliği yaptığını hiç gizlemedi. Hayat tırmanışının özendirici bir unsuru olarak ikide bir yüzümüze vurdu. Propaganda dozu yüksek bir nevi emsal yaşam. Zenginleşti, güzel kadınlarla birlikte oldu, defalarca evlenip boşandı falan. Çevresindeki kadınlarla hep göz önündeydi ama bir şeyi özellikle gizledi: İlk karısını. İlk karısının medyada pek fotoğrafı yok. Olanlar da kara çarşaflı, yüzü görünmüyor. Tabi kadın ortalıkta görünmek istememiş olabilir. Ama bu İ. Tatlıses’in de isteğiyse soru zorluyor. Neden acaba?

İlk karısı İ. Tatlıses’e ayna tutuyor olmasın…

                                   ŞÖHRET ve UTANÇ

Şöhretli insanların hayatlarındaki utançla (köklerinden uzaklaştıkça daha da tehdit edici hale gelen utançla) hayranlarının onlara olan canhıraş tezahüratı aynı mecrada birbirini tamamlıyor sanki. Müslüm Baba diye üstünü başını parçalayan, kolunu göğsünü jiletleyen sahneye hücum eden kalabalığın aşırı sevgisi bir linç görüntüsü de veriyor. Teşbih yapmıyorum, gerçek anlamda linç. M. Gürses dışında diğer arabeskçilere nasip olmayan bir şey. Korumalar kalabalığın severken öldüren izdihamı karşısında ellerinden geleni yapsalar da bir hayranı aradan sıyrılıyor ve bıçağını sahnedeki Müslüm’e batırıyor. Beyazlar giymiş Müslüm’ün elbisesine bulanan kan lekesi acının afili bir gösterisi. En azından filmde. Bir ritüelin finali gibi, kendi kanını akıtan tebaa en sonunda kralın kanını da akıtarak dağılıyor. Meşhur Gülhane konseri. Sevginin linçle flört eden bu başıboşluğu ne anlama geliyor? Sen bizim olmak istediğimiz yerdesinle biz senin olduğun yerdeyiz arasında bocalayan kalabalığın gelgiti. Bu gelgit kurban olmakla kurban etmek arasındaki farkı silmeye de yarıyor. Diğer arabesk şarkıcıların şarkılarında yakın olsalar da kazandıkları statüyle bedenlerinin hayranlarına yaydığı uzaklık M. Gürses için geçerli değil. O, hayranlarına benziyor.

Ama tam burada M. Gürses’in şeffaf hayranlarıyla gizli hayranları arasında bir ayrımı yapmamız gerekiyor. Yıllar önce evinde klasik müzikten rock müziğe zengin stok bulunan bir arkadaşımın Müslüm dinlediğini öğrenince şaşırmıştım. Onunla aynı evde kalan diğer arkadaşım onun çekmecesinde gizlediği Müslüm kasetlerini göstermişti bana. Müslüm dinlemesi değil de gizlice dinlemesiydi asıl şaşırtıcı olan. Demek utanç duyuyordu. Elbette dinlerken değil, dinlediği fark edilecek diye. Müslüm’ün utancı kendi türevini yaratıyordu. Kendi kökünü taşıma utancıydı bu.

Utanç geçmişle şimdi arasındaki ara halkaları atlayan geçmişi yani gizli olanı öğrenenin yarattığı bir duygudur. Sen aslında ‘o’sun. Geçmişteki benle şimdiki ben arasındaki bu hızlı geçiş utanç yüzünden doğrulanır da. Utandırma bir kozken, utanç bir savunmadır. Utanç diğerinin utandırma gücünü alt etme çabası aslında; kendinin zaten bildiği bir şeyi diğerinin bilmesi karşısında iki ayrı benliğin (çoktandır uzlaşırken) çatışması, parçalanması, sırıtması. Bu yüzden utanç, bu çatışmanın yarattığı bocalamayla gülünç duruma düşme hissiyle algılanır hep.

                           UTANÇ ve ŞANTAJ

Utanç, insanın içinde taşıdığı yaşanması olası bir duygu olarak utancının bilincinde olmaktır (utanmak değil).

Alt sınıflardan üst sınıflara tırmanmış şöhretli insanların utancını yeni edindikleri huylarında takip etmek mümkün. Hemen edindikleri eğreti huylar: kapris, fevri çıkışlar, umursamama, burun kıvırma, düşük statüdeki insanları azarlama vb.

