21 Ekim 2018 Pazar

Çocuk Çığlıkları



Wes Craven’in Çığlık (1996) filminin katili maskesini ressam Edvard Munch’un aynı adı taşıyan tablosundan almış. Bir gerilim filmi için komik bir seçim. Maskeyle kurbanının parodisini yapan bir katil. Ya da kurbanıyla sanki peşin peşin empati kuran maske. Ama biraz daha zorlamadan yanayım, bunun tam tersinden bakabilirsek film de gözümüze daha ilginç gelebilir.

Tıpkı Edvard Munch’un tablosundaki gibi adı Çığlık olmasına rağmen sesini vücudunda açılan derin kuyuya gömen salt görsel çığlığa hapsolmuş adam… Adam mı kadın mı? Çığlık cinsiyeti kamufle ediyor. Resimde çığlığın gerçekte sesi olmadığını nasıl anlıyoruz? Arkadaki insanların istiflerini bozmayışından. Bir de çığlık atanın sesinin duyulmasını istemeyişinden; es kaza bir ses pürüzü olur diye iki elini yüzünün kenarlarında tutmuş. İnsan sesini hedefe yöneltirken de ellerinden bu şekilde yararlanır ama burada ellerin asıl işlevi çığlık taklidi yaparken yüzünü sakınmak. Hem çığlık eylemi yapacak hem sesinin duyulmasını istemeyecek. İrileşmiş gözleri acaba bir falso verdim mi diye etrafı denetliyor. Bir ruh halinin düştüğü mimik karmaşası... Şimdi söyleyeyim: Wes Craven’in katili belki de Çığlık maskesiyle kurbanlarında kendi efektini arıyordur…





Koridorda çocuk çığlıkları… çığlık fısıltının bile yankılandığı çıplak duvarda bir ses terörü yaratıyor. Öğretmenler odasının kapısı açılıp kapandıkça ses de açılıp kapanıyor. İçeri giren öğretmenlerde sanki kafalarına odun yemiş gibi bir sersemlik. Sonra geçiyor. Her teneffüs oluyor bu. Nasıl önlenir ki? Öğretmenlerle konuşuyoruz. Arkadaşını şikâyete gelen bir çocuk kapıyı açık bırakıyor, çığlık hemen kulağımızın dibinde. Mahsustan bir deneme yapacağım. Kapıyı kapamadan eşikte dikeliyorum, önümden geçen çocukları durduruyorum:

-Kim attı çığlığı? (Yanlış soru; ama soru ağzımdan çıktı bir kere.)

Üç çocuk da aynı cevabı veriyor:

-Ben atmadım.
-Ben atmadım.
-Ben atmadım.

Doğru soru içlerinden birini yakalayıp ‘Neden çığlık attın?’ olmalıydı. O zaman gerçekten kendisi çığlık atmadıysa bile kimin attığını söylerdi.

-Osman attı öğretmenim.

Osman kurban. Oysa çığlıkta herkesin payı var.

Bu denemeden çıkarılacak birinci ders, çığlık herkeste benzeş bir ses karakteri yarattığı için kaynağını örtbas ediyor. İkinci ders; çığlık bulaşıcı.

Acı çığlığıyla sevinç çığlığını ayırt edebilsek de elimizde tek bir sözcük var. Daha birçok yan anlam bu tek sözcüğün içinde. Evet bir sözcükten söz ediyoruz ama kastettiğimiz sözcük olmayı becerememiş ses aslında. İlginç bir ses. Primatlarda da yaygın. Daha çok iletişim. Tehlikeyi bildiriyor. Ya da kavgada rakibe gözdağı veriyor. Ya da coşku sesi. Öksürük gibi, hapşırık gibi değil; iradeye bağlı ama yine de  bir şey dediği yok.

Koridorda kızlar da erkekler de çığlık atıyor. Bahçeye çıkınca daha çok kızlar. Erkek çocuklarsa bağırıyor, belki kükrüyor demek daha doğru. Bu bir gözlem. Şimdi bu gözlemi bir soruyla taçlandırmanın vakti. Neden okul koridorunda ses ünisex karakterdeyken okul bahçesinde birden ayrışıyor?

Bu soruya geçmeden bir konuyu öne çıkarmam gerek. Düşünen ve bir şey öğrenen (mesela kitap okuyan) insanı 0-35 desibel aralığını aşan dış ses huzursuz eder, handikaptır. Okul bu ses aralığını tutturmak için rahatsız edici olası dış sese karşı bir sığınak işlevi de görmeli değil mi? Mimarisi, konumu buna göre seçilmeli. Rasyonel bir eğitimden söz ediyorsak bu sessiz ortamı öğrencilere sağlayan ve onlardan da bu sessizliğin taşıyıcıları olmalarını bekleyen kurumları aklımıza getirmemiz son derece normal. Peki durum tam tersiyse bu ne anlama gelir? Bizzat okul gürültünün kaynağıysa, okulun hemen yanı başındaki emlak fiyatları sırf bu yüzden düşüyorsa?..

