12 Kasım 2018 Pazartesi

Müslüm Baba'nın Utancı










‘Çok etkilendim’ dedi, ‘böyle bir hayatı olduğunu bilmiyordum, adam neler yaşamış, babası annesini öldürmüş, hepsini anlatmayayım… Siz gittiniz mi Hocam?’

Bu soruyu birkaç kişi daha sordu bana. Sanıyorum soruya olumlu cevap vermek filmi merak etmekten daha baskın geldi. Genel konuşuyorum. Bizzat seyirci dedikodusunun film hasılatını uçuşa geçirdiği eşikten filme gidenlerin filmden söz ederek eriştikleri bir tür grup olma haline... işte reklam. Diğerinin spoiler kaygısı ve benim söyleyecek sözümün olmayışı beni hem grubun içine çekiyor hem de dışında bırakıyor. Filmi izlemelisin! Bir mensubiyet çağrısı bu. Tamam filme gideceğim, Müslüm’ün hayatını izlerken seyircinin de bu hayatta ne bulduğu beni çeken. Sürekli kitap okumanın, internette film izlemenin beni içine gömdüğü inzivadan kurtulurum, iki ağlak insan görürüm dedim.

Ama olmadı.  Ahları, iç çekmeleri duyamadım. Eminim ağlayanlar da olmuştur. Gittiğim sinemada kolonlardan gelen ses çok yüksekti, film müziği ise hiç susmadı. Film müziğinin hem manipüle edici hem de duygusal tepkileri gizleyici etkisini aklınızda tutun. Kıyaslama için gerekli. Tepkilerini infialle ve şeffaf biçimde açığa vuran bildik Müslüm seyircisiyle sinemada sus pus olmuş seyirci arasındaki fark… Bir jenerasyon farkı mı, bir sınıf farkı mı, ya da ne?..

                              İTİRAF ve MAHREMİYET

Filmde anlatılan hikâyeyi Müslüm Gürses’in yaşamının ikinci elden itirafı diye okuyabiliriz. ‘Biliyor musunuz aslında o…’ diye başlayan itirafın itirafı. Tanıdığımız Müslüm Gürses’in özel hayatını faş eden bir film.  Ama mahremiyetinin değil; kasten bu ayrımı yapıyorum, çünkü itirafın kırmızı çizgisi bu. Amacım mahremiyeti deşmek.

Mahremiyet demişken hemen burada sorayım, itiraf bildiklerimize bir şey mi katar yön mü verir?

Eğer seyirci birçok şeyi filmden yeni öğreniyorsa bu şu demektir: Müslüm Gürses sağlığında hayatını gizlemiş!.. Gizlemiş!.. Bu ünlem işareti okuma süresine beş saniye ara versin lütfen… Şimdi devam edeyim. Gizlediği hayatını  eşi Muhterem Nur’a anlatmış, Muhterem Nur da senariste. Senarist de bize anlatıyor. Bir tür kulaktan kulağa oyunu. Bize gelen itirafın son aşaması. Ne olursa olsun itiraf bize gerçeği garanti eden bir bilgi edinme yolu mu? Eğer itirafı gerçeğin dili değil de semptomu olarak görebilirsek evet. Kabul edelim ki itiraf yalan da olsa bizi dilsizlikten daha çabuk gerçeğe götürüyor.

Ortada bir itiraf olduğuna göre itirafa kadar geçen süre gerçeğin birincil semptomudur, yani gizleme. Gizleme öncelikle bir olayın gizlenmesi değil, olayın yol açtığı bir etkileşimin gizlenmesidir. Müslüm Gürses neyi gizledi? Filmde anlatılan trajediyi mi? Hiç de değil! Yükselen bir insanın geride bıraktığı trajedi hayatına anlam katar; şöhretli insanların biyografileri şefkatle hayranlığın harmanlanmasından oluşan bir sevgi beklentisiyle kurgulanır, şefkat geçmiş zamanlı, hayranlık şimdiki zamanlı olacak şekilde. Trajedi geçmişten miras kalan bir sermaye olabilir. Şöyle deriz: Ne zorluklara göğüs germiş… başarıyı güçlendiren bir şey. Elbette yas süresini uzatıyorsa insan ister istemez trajedisini gizleyebilir. Kendisine yok saymayı, görmezden gelmeyi de bağışlayan bir gizlemeyle. Filmde anlatılan trajedinin böyle bir defosu yok. İpuçları var ama.