Şöhret, kapitalizmin feodal aristokrasiden intikamıdır... Alt sınıfın üst sınıfa yükselince geçmişiyle arasına koyduğu bariyer. Hem yükselmenin bir ödülü hem de yüksekte kalmayı muhafaza eden bir sigorta. Jet sosyete bu mesafeyi kısaltıyor. İsmiyle müsemma “jet” şöhretin hızını ifade eden bir yan getiri. Şöhret kimlik değiştirme çabasının ideali olduğu için utanç, yüksekten aşağıya düşme korkusunun içinde hiç yakayı bırakmıyor.

Şöhret nereden nereye algısını dizayn edecek şekilde bir kurgu da içerir. Anneyle babayla görüşmeme, eskiye dayanan küskünlük, aileyi gözden ırak tutma şöhretin vefasızlığı olarak görülse de, belki de şöhret arzusunun nedenini iyi bir aileden yoksun olmada aramak daha doğru. Kötü aile şöhretli kişiyi geçmişinden özerk kılar. Ama şöhretli kişinin etrafa yayılan sırları onu karalamayacak dozajda ayarlanmışsa hayranlarının hoşuna gider. Bunu güdüsel bir sezgiyle öncelikle şöhretli kişi yapar. Söyleşilerde küçük zaaflarını anlatır. Hayranların sevgisiyle imrenme duygusu arasındaki hassas dengeyi sağlamak için gereklidir bu. İmrenme tehlikelidir çünkü, sonu intikama varır. Tek başınalık hem hayranların sevgisini hak eder hem de şöhretli kişiyi geçmiş alt sınıf kökeninden korur. Kökenle aradaki mesafeyi açan şeylerden biri de lüks otomobiller ve mutena evlerdir.

M. Gürses hayatı boyunca çocukluğunu gizlemiş. Belki sadece eşi M. Nur’a anlatmış. Gülşen İşeri’nin Muhterem Nur kitabından filmi izledikten sonra haberim oldu. Kitap geçen yıl çıkmış.




M. Gürses’in hayatında iki önemli olayın bir gün arayla olması şaşırtıcıydı. Birinci günde annesi ve kız kardeşi ölüyor, babası cezaevine gidiyor; ertesi gün önceden karar verdiği ve gününü sabırsızlıkla beklediği türkü yarışmasına katılıyor ve birinci seçiliyor. Babası hırsızlık yüzünden cezaevinde yatıp çıktıktan sonra mahalle kahvehanelerinde kulağına gelen söylentiler üzerine M. Gürses’in annesini “oruspuluk” yaptı diye bıçaklayarak öldürüyor, iki yaşındaki kız kardeşi arbedede yere düşerek kafasını duvara çarpıp ölüyor. Filmde ise  kız kardeş, babasının bu çocuk benden değil deyip duvara savurmasıyla ölüyor. Anne ise babanın sevgisiz paronayaklığı yüzünden. Ama filmle kitapta anlatılanlar arasındaki asıl fark burada değil. Filmde birinci ve ikinci gün sıralaması kurguyla tersine çevrilmiş. Filmde M. Gürses önce türkü yarışmasında birinci oluyor, annesi ve kardeşleri eve gelip bu mutluluğun tadını çıkarıyorlar. Bir süre sonra baba dışarıdan geliyor; içeri girmeden önce huzursuz edici ön gürültüsüyle, meğer o sırada oğlu Müslüm’ün baktığı güvercinleri öldürüyormuş… Senarist neden bu kronolojik sırayı tersine çevirme ihtiyacı duydu? Film başlarken jenerikte altyazıyla bize “Bu film gerçek olaylara dayanır.” diye vaatte bulunsa da şahsen benim hiçbir ‘true story’ filminden bu vaadin dört başı mamur tutulacağı yönünde bir beklentim yok. Ama gerçek olay kişide bir hakikat anı yaratıyorsa yapılabilecek değiştirmelerin bir nedeni olmalı derim. Kasıtlı bir neden. Tekrar ediyorum, Muhterem Nur’un anlattığı hikâyede annesi ve kız kardeşi ölen M. Gürses ertesi gün yarışmaya gidiyor ve birinci oluyor. Yastan sevince bu geçiş hızına bakar mısınız? Tuhaf bir ruh hali. Sözünü ettiğim hakikat anı tam da burada aranmalı işte. Eğer yaşadığı acının yarışmada sesine kattığı ezik sahiciliğe inanacaksak ilginç, yok M. Gürses’in yas tutma biçimi buysa daha da ilginç. Ama anlamakta zorluk çektiğim husus çok sevdiği iki insanı yitirmiş birinin hemen yarışmaya gidecek kadar hırslı olması. Hırs bile olsa bir insan bu kadar kısa sürede kendini nasıl toplayabilir? Evet bu ruh karmaşası anlatılabilirdi. Hem de M. Nur’un eksik bıraktığı, belki M. Gürses’in de anlatmadığı ya da anlatamadığı sınırları zorlayarak. Acaba annesi hakkında çıkarılan dedikodulara Müslüm de inanmış mıydı? En azından sonradan. Çünkü Müslüm, cinayetten cezaevinde 7 yıl yatıp dışarı çıkan babasıyla sonradan görüşüyor. Babasına Urfa’nın bir köyünden ev alıyor, düzenli para gönderiyor onu evlendiriyor. Müslüm filmde anlatıldığı gibi aşağılık bir adamı mı bağışlıyor, yoksa rezil yanlarıyla da olsa namusunu koruyup cezasını çekmiş bir babayı mı? ‘Namusunu koruyan baba,’ tam da baba imgesinin üzerine oturduğu kaide.




