30 Aralık 2018 Pazar

Kafka'nın Kehaneti

               Kafka'nın evini ziyaret eden kalabalık Kafka'nın kehanetinin kanıtı


  
Evinden çıkmasan da olur. Masanda kal ve dinle. Hatta dinleme, sadece bekle. Hatta bekleme, tamamen sessiz ve yalnız ol. Dünya maskesini çıkarasın diye kendisini sana sunacaktır, başka türlü yapamaz, sana hayran, parça parça önünde kıvranacaktır.” Kafka…


Bugünlerde evden dışarı çıkmıyorum.


Hafta sonları ibrenin evde kalmam yönüne dönmesinde çoğu zaman Kafka’nın bu sözünün de payı olmuştur. Hatta şunu söylemeliyim vaktiyle ben bu sözü ayakkabılığa asmayı düşünmüştüm ama çoluk çocuk kötü etkilenir diye vazgeçtim. Benim gibi vatana millete hayrı olmayan miskin birinin olumlanması bu sözle mümkün hale geldi çok şükür. Tabi yalnızlığı da. Söz internette dolaşıyor. Sözün analizini yapacağım, niyetim bu, ama önce benim bu sözle ilgili bir maceram var onu anlatayım; her ne kadar bu söz her tür maceraya karşı tembelliği telkin etse de.

Kafka’nın bu sözüne Roger Garaudy’nin bir kitabında rastlamıştım. Sonradan Kafka’yı okurken bu sözü de aradım, nerede ve hangi bağlamda söylemişti diye. Kafka’nın ilk Amerika romanını okumuştum, daha toydum o zaman. Öyle ya Amerika’ya göçen genç adam geçim derdindeyken izin günlerinde sokakların belasından uzak durmak ve bir taraftan da yazı hayatında dikiş tutturmak için kendi ile dışarı arasına böyle bir sınır koymuş olabilirdi. Sonra Dava’ya yakıştırdım, olsa olsa orada geçerdi bu söz, sokağa her çıkış insanın başına bir dava açabilirdi. Eminim Bay K. bunu kendi kendine mırıldanmıştı dedim, ama yoktu. Sonra bir gün Kafka’nın en kalın kitabını aldım: Günlükler’ini. Ve onu başucu kitabım yaptım, uykudan önce kıdım kıdım okudum, bitirmesi uzun sürdü, kitap bitti ama başucumda durmaya devam etti, rastgele bir sayfa aç oku. Kafka büyük yazar olduğuna hiç inanmamış, insan bunu Kafka’dan duyunca seviniyor. Konumuz değil ama araya sıkıştırayım dedim. Neyse efendim, şöyle düşünmüştüm, Kafka Günlükler’ini evde yazdığına göre bu sözü de evde kalmanın bir başlangıç sözü olarak yazması gayet mantıklıydı, hayır orda da yoktu bu söz. Nihayetinde bu sözü Taşrada Düğün Hazırlıkları’nda buldum. İşte Kâmuran Şipal çevirisi:

"Evden çıkıp gitmen gereksiz. Masa başında otur. kulak kabart, kulak kabartmasan da olur, bekle yalnızca. Hatta onu da yapmayıp hiç ses etme, yalnızlık içinde kal. Maskesini düşüresin diye dünya kendisini sunacaktır sana; çünkü başka türlüsü elinden gelmeyecek, cezbeye kapılmış bir durumda önünde kıvranıp duracaktır." (1)



Şimdi meselenin özüne gelelim. Ne var bu sözde?

Başta telkin, ama giderek dozajını yükseltiyor ve kehanete varıyor. ‘Sana hayran’… basit bir öneriyle, nerdeyse teselli denebilecek bir öneriyle başlayan söz egosantrik bir ruh haline bürünüyor. Beş cümlede oluyor bu. Orijinal Almanca metninde saydım 48 kelimede. Bir ruh hali değişimi için çok kısa bir süre. Nasıl oluyor bu?

Kafka’nın ‘sana hayran’ demesi bir ironi gibi duruyor; öylesine söylenmiş gibi de. Diğerinin gerçekliğini çarpıtan bir şey… senden hiç haberi olmayan, evden çıkmamanla diğerinin bihaber oluşunu kuvvetlendiren münzevilik nasıl hayranlık duyulan bir konum haline gelebilir ki?