                              UTANÇ ve SUÇLULUK

Bir insan geçmişini utanç duyduğu için gizleyebilir, güçsüz düşeceği için de, suçluluk duyduğu için de. Utancı insanın içinde bulunduğu kronik bir duygu olarak değil, deşifre olduğunda yaşamı zorlaştıracak bir tehdit olarak düşünelim; utanç burada bir önlemin, yani ağzı sıkılığın duygusudur. Anlatmak, itiraf etmek güçsüz düşürür; geçmiş bugünkü yaşamla bağdaşmayabilir, kontrol elden kayar, dertleşmek için anlatılanlar kendi aleyhine dönebilir vb.

Öte yandan trajedinin biyografik katkısı da hayatın bütününe baktığımızda insanın bir başka trajedilerinden biri. Başarıya rağmen gülünç! Sonradan dank etse de gülünçlüğün trajik değeri başkasının tasarrufunda, pusuda… Ama ortada bir film olduğu için bizi trajedinin acıklı yanından çok sanat yönü ilgilendirsin. Hadi sanat yönü bir tarafa psikanaliz yönü. Bunun için itirafın sancılarına odaklanmalıyız. Filmde anlatılmayanların örtüsünü aralayan küçük çıtlatmalara… Mesela Muhterem Nur, şiddet gördüğü bir kavga sonrasında M. Gürses’e ‘Aileni sen öldürmedin, suçluluk duyma.’ derken ne demek istiyor? Acaba suçluluk duygusunu utanma duygusunun  kılık değiştirmiş mazur görülecek hali olarak mı söylüyor? Elbette suçluluk duygusu ve utanma duygusu birbirinden farklı ama insanlar itirafta ve dinlemede suçluluk duygusuna daha yatkınlar. İtiraf edilebilen suçluluğu  itiraf edilemeyen utanca karşı bir ikame duygu olarak düşünebiliriz. (Bunu açıklamam gerek ama nasıl?) 

Artistlere, şarkıcılara yeni bir isim verilirken akılda kalıcı, çarpıcı, özenilen bir klişe yaratılır. Ama yeni ismin bir başka işlevi daha vardır, daha öznel bir işlev: Kişiyi geçmişinden kurtarmak, azade etmek. Bir nakildir bu, pılısını pırtısını geride bırakma; ama göç gibi değil, sert bir sınıf atlama. Mesela M. Gürses’in kardeşi Ahmet’in ‘Ben de ismimi değiştireceğim, artık Ahmet Akbaş olmayacağım’ derken. Ama bu dolaylı biçimde M. Gürses’in de itirafıdır. Kaba bir bileşik isim çağrışımı yapsa da “akbaş” bir köpek cinsinin de adıdır. Eğer haset duyuyorsak bu sınıf atlamanın izlerini bulmak herkese iyi gelir. Gerçekte ismi Norma Jean olan Marilyn Monroe’yu düşünelim. Babasız Norma Jean; annesi kızının gerçek babasını bilmiyor, ana rahminde terk edilmiş. Daha sonra annesi de terk etmiş, küçük Norma’sını koruyucu ailelere, olmadı yetimhaneye vermiş. Norma’nın yeni M.M. ismi sadece yoksul geçmişini değil, psikozla boğuşan bir anneyi ve piç oluşunu da gizlemeye yarıyor. Ben şimdiki benim demenin en hazırcevap yolu.
Boyun eğmeyen, kimseye el açmayan, sınıf basamaklarını adım adım tırmanan biri için geçmişte kalan yoksulluk onur verebilir, ama yoksulluk yan etkileriyle utanılacak bir şeyleri gizleyebilir de. Yani utancı yoksulluğa yükleyerek başka mahrem şeyleri gizlemek.