M. Gürses’in şöhretine engel olmak isteyen baba, yarışma öncesi onun saçını keserek bir utanç damgası vurur. ‘Senden bir şey olmaz.’ damgası. Bedeni aşağılayan, gülünç duruma düşüren dışarıdan gelen bu damga simetriktir de, kendini aşağılamaya dönüşür. Bu eski gülünç, zavallı hal bir aslına rücu etme tehdidi olarak yetişkini ömür boyu takip eder. Babadan utanç, ikame bir duygudur; çünkü gerçekte utancın ilk yaşandığı an güçlü babanın yarattığı bu bedensel defo karşısında duyulan utançtır. Baba karşısında duyulan utanç babadan utanca dönüşür. Ama baba yine de babadır, uzak yerde baba. Sınıf atlama babayı mahremiyete iter.

Devam edelim, bu kaidenin gölgesinde annesini koruyamayan yeniyetme bir oğul. Ve bu oğul olay yerinden can havliyle kaçıyor. Annesini koruyamayışı iki anlama da gelebilir: babası bıçaklarken annesini koruyamadı, annesini hakkında çıkarılan “oruspu” söylentilerine karşı koruyamadı. Bu durum babasından hem vazgeçmeyişini hem de uzaklaşmasını açıklıyor. Babasına sahip çıkması bir nevi sus payı, benden uzak dur, sırrımızı kimseye söyleme; eğer sessiz olursan asilzade bile oluruz. Benzer aile mahremiyetini birçok şöhretli insanın böyle sağladığını ‘bana bakmıyor’ diyen bir annesi babası ortaya çıkınca duyuyoruz magazinden.

Şöyle de düşünebiliriz, kötü baba vurgusu ‘oğul’un anneye yakınlığını gizler; kötü baba karşısında anneyi koruyamamak birinci utanç kaynağıdır. Annenin babaya ihaneti aynı zamanda annenin ‘oğul’a da ihanetidir. Oğul; annenin sevmediği halde babayla yaşamasını, annenin başka bir adamı sevme ihtimaline karşı daha güvenli bulur. ‘Oğul’un babayla işbirliği utançla suçluluk duygusunun birbirine yaklaşarak birbiri içinde erimesini sağlar. Bu, utancı koruyan da bir şeydir. İlle ikisinden birini tercih etmek zorunda kalırsa, bu durumda ikisi aynı şey olduğu halde suçluluk duygusunun tercihi hilelidir. Burada konu suçluluk duygusunu ihlale, utancı başarısızlığa bağlayan Piers ve Singer'dan farklı bir mecraya giriyor. (1)