Türkiye okulları Avrupa’da en yüksek gürültü seviyesine sahip. Az uz değil bayağı bir fark var arada. (1)

Şimdi sorunun cevabına geliyorum.

1.   Hipotez: Koridorda sesin yankıması sayesinde kız sesinin tiz karakteri bütün sesleri benzeştiriyor. Bu benzeşme çığlık atanın kim olduğunu da gizliyor. Çığlık teneffüse çıkarken atıldığı için bir sevinç sesi. Patlayan bir ses. Sevincin kötü bir durumdan (baskıdan) kurtulmayla bir sürpriz etkisiyle gelişi iki farklı duygu. Kızlar bu duygu geçişlerinde daha mahir. Öncü.

2.   Hipotez: Çığlık özgürlüğün ham sesi, terbiye edilmemiş sesi. Ama burada özgürlüğü haber veren gong değil de bizzat özgürlüğün kendisi olarak çığlık. Adeta çığlık atma özgürlüğü. Sesini bastırmakla söyleyeceklerini (ifadeyi) bastırmak sözcük hüviyetine bürünemediği için özgürlüğün patolojik hali olarak çığlık.

3.   Hipotez: Çığlık küçük bir intikam. Ayartıcı da; uslu çocuk olmaya ve uslu çocuklara karşı…

4.  Çocuklar bahçeye ilk kim çıkacak telaşıyla kendisini geçmeye çalışan çocuklara karşı yakalanan taraftaymış gibi çığlık atıyorlar. Kızlar bu yarışı hep peşinden koşulan tarafta olmak için çoktan bir oyuna dönüştürmüşler. Çığlığı tam yakalanmak üzereyken atıyorlar. Çığlığın oyuna fazladan kattığı bu heyecan erkeklerin de hoşuna gidiyor. Erkekler kendi aralarında da benzer çığlıklar atıyorlar. Eğer erkeklere kız gibi ne çığlık atıyorsun denirse, çığlık yarı yarıya azalabilir. Bu sefer de çığlık ve kükreme karışımı bir uğultu duyarız.

5.   Hipotez: Koridorun çıplak duvarlarına çarpan ses hemen yankıyor. Sesin hızıyla yankıyan sesin geri dönüşünü hesapladığımızda saniyenin bilmem kaçta kaçı gibi bir sürede sesler havada infilak ediyor. Aslında çığlık dediğimiz şey bu seslerin havada çarpışması. Çocuğun kendi sesini keşif olarak yaşaması; çığlığın vecd hali.

6.   Hipotez: Çığlığın bulaşıcı karakteri… ses çocukları birden kaynaştırıyor; bir haberleşme aracı olmanın tam tersi özelliğiyle yapıyor bunu. Çığlıkla behimileşen bedenler birden maske haline geliyor; çığlık bedenlerin yakınlaşmasını sağlayan kamuflaj, dikkati çekmiyor, dağıtıyor. Tek başına çığlık hemen deşifre olurdu.


Vaktiyle bir kadın arkadaşım anlatmıştı, deniz kıyısında kaldığı lojmanda fırtınalı bir gecede çocukları ve kocası uyurken yatağından kalkmış, dış kapıyı açmış dalgalara karşı tüm gücüyle çığlık atmış. Yakınlarda ölen annesi için atmış bu çığlığı. Ne kadar iyi geldi anlatamam demişti. Tam olarak iyi geldi demek istememişti aslında ama ben anlamıştım. Aynı lojmana 2007 yılında biz taşındık. Fırtınası eksik değildi. Bazı geceler dış kapıyı ben de açtım, ama hiç çığlık atmadım. Bir sabah bir çığlıkla uyandık. Pencereden sahile baktık, sesin geldiği yeri bulmaya çalıştık. Ta kayaların orada bir kadından geliyordu ses. Çığlık durmuyordu. Üstümü giyip kadının yanına gittim. Sarışın; muhtemelen boyayla ama açık teniyle uyumlu, pek sırıtmıyordu sarışınlığı, etine dolgun bir kadındı. Yardıma ihtiyacınız var mı diye sordum. Mahsustan yanına yanaşmadım. No no dedi. Ellerini kaldırdı no no diye tekrarladı. Bir daha çığlık atmadı. Yardım geldiği için değil. Çığlığını kestiğim için atmadı. Yardım kendi çığlığıydı.