Utanç da bir acıdır nihayetinde, trajediden farkını iyi açıklamak gerekiyor. Biri gizlidir, diğerini açığa vurabiliriz. Gizli kalan utanç acı vermez, açığa çıkma ihtimali karşısında alınan önlemler acı verir, tam acı da değil, öfkeyle karışık bir tedirginlik, sürekli teyakkuzda bulunma hali.

Daha iyi anlatmak için örnekten örneğe geçiyorum. İbrahim Tatlıses türkücü olmadan önce inşaat işçiliği yaptığını hiç gizlemedi. Hayat tırmanışının özendirici bir unsuru olarak ikide bir yüzümüze vurdu. Propaganda dozu yüksek bir nevi emsal yaşam. Zenginleşti, güzel kadınlarla birlikte oldu, defalarca evlenip boşandı falan. Çevresindeki kadınlarla hep göz önündeydi ama bir şeyi özellikle gizledi: İlk karısını. İlk karısının medyada pek fotoğrafı yok. Olanlar da kara çarşaflı, yüzü görünmüyor. Tabi kadın ortalıkta görünmek istememiş olabilir. Ama bu İ. Tatlıses’in de isteğiyse soru zorluyor. Neden acaba?

İlk karısı İ. Tatlıses’e ayna tutuyor olmasın…

                                   ŞÖHRET ve UTANÇ

Şöhretli insanların hayatlarındaki utançla (köklerinden uzaklaştıkça daha da tehdit edici hale gelen utançla) hayranlarının onlara olan canhıraş tezahüratı aynı mecrada birbirini tamamlıyor sanki. Müslüm Baba diye üstünü başını parçalayan, kolunu göğsünü jiletleyen sahneye hücum eden kalabalığın aşırı sevgisi bir linç görüntüsü de veriyor. Teşbih yapmıyorum, gerçek anlamda linç. M. Gürses dışında diğer arabeskçilere nasip olmayan bir şey. Korumalar kalabalığın severken öldüren izdihamı karşısında ellerinden geleni yapsalar da bir hayranı aradan sıyrılıyor ve bıçağını sahnedeki Müslüm’e batırıyor. Beyazlar giymiş Müslüm’ün elbisesine bulanan kan lekesi acının afili bir gösterisi. En azından filmde. Bir ritüelin finali gibi, kendi kanını akıtan tebaa en sonunda kralın kanını da akıtarak dağılıyor. Meşhur Gülhane konseri. Sevginin linçle flört eden bu başıboşluğu ne anlama geliyor? Sen bizim olmak istediğimiz yerdesinle biz senin olduğun yerdeyiz arasında bocalayan kalabalığın gelgiti. Bu gelgit kurban olmakla kurban etmek arasındaki farkı silmeye de yarıyor. Diğer arabesk şarkıcıların şarkılarında yakın olsalar da kazandıkları statüyle bedenlerinin hayranlarına yaydığı uzaklık M. Gürses için geçerli değil. O, hayranlarına benziyor.

Ama tam burada M. Gürses’in şeffaf hayranlarıyla gizli hayranları arasında bir ayrımı yapmamız gerekiyor. Yıllar önce evinde klasik müzikten rock müziğe zengin stok bulunan bir arkadaşımın Müslüm dinlediğini öğrenince şaşırmıştım. Onunla aynı evde kalan diğer arkadaşım onun çekmecesinde gizlediği Müslüm kasetlerini göstermişti bana. Müslüm dinlemesi değil de gizlice dinlemesiydi asıl şaşırtıcı olan. Demek utanç duyuyordu. Elbette dinlerken değil, dinlediği fark edilecek diye. Müslüm’ün utancı kendi türevini yaratıyordu. Kendi kökünü taşıma utancıydı bu.

Utanç geçmişle şimdi arasındaki ara halkaları atlayan geçmişi yani gizli olanı öğrenenin yarattığı bir duygudur. Sen aslında ‘o’sun. Geçmişteki benle şimdiki ben arasındaki bu hızlı geçiş utanç yüzünden doğrulanır da. Utandırma bir kozken, utanç bir savunmadır. Utanç diğerinin utandırma gücünü alt etme çabası aslında; kendinin zaten bildiği bir şeyi diğerinin bilmesi karşısında iki ayrı benliğin (çoktandır uzlaşırken) çatışması, parçalanması, sırıtması. Bu yüzden utanç, bu çatışmanın yarattığı bocalamayla gülünç duruma düşme hissiyle algılanır hep.