Filmdeki bu fark neden gerekliydi? M. Gürses’in hatırı için değil tabi, seyircinin duygularını rencide etmemek için gerekliydi. Kötü bir geçmiş, sonraki kötü davranışları da kapsayacak biçimde kötü bir babanın aşırılıklarına bağlanarak bağışlanabilir. Kötü bir yaşamı anlatma gücüyle kötü bir yaşamdan sıyrılma arasındaki fark. Sıyrılmak daha kolay. Bunu film seyircisi açısından şöyle çevirebiliriz: Kötü bir yaşamı seyretmektense kötü bir yaşamdan sıyrılanı seyretmek. Bunu seyircinin umuduna seslenen bir yatırım olarak düşünmemek lâzım; kontrastlarla düşünen ortalama seyircinin klişe aklına sesleniş daha çok. Ama Müslüm Baba filminde bu klişe aklın bir adım daha ilerisine geçilmiş. Zaten M. Gürses sağlığında (2)  son 7-8 yılını eski hayranlarının belki de ihanetle suçlayacağı bir entelektüel açılımı gerçekleştirmişti. Teoman’ın Paramparça’sıyla kendini parça parça genel popülasyonun üzerine serpiştirerek. Biz M. Gürses’in kendi şahsında elde ettiği bu Türkiye mozaiğini onun Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazında gördük, emin olduk. Müslüm Baba filmini yapanlar da, hiç şüphesiz asıl pay senarist-yazar Murat Günday’da olmak kaydıyla bu mozaiği korumayı ve daha da çeşitlendirmeyi akıllarına koymuşlar. Vaktiyle M. Gürses’in başrollerinde oynadığı 38 filme giden seyirciyle Müslüm Baba filmine giden seyirciyi karşılaştırın.

Tabi burada sinema seyircisinin incinebilen, alıngan duyguları önemli. Bu tuhaf seyircinin sinema gibi bir ortamda lokalize varoluşunu iyi anlamak gerek. Sinema gibi loş, tecrit bir mekânın insana sirayet ettirdiği varoluş… Çünkü bildiğimiz değil başka bir Müslüm Baba anlatılıyor filmde, şimdiye kadar eksik bildiğimiz Müslüm Baba. Ama bu Müslüm Baba bildiklerimizle çelişen değil, bildiklerimizi tamamlayan bir Müslüm Baba olmalıydı.

Şarkı, türkü filmlerinde bir müzik prodüktörü ya da bir gazino sahibi tesadüfen filmin kahramanını keşfeder. Oysa gerçek yaşamda tesadüfün bu kadar önemli bir rolü yoktur. Nitekim filmde pavyonda şarkı söylerken keşfettiği Müslüm Gürses’i İstanbul’a plak yapmaya ikna eden prodüktör hikâyesi M. Nur’un anlattıklarıyla karşılaştırdığımızda doğru görünmüyor. Ona bestelerini veren Burhan Bayar zaten mahalleden M. Gürses'in abisi, zaten öteden beri bu işin içinde.  Peki neden hikâye ederken bu tür tesadüflere ihtiyaç duyulur? Klasik bir cevap ama söyleyeyim, melodram etkisinden. Tesadüf kahramanı efsunlar, onu sıradanlıktan kurtarır. Çileyle kurtuluş arasındaki kontrastı güçlendirir. Aynı etki M. Gürses’in Limoncu Ali’yle tanışmasından da beklenir. Seyircinin iflah olmaz melodram eğilimi… Ey seyirci sen neden böylesin?

Gerçekte annesi ve kız kardeşi öldükten bir gün sonra türkü yarışmasına katılıp birinci olan M. Gürses, yine gerçekte babasının ölüm haberini alınca tüm konserlerini iptal edip cenazeye katılıyor! Tabi birincisi bilinmeyince ikincisi M. Gürses’in vefa düzeyini artırıyor… Neyse biz filme dönelim. Senarist neden olayların oluş sırasını değiştirdi diyorduk. Bunun filme katkısı ne? Dram filmlerinde trajik bir sahne yaratmak komedi filmlerinde komik bir sahne yaratmaktan daha basit kurallarla işler. Trajedide iyi ve kötüye ihtiyacınız var. Kötü ne kadar abartılırsa bu iyinin  o kadar lehinedir. Haksızlığa uğramak, karayazı, araba kazasından sonra öldü diye morga kaldırılıp sonra bir doktorun dikkatiyle hayata dönmek (bu hikâye gerçek olsa bile bunun anlatımından beklenen ikbal etkisi başka bir gerçektir). Hepsi başarıya hizmet edecek biçimde sondan geriye doğru kurgulanır. Yarışma birinciliğinden  sonra Müslüm, anne ve kardeşler babasız olarak eve geliyorlar, mutluluğun kazasız belasız tadını çıkarmaları babanın evde olmamasına bağlı. Ama baba geliyor mutluluk bitiyor. Senarist seyircinin ‘oedipus’una güveniyor, amacı haksız babaya karşı Müslüm’ü sevdirmek. Arabeskin mizacına da uygun. Haksızlığa uğramış âşığın feryadı. İlle de haksızlığa uğramış.