Diğerini itirafa zorlayan şey ‘sana hayranlığı’ değil elbette, Kafka kuru kuruya bir hayranlıktan ya da bir narsistin hezeyanından söz etmiyor, -bu kadarını anlıyorum- dışarıda olanın varıp varacağı yer geri çekilme sen zaten bunu baştan öngörmüşsün, evde kalman bir önlem aslında. Bir dilencinin hiçbir şey demeden öylece duruşuna benziyor, neyine güveniyorsun zavallılığına mı, diğerlerinin merhametine mi?  Ama hayır otur oturduğun yerde tavrı dışarıya karşı bir önlemle sınırlı değil, evde kalma kararı diğerinin itirafını da talep ediyor: Sen haklıymışsın… daha ilerisi: Sana içimi dökeceğim! O, itiraf için seni seçiyor. Doğrusu seçecek, Kafka’nın kehaneti bu. Bunun hakikat olabilmesi için senden birkaç şey yapmanı istiyor. Evinde kıpırtısızca durmanı, yorum yapmadan, yargılamadan salt dinlemeye hazır. Diğerinin ayağına gelmesini istiyorsun. Onun sana açılmasını, kendini sana teslim etmesini. Kafka’nın gizli arzusu bu; merhamet duyan tarafta olmak. Diğerlerinin kendisine yönelmesi bir istek, ama bir varsayım da. İkisi aynı şey değil, bunu bilmen şimdilik yeter. Peki sahip olmamız gereken hangisi, inat mı sabır mı? Kafka kendini göstermekten hoşlanan biri değil, inat teşhirciliğe yakın. Kafka’ya yakışan ikincisi. Şöyle de diyebiliriz, icraatta inatçı, dile getirirken sabırlı.

Diğerinin itirafı bu meşakkatin ödülü.

Birinin itirafının üzerimize bıraktığı leke: sorumluluk. İtirafa sır muamelesi yapmaktan ötürü. Biz hep böyleyiz. Kafka ise tam tersini arzuluyor, diğerinin itirafından aldığı hazzın aynı zamanda sorumsuzluğundan kaynaklandığını biliyor. Bir sorumluluk devri olarak. Dışarı çıkmama kararı bu yüzden, bırak onlar tıpış tıpış sana gelsinler.

Konuşma, kendinden söz etme ama diğerinin itirafından geçin. Sonra bu itirafın maliki olarak dolayımlı biçimde kendin ol. İyi hesap. İyi de senin bundan kârın ne?

İtiraftan beklentin schadefreude(başkasının üzüntüsüne sevinen) tatmini değil, çünkü schadefreude küçük bir intikamdır, sense dışarı çıkmayarak sana gelecek diğerinin itirafını tekinsiz bir dünyaya kendi yüz çevirmenin haklılığı olarak görüyorsun, tıpkı evinde imrenme duygusunu berhava ettiği için yağmur yağış olunca sevinen felçliler gibi. En azından başlangıçta. Kafka bu duygudan çabuk sıyrılıyor. Evde taş gibi sessiz ve katı olmayı bir pusuya dönüştürüyor. Kendi bedeninin kıpırtısızlığını kusursuz bir itirafın (tabi ki başkasının itirafının) dayanağı, bir mescidi haline getiriyor. Kendine telkin ettiği şeye bir arkadaş çağrısı, biriyle tanışmanın yöntemi olarak bakabilirdik. Ama Kafka taş gibi sessiz ve katı olmakla ev sahibi olmaya terfi ediyor. Birini ancak böyle avlıyor.