                           UTANÇ ve ŞANTAJ

Utanç, insanın içinde taşıdığı yaşanması olası bir duygu olarak utancının bilincinde olmaktır (utanmak değil).

Alt sınıflardan üst sınıflara tırmanmış şöhretli insanların utancını yeni edindikleri huylarında takip etmek mümkün. Hemen edindikleri eğreti huylar: kapris, fevri çıkışlar, umursamama, burun kıvırma, düşük statüdeki insanları azarlama vb.

Şöhret, kapitalizmin feodal aristokrasiden intikamıdır... Alt sınıfın üst sınıfa yükselince geçmişiyle arasına koyduğu bariyer. Hem yükselmenin bir ödülü hem de yüksekte kalmayı muhafaza eden bir sigorta. Jet sosyete bu mesafeyi kısaltıyor. İsmiyle müsemma “jet” şöhretin hızını ifade eden bir yan getiri. Şöhret kimlik değiştirme çabasının ideali olduğu için utanç, yüksekten aşağıya düşme korkusunun içinde hiç yakayı bırakmıyor.

Şöhret nereden nereye algısını dizayn edecek şekilde bir kurgu da içerir. Anneyle babayla görüşmeme, eskiye dayanan küskünlük, aileyi gözden ırak tutma şöhretin vefasızlığı olarak görülse de, belki de şöhret arzusunun nedenini iyi bir aileden yoksun olmada aramak daha doğru. Kötü aile şöhretli kişiyi geçmişinden özerk kılar. Ama şöhretli kişinin etrafa yayılan sırları onu karalamayacak dozajda ayarlanmışsa hayranlarının hoşuna gider. Bunu güdüsel bir sezgiyle öncelikle şöhretli kişi yapar. Söyleşilerde küçük zaaflarını anlatır. Hayranların sevgisiyle imrenme duygusu arasındaki hassas dengeyi sağlamak için gereklidir bu. İmrenme tehlikelidir çünkü, sonu intikama varır. Tek başınalık hem hayranların sevgisini hak eder hem de şöhretli kişiyi geçmiş alt sınıf kökeninden korur. Kökenle aradaki mesafeyi açan şeylerden biri de lüks otomobiller ve mutena evlerdir.

M. Gürses hayatı boyunca çocukluğunu gizlemiş. Belki sadece eşi M. Nur’a anlatmış. Gülşen İşeri’nin Muhterem Nur kitabından filmi izledikten sonra haberim oldu. Kitap geçen yıl çıkmış.