Beyoğlu Fitaş Sineması'ndan çıkınca asansörde iki kız konuşuyordu. Biri çok ağladım dedi, diğeri gülerek ben de dedi, tekrar izleyebilirim diye ekledi. Alt kata inince gördüm, filme girmeye hazırlanan bir çift dudak dudağa öpüşüyordu, kız türbanlıydı. Bu güzel.

Müslüm Baba'nın dediği gibi, dağlar utansın, yollar utansın, yıllar utansın... Kimse utanmasın...




(1) Aktaran J. Chassequet- Smirgel, Ben İdeali, Çev. Nesrin Tura, s.145, Metis yay. İst. 2005
(2) M. Gürses 38 film çevirdi, bilmem ne kadar plak, bilmem ne kadar kaset çıkardı. Ta 2006 yılında Teoman’ın Paramparça eserini yorumlaması Müslüm hayranlarına bir çeşni kattı. Bu çıkışla hem şeffaf hayranlarını terbiye etti, hem de yeraltı hayranlarını gün yüzüne çıkardı diyebiliriz. Biraz mesafeli olanların yakınlaşması da cabası. Hayran yelpazesinin genişlemesi biraz da değiş tokuşa dayalı tabi.

31 Ekim 2018 Çarşamba

Büyük...





Sabah haberlerinde Hindistan’da yapılan dünyanın en uzun heykelinin açılışı haberini duyunca, diş fırçamı ağzımın içinde unuttum devasa demir bloğun yüzüne yavaşça yaklaşan kamerayı takip ettim. Kendimi Hindistan’ın kurucu önderi Gandi’nin yüzüne hazırlamıştım. Hayır değildi, heykel Gandi ve Nehru’dan sonra üçüncü adam diyebileceğimiz Sardar Patal’a aitti. 31 Ekim onun doğum günüymüş. Nüfus kaydı tutulmamış, yani bu gerçek tarih değil. Ama insanların tarihe ihtiyaçları var. Dişimi fırçalamaya devam ettim.

İlgili kişi bizdeki ‘serdar’ yani önder, başkomutan anlamına gelen adını sonradan almış. Sürece dikkat: Anlamın özel ad olması, özel adın yeniden anlam olması!..

Bu heykel büyüklüğünün ikircikli anlamı üzerinde durulabilir. Ama ben durmayacağım. Sonra diyeyim…

Neyse değinip geçeyim. Birinci anlam Sardar Patal Gandi’den büyük (sembolik anlam), ikinci anlam dünyanın en büyüğü (burada Piaget’nin çocuklarda işlem öncesi dönem diye 2-6 yaş aralığı zekasını tanımladığı bir tür animizm dili baskın).

Neden Gandi değil de Sardar Patal?

Kısa bir araştırma yaptım. Sardar Patal Gandi’den farklı olarak Hindistan’ın birliğinde Pakistan’ın ve Bengladeş’in ayrılmasına karşı bir tavır ortaya koymuyor, daha çok Hindu milliyetçisi tavrı içinde. Bu yüzden vaktiyle kendisine Hindistan’ın Bismark’ı denmiş. Tabi Bismark’a Almanya’nın birliğini sağlayan kişi diye düşünürken cümleyi bunu zorla yapan kişi diye de bütünlemek gerekiyor.

Heykelin ikinci anlamından umulan şiddet…

Bununla heykeltıraş Zubar Tsereteli tarafından Moskova’da yapılan 1. Petro heykeli arasında bir koşutluk kurulabilir. Bir zamanlar Sivriada’ya (namı diğer Hayırsızada) yapımı düşünülen Mevlana heykeliyle de…

Havaalanlarının büyüklüğüyle de...

Milletler, millet olarak tahayyül edilme formatında kaldıkları sürece Piaget’nin somut işlem dönemini aşamıyorlar.

Ağzımı çalkaladım...