Senin hiçbir şey yapmana gerek yok; aslında kıpırtısızlık tam da yaptığın şey. (Gezi’de ‘Duran Adam’ eylemiyle bu kanıtlandı.) Adım adım yaptığın bir şey. Önce evinden çıkmamaya karar veriyorsun. Sonra masanda oturup dinliyorsun. Neyi? Dünyanın seslerini; dışarıdan odana doluyor. Hayır hayır, dinlemesen de oluyor, sadece bekliyorsun. Bedenin bir üst formu, dinlemiyorsun ama duyargaların açık. Yine de nirvana bu değil, bedenini beklemek gibi bir beklentiye sokma, tamamıyla sessiz ve yalnız ol. Bu bir emir, ama bedenini bir emre uyuyormuş gibi enerjiyle yükleme, gevşe. Hiçbir şey olmayacakmış gibi gevşe. Asıl macera ondan sonra başlıyor. Son cümle metnin Almancasında (Çek Yahudisi Kafka Almanca yazıyordu) şöyle: “Anbieten wird sich dir die Welt zur Entlarvung, sie kann nicht anders, verzückt wird sie sich vor dir winden.” Almanca ‘sich winden’ yan anlamı bol bir sözcük, schlangen=yılan gibi kıvrılmak anlamını da taşıyor; ulu orta kendini aşağılama, bir yaranma hali. Dünya (Welt) bir eğretileme burada. Kafka dünyanın maskesini çıkarmasını ve ayakları altında kıvrılmasını arzuluyordu.

Kafka’nın kehaneti üç kez gerçekleşti. Sessizce bu dünyadan göçerken eserlerinin yok edilmesini istedi, bu nirvana hali aksine dünyayı onun ayağına götürdü. Tam da bu yüzden sağlığında bunu göremedi: İronik biçimde nankördü dünya. Diğeri, evden çıkmamayı onun eserlerini okuyarak taçlandıranlar dünyanın itirafını ondan dinleme imkânına kavuştular.

Üçüncüsüne geliyorum, en önemlisi bu: Facebook, Twitter, İnstagram gibi teknolojiler dünyanın itiraflarını avcumuza taşıdı, ben de kendime ilk kez bir akıllı telefon aldım, çok akıllı mübarek, kim ne itiraf etmiş görüyorum, zahmetsiz... Kafka'nın kehaneti Steve Jobs'ın, Mark Zuckerberg'in projesi haline geldi...


Deep Purple'ın bu şarkısını yıllar önce öğretmenliğe başladığım köyde dinlerken hayal ediyorum kendimi. Lojmanda tek başımayım, sobaya tezek atıyorum, çay koyuyorum, şarkı bitiyor, hadi baştan...




(1) Franz Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Cem Yay. s. 48...

12 Aralık 2018 Çarşamba

Tuhaf İşler







Hafta sonu Açık Öğretim Lisesi Sınavında birden tuhaflık çöktü. 


Ara sıra olur, tuhaflık önce bedenimi algılarken gelir,  tanımadığım bir takım insanlar karşısındayken ellerimi bana ait değilmiş gibi hissederim. Yine öyle aval aval ellerime baktım, ellerime sahip çıkıncaya kadar baktım. Sonra tuhaflığı dışıma yansıttım. Meğer tuhaf olan sadece ben değilmişim. Bunca şey nasıl bir arada olabiliyor? Bir süre tuhaflığa yadırgama eşlik etti, bu kısmen acı verici de olsa böyle. Ama yadırgamayı bir uyanış gibi düşünün, her şey normal akışında giderken yadırgamak bir tür delilik ama bunun yan getirisi de var: özgünlük. Harold Bloom özgünlük kelimesinin İngilizce anlamıyla Fransızcada olduğundan daha olumlu olduğunu söyler, “Fransızcada özgün olmak tuhaf olmak demektir.”(1) Bu sözü ancak tersten kurarsam benim için doğru: tuhaf görürsem özgün olabilirim.


Akreple yelkovana bakıyordum, saatin kaç olduğu belliyken bile birkaç kez, sanki teyit etmek için.  Ve saate gerektiğinden daha uzun süre bakmamı sağlayan saniye ibresiyle 12’den  12’ye bir tur atıyorum, bir dakika! Bir dakika ürettim! Bir dakika tükendiği halde ürettim. Bir öğrenci iki saatte 120 soru çözdüm diyebilir, peki ben ne yaptım? İş o kadar rasyonel ki absürt olduğu görülemiyor: Zamanın dolmasını bekledim.  Saate bakmayı takibe dönüştüren şey. Uzun süre bakınca saat sadece bir zaman ölçü aracı değil, zaman kavramının kendisi de, zaman öğütücüsü…  Çünkü iş bu, zaman akıp geçtikçe işimi o kadar yapmış sayılıyorum.  