M. Gürses’in hayatında iki önemli olayın bir gün arayla olması şaşırtıcıydı. Birinci günde annesi ve kız kardeşi ölüyor, babası cezaevine gidiyor; ertesi gün önceden karar verdiği ve gününü sabırsızlıkla beklediği türkü yarışmasına katılıyor ve birinci seçiliyor. Babası hırsızlık yüzünden cezaevinde yatıp çıktıktan sonra mahalle kahvehanelerinde kulağına gelen söylentiler üzerine M. Gürses’in annesini “oruspuluk” yaptı diye bıçaklayarak öldürüyor, iki yaşındaki kız kardeşi arbedede yere düşerek kafasını duvara çarpıp ölüyor. Filmde ise  kız kardeş, babasının bu çocuk benden değil deyip duvara savurmasıyla ölüyor. Anne ise babanın sevgisiz paronayaklığı yüzünden. Ama filmle kitapta anlatılanlar arasındaki asıl fark burada değil. Filmde birinci ve ikinci gün sıralaması kurguyla tersine çevrilmiş. Filmde M. Gürses önce türkü yarışmasında birinci oluyor, annesi ve kardeşleri eve gelip bu mutluluğun tadını çıkarıyorlar. Bir süre sonra baba dışarıdan geliyor; içeri girmeden önce huzursuz edici ön gürültüsüyle, meğer o sırada oğlu Müslüm’ün baktığı güvercinleri öldürüyormuş… Senarist neden bu kronolojik sırayı tersine çevirme ihtiyacı duydu? Film başlarken jenerikte altyazıyla bize “Bu film gerçek olaylara dayanır.” diye vaatte bulunsa da şahsen benim hiçbir ‘true story’ filminden bu vaadin dört başı mamur tutulacağı yönünde bir beklentim yok. Ama gerçek olay kişide bir hakikat anı yaratıyorsa yapılabilecek değiştirmelerin bir nedeni olmalı derim. Kasıtlı bir neden. Tekrar ediyorum, Muhterem Nur’un anlattığı hikâyede annesi ve kız kardeşi ölen M. Gürses ertesi gün yarışmaya gidiyor ve birinci oluyor. Yastan sevince bu geçiş hızına bakar mısınız? Tuhaf bir ruh hali. Sözünü ettiğim hakikat anı tam da burada aranmalı işte. Eğer yaşadığı acının yarışmada sesine kattığı ezik sahiciliğe inanacaksak ilginç, yok M. Gürses’in yas tutma biçimi buysa daha da ilginç. Ama anlamakta zorluk çektiğim husus çok sevdiği iki insanı yitirmiş birinin hemen yarışmaya gidecek kadar hırslı olması. Hırs bile olsa bir insan bu kadar kısa sürede kendini nasıl toplayabilir? Evet bu ruh karmaşası anlatılabilirdi. Hem de M. Nur’un eksik bıraktığı, belki M. Gürses’in de anlatmadığı ya da anlatamadığı sınırları zorlayarak. Acaba annesi hakkında çıkarılan dedikodulara Müslüm de inanmış mıydı? En azından sonradan. Çünkü Müslüm, cinayetten cezaevinde 7 yıl yatıp dışarı çıkan babasıyla sonradan görüşüyor. Babasına Urfa’nın bir köyünden ev alıyor, düzenli para gönderiyor onu evlendiriyor. Müslüm filmde anlatıldığı gibi aşağılık bir adamı mı bağışlıyor, yoksa rezil yanlarıyla da olsa namusunu koruyup cezasını çekmiş bir babayı mı? ‘Namusunu koruyan baba,’ tam da baba imgesinin üzerine oturduğu kaide.




M. Gürses’in şöhretine engel olmak isteyen baba, yarışma öncesi onun saçını keserek bir utanç damgası vurur. ‘Senden bir şey olmaz.’ damgası. Bedeni aşağılayan, gülünç duruma düşüren dışarıdan gelen bu damga simetriktir de, kendini aşağılamaya dönüşür. Bu eski gülünç, zavallı hal bir aslına rücu etme tehdidi olarak yetişkini ömür boyu takip eder. Babadan utanç, ikame bir duygudur; çünkü gerçekte utancın ilk yaşandığı an güçlü babanın yarattığı bu bedensel defo karşısında duyulan utançtır. Baba karşısında duyulan utanç babadan utanca dönüşür. Ama baba yine de babadır, uzak yerde baba. Sınıf atlama babayı mahremiyete iter.

Devam edelim, bu kaidenin gölgesinde annesini koruyamayan yeniyetme bir oğul. Ve bu oğul olay yerinden can havliyle kaçıyor. Annesini koruyamayışı iki anlama da gelebilir: babası bıçaklarken annesini koruyamadı, annesini hakkında çıkarılan “oruspu” söylentilerine karşı koruyamadı. Bu durum babasından hem vazgeçmeyişini hem de uzaklaşmasını açıklıyor. Babasına sahip çıkması bir nevi sus payı, benden uzak dur, sırrımızı kimseye söyleme; eğer sessiz olursan asilzade bile oluruz. Benzer aile mahremiyetini birçok şöhretli insanın böyle sağladığını ‘bana bakmıyor’ diyen bir annesi babası ortaya çıkınca duyuyoruz magazinden.