29 Ekim 2018 Pazartesi

Ne Demezsin...




                                                   


TELEFON suskunluğu bağışlamaz, bu yüzden telefon bir sohbet aracı olamadı benim için.

                                                                              ***

OBEZ birinin acıkmayı beklemesi, dünyanın en gülünç yaptırımı.

                                                                              ***

İNSANLAR arasında münakaşaların çözümü (anlaşma) denilen şey, çoğu zaman iki tarafın da yorgunluğuna denk gelir. Sağduyu değil, çözüm için beklenen yorgunluktur. İnsanlar yorgunluğun müştemilatını bilmezler, yorgunluk erdemdir.

                                                                              ***

ONA karşı aksi bir şey söylemem gerekiyordu ya da tamamlayıcı bir şey, ama olmadı, bu da beni aptal durumuna düşürdü.

                                                                              ***

ÖZLEM hafızayı güçlendirmez.

                                                                              ***

MİMİKLE duygulanım eş zamanlı görünür. Gerçekte biz mimiği kendimizin ifadesi olarak yansıtmayız; çünkü gördüğümüz kendi yüzümüz değil diğerinin yüzüdür. Mimik daha duygu aşamasındayken diğerinde bırakacağımız etki için bizden kurtulur.

                                                                              ***

BİR şeylere hayran kalma ihtiyacı… Bunun için başka şehirlere, müzelere, sinemaya, vadilere, uçurum kenarlarına falan gidiyor. Gerçekte geçmiş zamanlı hayranlığı daha sonra anlatırken gösterdiği taşkınlıkları yanında sönük kalıyor. Buna hayran kalma ihtiyacı denmez, hayranlığı diğerine bulaştırma ihtiyacı denir. Hey neden yapıyorsun bunu?

                                                                              ***

NÜFUS verilerine bakmadan da söyleyebilirim: İstanbul fallik bir şehir, yaş ortalaması Türkiye ortalamasından daha genç olmalı.

                                                                              ***

NEZAKET mecaz üzerine kuruludur.

                                                                              ***

Penaltı atışında ters köşeye yatan kalecinin topa son bakışı… ille de bir şeye benzetmen gerekmiyor, söze devam etmen de.

                                                                              ***

Hep az sevildiğini hissetmiş... onun gözlem gücü intikam aslında. Bunu bir övgü kabul edin.

                                                                              ***

ERKEK hâkimiyetinin bütün kodlarını kadınların birbirlerine karşı tavırlarında görebilirsiniz. Bir kadının diğer kadına oruspu, fahişe aşifte vb deyişinde mesela…

                                                                              ***

UTANÇ, utancını belli etmeme üzerinden daha yoğun yaşanıyor. Diğeri sanki utanca izin vermeyen bir despot gibi karşıda.

                                                                              ***

BİR arkadaşın cenaze haberi, diğer arkadaşın sevgilisiyle mutlu fotoğrafları. İkisinin de beğen tuşuna basınca birbiriyle tutarsız iki duyguyu (keder ve neşe) ardışık yaşamış gibi oluyorum. Aslında bir duygu falan yaşadığım yok. Yaşadığım şey tereddüt. Bu yüzden iki tuşun arasına biraz zaman koyuyorum. ‘Araya zaman koymak’...  buyur buradan yak.
                                                                              ***



21 Ekim 2018 Pazar

Çocuk Çığlıkları



Wes Craven’in Çığlık (1996) filminin katili maskesini ressam Edvard Munch’un aynı adı taşıyan tablosundan almış. Bir gerilim filmi için komik bir seçim. Maskeyle kurbanının parodisini yapan bir katil. Ya da kurbanıyla sanki peşin peşin empati kuran maske. Ama biraz daha zorlamadan yanayım, bunun tam tersinden bakabilirsek film de gözümüze daha ilginç gelebilir.