N. annesi ve üvey babasıyla çok kötü bir çocukluk yaşamış, sekiz dokuz yaşlarında iken hemen evlerinin yakınındaki raylara gider tam tren geçerken çığlık atarmış. Bazı geceler yastığı ağzına bastırıp atarmış çığlığı…

(1)
journal.acjes.com/download/article-file/496415



2 yorum:

  1. Mesleği öğretmenlik olan arkadaşım Nurgül Özlü diyor ki;

    "Bizim okulda zil çalmıyor artık. Zil çalıp meğerse öğrencilerimizin damarlarına basıyormuşuz . Çığlık atarak koşmadan gitmelerini sağlayamıyorduk bir türlü. Şimdi nasıl mı ? Sakin rahat sessiz paniksiz... Biz öğretmenler ise teneffüsün bittiğini neredeyse biyolojik saatimize göre tahmin edip hemen sınıflarımıza gidiyoruz, saatimize bakınca yanılmadığımızı anlıyoruz, istisnamız hiç yok.
    Bir öğretmen arkadaşım bu gün sınıfın dışına çıkmış kapının yanında çömelmiş bir öğrencisinin hizasına inmiş gülümseyerek onu dinliyordu. Fotoğraflarını çeksem o an, özel alanlarına girmiş olurdum, laf da atamazdım. Öğretmenler odasında konuştuk.
    Bu öğretmen okulunu ve arkadaşlarını seviyor..."

    Zil çalmamayı deneyin bakalım... Facebukta sayfa arkadaşım Nurgül Özlü... Başarmışlar çığlıksız bahçeye çıkarmayı...

    YanıtlaSil
  2. Zilsiz okul… Öğretmenliğe başladığım ve birleştirilmiş sınıfta tek öğretmen olduğum ilk üç yılım zilsiz geçti Ünsal… Aracısız iletişim, hadi çocuklar teneffüse, hadi çocuklar içeriye. Öğretmenlik hayatımın en güzel üç yılı… Sonra İstanbul’a gelince bunu önerdim, kabul görmedi. En başta öğretmenler karşı çıktı. Zamanı şaşırıyorlarmış. Kolunda saat var, duvarda, cep telefonunda; olmadı teneffüse çıkan çocukların uğultusu, ayak sesleri haberci. Hayır zil iyiymiş. Öğretmenlerin kendi arkadaşlarının nizam değiştirici önerilerine karşı çıkmaları adettendir. Değişim direktifinin üst kademeden gelmesine alışmışlardır. Onların adalet duygusunda lokal eşitliği bozacak fikirlere yek yoktur. Hele ki üst kademenin alttan gelen bir öneriyi kabul etmesi madara edicidir. Karşı çıkarlarken de sanki bir fikirleri varmış gibi tartışırlar. İdeolojik muhafazakârlıktan daha köklü bir yapı. Buna kariyer muhafazakârlığı diyelim. Bir de teknolojik muhafazakârlık var; teknolojinin getirdiği davranış yönelimlerinin sahte bir gelenek algısı oluşturmasından kaynaklanan. Zil ve çocuk çığlığı okulun doğal atmosferiymiş gibi. Bir sorunu çözebilecek olanlar, sırf o soruna alıştıkları için sorunun ta kendisi olurlar halbuki… özellikle sese maruz kalanlarda geçerli bir durum. Bu teknolojik kafa dünyada teknolojinin ortaya çıkardığı sorunları şöyle algılar: Bir teknolojik sorun yine teknolojinin getirdiği başka bir çözümle giderilebilir: Dijital zil, melodisini kendi kendine değiştiren zil, relax zil vb… Teknolojik muhafazakârlık çok daha köklü bir yapı! Evrensel!.. Amerika’da “Susturma Silahı” diye bir cihaz üzerinde çalışıldığını okumuştum. Konuşan kişinin sesini kaydedip 100 milisaniye geç şekilde kişiye geri göndermek beynin algı sistemini bozuyor ve gecikmiş işitme geri bildirimiyle gevezeliği engelleyebiliyormuş. Bunun okullarda uygulandığını düşün… Çığlık bir semptom. Zil gibi bir semptom. Zilin ortaya çıkardığı bir semptom değil. Nurgül Hanım’ın söylediği “Bir öğretmen arkadaşım bu gün sınıfın dışına çıkmış kapının yanında çömelmiş bir öğrencisinin hizasına inmiş gülümseyerek onu dinliyordu.” davranışını zilin kaldırılmasına koşut olarak düşünürsek çok daha önemli…

    YanıtlaSil