Şöyle de düşünebiliriz, kötü baba vurgusu ‘oğul’un anneye yakınlığını gizler; kötü baba karşısında anneyi koruyamamak birinci utanç kaynağıdır. Annenin babaya ihaneti aynı zamanda annenin ‘oğul’a da ihanetidir. Oğul; annenin sevmediği halde babayla yaşamasını, annenin başka bir adamı sevme ihtimaline karşı daha güvenli bulur. ‘Oğul’un babayla işbirliği utançla suçluluk duygusunun birbirine yaklaşarak birbiri içinde erimesini sağlar. Bu, utancı koruyan da bir şeydir. İlle ikisinden birini tercih etmek zorunda kalırsa, bu durumda ikisi aynı şey olduğu halde suçluluk duygusunun tercihi hilelidir. Burada konu suçluluk duygusunu ihlale, utancı başarısızlığa bağlayan Piers ve Singer'dan farklı bir mecraya giriyor. (1)




Filmdeki bu fark neden gerekliydi? M. Gürses’in hatırı için değil tabi, seyircinin duygularını rencide etmemek için gerekliydi. Kötü bir geçmiş, sonraki kötü davranışları da kapsayacak biçimde kötü bir babanın aşırılıklarına bağlanarak bağışlanabilir. Kötü bir yaşamı anlatma gücüyle kötü bir yaşamdan sıyrılma arasındaki fark. Sıyrılmak daha kolay. Bunu film seyircisi açısından şöyle çevirebiliriz: Kötü bir yaşamı seyretmektense kötü bir yaşamdan sıyrılanı seyretmek. Bunu seyircinin umuduna seslenen bir yatırım olarak düşünmemek lâzım; kontrastlarla düşünen ortalama seyircinin klişe aklına sesleniş daha çok. Ama Müslüm Baba filminde bu klişe aklın bir adım daha ilerisine geçilmiş. Zaten M. Gürses sağlığında (2)  son 7-8 yılını eski hayranlarının belki de ihanetle suçlayacağı bir entelektüel açılımı gerçekleştirmişti. Teoman’ın Paramparça’sıyla kendini parça parça genel popülasyonun üzerine serpiştirerek. Biz M. Gürses’in kendi şahsında elde ettiği bu Türkiye mozaiğini onun Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazında gördük, emin olduk. Müslüm Baba filmini yapanlar da, hiç şüphesiz asıl pay senarist-yazar Murat Günday’da olmak kaydıyla bu mozaiği korumayı ve daha da çeşitlendirmeyi akıllarına koymuşlar. Vaktiyle M. Gürses’in başrollerinde oynadığı 38 filme giden seyirciyle Müslüm Baba filmine giden seyirciyi karşılaştırın.

Tabi burada sinema seyircisinin incinebilen, alıngan duyguları önemli. Bu tuhaf seyircinin sinema gibi bir ortamda lokalize varoluşunu iyi anlamak gerek. Sinema gibi loş, tecrit bir mekânın insana sirayet ettirdiği varoluş… Çünkü bildiğimiz değil başka bir Müslüm Baba anlatılıyor filmde, şimdiye kadar eksik bildiğimiz Müslüm Baba. Ama bu Müslüm Baba bildiklerimizle çelişen değil, bildiklerimizi tamamlayan bir Müslüm Baba olmalıydı.

Şarkı, türkü filmlerinde bir müzik prodüktörü ya da bir gazino sahibi tesadüfen filmin kahramanını keşfeder. Oysa gerçek yaşamda tesadüfün bu kadar önemli bir rolü yoktur. Nitekim filmde pavyonda şarkı söylerken keşfettiği Müslüm Gürses’i İstanbul’a plak yapmaya ikna eden prodüktör hikâyesi M. Nur’un anlattıklarıyla karşılaştırdığımızda doğru görünmüyor. Ona bestelerini veren Burhan Bayar zaten mahalleden M. Gürses'in abisi, zaten öteden beri bu işin içinde.  Peki neden hikâye ederken bu tür tesadüflere ihtiyaç duyulur? Klasik bir cevap ama söyleyeyim, melodram etkisinden. Tesadüf kahramanı efsunlar, onu sıradanlıktan kurtarır. Çileyle kurtuluş arasındaki kontrastı güçlendirir. Aynı etki M. Gürses’in Limoncu Ali’yle tanışmasından da beklenir. Seyircinin iflah olmaz melodram eğilimi… Ey seyirci sen neden böylesin?