Tıpkı Edvard Munch’un tablosundaki gibi adı Çığlık olmasına rağmen sesini vücudunda açılan derin kuyuya gömen salt görsel çığlığa hapsolmuş adam… Adam mı kadın mı? Çığlık cinsiyeti kamufle ediyor. Resimde çığlığın gerçekte sesi olmadığını nasıl anlıyoruz? Arkadaki insanların istiflerini bozmayışından. Bir de çığlık atanın sesinin duyulmasını istemeyişinden; es kaza bir ses pürüzü olur diye iki elini yüzünün kenarlarında tutmuş. İnsan sesini hedefe yöneltirken de ellerinden bu şekilde yararlanır ama burada ellerin asıl işlevi çığlık taklidi yaparken yüzünü sakınmak. Hem çığlık eylemi yapacak hem sesinin duyulmasını istemeyecek. İrileşmiş gözleri acaba bir falso verdim mi diye etrafı denetliyor. Bir ruh halinin düştüğü mimik karmaşası... Şimdi söyleyeyim: Wes Craven’in katili belki de Çığlık maskesiyle kurbanlarında kendi efektini arıyordur…





Koridorda çocuk çığlıkları… çığlık fısıltının bile yankılandığı çıplak duvarda bir ses terörü yaratıyor. Öğretmenler odasının kapısı açılıp kapandıkça ses de açılıp kapanıyor. İçeri giren öğretmenlerde sanki kafalarına odun yemiş gibi bir sersemlik. Sonra geçiyor. Her teneffüs oluyor bu. Nasıl önlenir ki? Öğretmenlerle konuşuyoruz. Arkadaşını şikâyete gelen bir çocuk kapıyı açık bırakıyor, çığlık hemen kulağımızın dibinde. Mahsustan bir deneme yapacağım. Kapıyı kapamadan eşikte dikeliyorum, önümden geçen çocukları durduruyorum:

-Kim attı çığlığı? (Yanlış soru; ama soru ağzımdan çıktı bir kere.)

Üç çocuk da aynı cevabı veriyor:

-Ben atmadım.
-Ben atmadım.
-Ben atmadım.

Doğru soru içlerinden birini yakalayıp ‘Neden çığlık attın?’ olmalıydı. O zaman gerçekten kendisi çığlık atmadıysa bile kimin attığını söylerdi.

-Osman attı öğretmenim.

Osman kurban. Oysa çığlıkta herkesin payı var.

Bu denemeden çıkarılacak birinci ders, çığlık herkeste benzeş bir ses karakteri yarattığı için kaynağını örtbas ediyor. İkinci ders; çığlık bulaşıcı.

Acı çığlığıyla sevinç çığlığını ayırt edebilsek de elimizde tek bir sözcük var. Daha birçok yan anlam bu tek sözcüğün içinde. Evet bir sözcükten söz ediyoruz ama kastettiğimiz sözcük olmayı becerememiş ses aslında. İlginç bir ses. Primatlarda da yaygın. Daha çok iletişim. Tehlikeyi bildiriyor. Ya da kavgada rakibe gözdağı veriyor. Ya da coşku sesi. Öksürük gibi, hapşırık gibi değil; iradeye bağlı ama yine de  bir şey dediği yok.

Koridorda kızlar da erkekler de çığlık atıyor. Bahçeye çıkınca daha çok kızlar. Erkek çocuklarsa bağırıyor, belki kükrüyor demek daha doğru. Bu bir gözlem. Şimdi bu gözlemi bir soruyla taçlandırmanın vakti. Neden okul koridorunda ses ünisex karakterdeyken okul bahçesinde birden ayrışıyor?

Bu soruya geçmeden bir konuyu öne çıkarmam gerek. Düşünen ve bir şey öğrenen (mesela kitap okuyan) insanı 0-35 desibel aralığını aşan dış ses huzursuz eder, handikaptır. Okul bu ses aralığını tutturmak için rahatsız edici olası dış sese karşı bir sığınak işlevi de görmeli değil mi? Mimarisi, konumu buna göre seçilmeli. Rasyonel bir eğitimden söz ediyorsak bu sessiz ortamı öğrencilere sağlayan ve onlardan da bu sessizliğin taşıyıcıları olmalarını bekleyen kurumları aklımıza getirmemiz son derece normal. Peki durum tam tersiyse bu ne anlama gelir? Bizzat okul gürültünün kaynağıysa, okulun hemen yanı başındaki emlak fiyatları sırf bu yüzden düşüyorsa?..

Türkiye okulları Avrupa’da en yüksek gürültü seviyesine sahip. Az uz değil bayağı bir fark var arada. (1)

Şimdi sorunun cevabına geliyorum.

1.   Hipotez: Koridorda sesin yankıması sayesinde kız sesinin tiz karakteri bütün sesleri benzeştiriyor. Bu benzeşme çığlık atanın kim olduğunu da gizliyor. Çığlık teneffüse çıkarken atıldığı için bir sevinç sesi. Patlayan bir ses. Sevincin kötü bir durumdan (baskıdan) kurtulmayla bir sürpriz etkisiyle gelişi iki farklı duygu. Kızlar bu duygu geçişlerinde daha mahir. Öncü.

2.   Hipotez: Çığlık özgürlüğün ham sesi, terbiye edilmemiş sesi. Ama burada özgürlüğü haber veren gong değil de bizzat özgürlüğün kendisi olarak çığlık. Adeta çığlık atma özgürlüğü. Sesini bastırmakla söyleyeceklerini (ifadeyi) bastırmak sözcük hüviyetine bürünemediği için özgürlüğün patolojik hali olarak çığlık.

3.   Hipotez: Çığlık küçük bir intikam. Ayartıcı da; uslu çocuk olmaya ve uslu çocuklara karşı…

4.  Çocuklar bahçeye ilk kim çıkacak telaşıyla kendisini geçmeye çalışan çocuklara karşı yakalanan taraftaymış gibi çığlık atıyorlar. Kızlar bu yarışı hep peşinden koşulan tarafta olmak için çoktan bir oyuna dönüştürmüşler. Çığlığı tam yakalanmak üzereyken atıyorlar. Çığlığın oyuna fazladan kattığı bu heyecan erkeklerin de hoşuna gidiyor. Erkekler kendi aralarında da benzer çığlıklar atıyorlar. Eğer erkeklere kız gibi ne çığlık atıyorsun denirse, çığlık yarı yarıya azalabilir. Bu sefer de çığlık ve kükreme karışımı bir uğultu duyarız.

5.   Hipotez: Koridorun çıplak duvarlarına çarpan ses hemen yankıyor. Sesin hızıyla yankıyan sesin geri dönüşünü hesapladığımızda saniyenin bilmem kaçta kaçı gibi bir sürede sesler havada infilak ediyor. Aslında çığlık dediğimiz şey bu seslerin havada çarpışması. Çocuğun kendi sesini keşif olarak yaşaması; çığlığın vecd hali.

6.   Hipotez: Çığlığın bulaşıcı karakteri… ses çocukları birden kaynaştırıyor; bir haberleşme aracı olmanın tam tersi özelliğiyle yapıyor bunu. Çığlıkla behimileşen bedenler birden maske haline geliyor; çığlık bedenlerin yakınlaşmasını sağlayan kamuflaj, dikkati çekmiyor, dağıtıyor. Tek başına çığlık hemen deşifre olurdu.


Vaktiyle bir kadın arkadaşım anlatmıştı, deniz kıyısında kaldığı lojmanda fırtınalı bir gecede çocukları ve kocası uyurken yatağından kalkmış, dış kapıyı açmış dalgalara karşı tüm gücüyle çığlık atmış. Yakınlarda ölen annesi için atmış bu çığlığı. Ne kadar iyi geldi anlatamam demişti. Tam olarak iyi geldi demek istememişti aslında ama ben anlamıştım. Aynı lojmana 2007 yılında biz taşındık. Fırtınası eksik değildi. Bazı geceler dış kapıyı ben de açtım, ama hiç çığlık atmadım. Bir sabah bir çığlıkla uyandık. Pencereden sahile baktık, sesin geldiği yeri bulmaya çalıştık. Ta kayaların orada bir kadından geliyordu ses. Çığlık durmuyordu. Üstümü giyip kadının yanına gittim. Sarışın; muhtemelen boyayla ama açık teniyle uyumlu, pek sırıtmıyordu sarışınlığı, etine dolgun bir kadındı. Yardıma ihtiyacınız var mı diye sordum. Mahsustan yanına yanaşmadım. No no dedi. Ellerini kaldırdı no no diye tekrarladı. Bir daha çığlık atmadı. Yardım geldiği için değil. Çığlığını kestiğim için atmadı. Yardım kendi çığlığıydı.

N. annesi ve üvey babasıyla çok kötü bir çocukluk yaşamış, sekiz dokuz yaşlarında iken hemen evlerinin yakınındaki raylara gider tam tren geçerken çığlık atarmış. Bazı geceler yastığı ağzına bastırıp atarmış çığlığı…

(1)
journal.acjes.com/download/article-file/496415