Gerçekte annesi ve kız kardeşi öldükten bir gün sonra türkü yarışmasına katılıp birinci olan M. Gürses, yine gerçekte babasının ölüm haberini alınca tüm konserlerini iptal edip cenazeye katılıyor! Tabi birincisi bilinmeyince ikincisi M. Gürses’in vefa düzeyini artırıyor… Neyse biz filme dönelim. Senarist neden olayların oluş sırasını değiştirdi diyorduk. Bunun filme katkısı ne? Dram filmlerinde trajik bir sahne yaratmak komedi filmlerinde komik bir sahne yaratmaktan daha basit kurallarla işler. Trajedide iyi ve kötüye ihtiyacınız var. Kötü ne kadar abartılırsa bu iyinin  o kadar lehinedir. Haksızlığa uğramak, karayazı, araba kazasından sonra öldü diye morga kaldırılıp sonra bir doktorun dikkatiyle hayata dönmek (bu hikâye gerçek olsa bile bunun anlatımından beklenen ikbal etkisi başka bir gerçektir). Hepsi başarıya hizmet edecek biçimde sondan geriye doğru kurgulanır. Yarışma birinciliğinden  sonra Müslüm, anne ve kardeşler babasız olarak eve geliyorlar, mutluluğun kazasız belasız tadını çıkarmaları babanın evde olmamasına bağlı. Ama baba geliyor mutluluk bitiyor. Senarist seyircinin ‘oedipus’una güveniyor, amacı haksız babaya karşı Müslüm’ü sevdirmek. Arabeskin mizacına da uygun. Haksızlığa uğramış âşığın feryadı. İlle de haksızlığa uğramış.


Beyoğlu Fitaş Sineması'ndan çıkınca asansörde iki kız konuşuyordu. Biri çok ağladım dedi, diğeri gülerek ben de dedi, tekrar izleyebilirim diye ekledi. Alt kata inince gördüm, filme girmeye hazırlanan bir çift dudak dudağa öpüşüyordu, kız türbanlıydı. Bu güzel.

Müslüm Baba'nın dediği gibi, dağlar utansın, yollar utansın, yıllar utansın... Kimse utanmasın...




(1) Aktaran J. Chassequet- Smirgel, Ben İdeali, Çev. Nesrin Tura, s.145, Metis yay. İst. 2005
(2) M. Gürses 38 film çevirdi, bilmem ne kadar plak, bilmem ne kadar kaset çıkardı. Ta 2006 yılında Teoman’ın Paramparça eserini yorumlaması Müslüm hayranlarına bir çeşni kattı. Bu çıkışla hem şeffaf hayranlarını terbiye etti, hem de yeraltı hayranlarını gün yüzüne çıkardı diyebiliriz. Biraz mesafeli olanların yakınlaşması da cabası. Hayran yelpazesinin genişlemesi biraz da değiş tokuşa dayalı tabi.

2 yorum:

  1. Okumadan bir kitabı okumuş kadar olmak ve izlemeden o filmi izlemiş saymak ruh haline geçtim... Zaten sineması olmayan bir kentteyim...avm sinemaları bana o havayı vermiyor... kimbilir ne zaman izleyebilirdim merakım içimde kalsaydı... Şimdi...yazın için teşekkürümle...

    YanıtlaSil
  2. Sinemaya seyrek gidiyorum. Gittiğim zaman seyirciyi de izleyeceğim bir yer seçiyorum, ille dikkatimi çeken birkaç kişi oluyor. Film arasında herkese bulaşan o tuhaf çekingenliği görmek ... kısık sesle konuşuyorlar mesela, öyle de olsa birilerinin yanına yanaşıp ne dediklerine kulak vermek hoşuma gidiyor. Eskiden fuayede daha çok eğleşirdi insanlar...

    YanıtlaSil