Zamanın geçmesini beklemek diyebileceğim bir iş. Üstelik bunu duvarda asılı saate bakarak yapmak. Hatta zamanı bakışla takip etmek kendiliğinden işin karakteri haline geliyor. Sınav gözetmenliği bir meslek değil,  bir iş. Öğretmenlerin ek gelir kaynaklarından biri. İş yeteri kadar özgün ama benzetme yapmasam olmaz. Eskiden iş yeri bekçilerinin kurmalı saatleri olurdu, saat başı kurmasalar saat dururdu ve bu işlerini aksattıklarının kanıtı sayılırdı. Bekçinin görevi işyerini kazadan beladan korumak olduğu halde dikkatin yarısı saati kurmayı kendine telkin eden bir uyanıklıkla geçiyordu. Bekçi işyerini beklerken nesne olan saati de bekliyordu.  Yani iş kendi kurucu işbölümü yapısına yabancılaşıyor (sınıfsal yabancılaşmadan farklı, insan aklının sınırı olarak yabancılaşma). Yine de bu benzetme demek istediğimi tam karşılamıyor, sınav gözetmeni olan ben zamanı takip ederken, verdiğim örnekte nesne-zaman(saat) bekçiyi takip ediyor. Bunun çağdaş versiyonları da var. Günümüzde bekçiler mobese kameralarıyla çalışıyor, işleri güçleri farklı yerlere yerleştirilmiş kamera görüntülerini vukuat dikkatiyle takip etmek. Tabi kendisi de kameralar tarafından takip edildiğinin bilincinde olarak. Otomatikman bir başka işkolu doğuyor, süpervizör bir vukuat olup olmadığını takip edeni takip ederek kendine yer açıyor. Ve görev, falso vermemek için kendisini takip edeni takip ederek parçalanıyor. Marx’ın tabiriyle söyleyeyim somut emek iyice sapıtmış burada, nesnesine geçişli değil, doğrudan psikolojik; güvensizlik duygusuna dayanıyor. Duygusal ve mantıksal diye ayrılan bir karşıtlığın lüzumu yok:
- Ne iş yapıyorsun?
- Güvensizlik duygumu tatmin ediyorum. 
Bunu söyleyen kişinin bu kronik işkilli halini yaptığı işin ürettiğini bilmesi gerekmiyor.

Sınav yönetmeliğine göre, gözetmenlere kitap okumak, soru kitapçığına bakmak, cep telefonu bulundurmak, ayakkabı ses çıkarıyorsa volta atmak, uzun süre pencereden bakmak, bir şey yazmak, konuşmak yasak. İşimiz gözetmek. Ama gözetmek bir meşguliyet değil; gözetmenin bakmakla özdeşleştiği bir durum; kuru kuru bakmak, bir bakma çeşidi bu…

Pencereden bakıyorum, aşağıya doğru bir kız yürüyor, sırt çantalı, bir elinde mağaza çantası, diğer elinde cep telefonu, biriyle konuşuyor, bu onu daha telaşlı gösteriyor. Telaşlı görünmek… bir görünme biçimi olarak telaşlı hal modası. Tuttu mu tuttu, çağımızın modası; daha uzun süreceğe benziyor. Aslında moda denilen şey davranışımız: Giysi, moda olan davranışı destekleyen aksesuar sadece... Binaların bittiği yerde sarılı, yeşilli, turunculu ağaçlar başlıyor, doğru ya Emirgan Korusu. Bunu fark etmem beni sevindiriyor. Sanki yanımda duran biriyle başlatacağım konuşma konusunu buldum. ‘Biliyor musunuz Emirgan Korusu’nun eski sahibi, silah kaçakçısı (neydi adı? çoğunuz bilmez bu adamı)… bu adamın ilişkilerinde yakın Türkiye tarihi gizlidir.’ Sol çaprazda ışıklı panoda Şükrü Genç’in (Sarıyer Belediye Başkanı) fotoğrafı, ’91 bin 100 m2 duvar çalışması’. Arka planda boydan boya bir duvar resmi. Duvar yani, az buz şey değil.

Okulun bahçesinde sedir ağacı. Yanında kalın yapraklı, dallı budaklı bir ağaç daha. Bu ağacın adını bilmiyorum. Bilmesem daha iyi. Nesneler daha bir olduğu gibi görünüyor gözüme. Sorudan azade cevabın kendisi olarak nesneye bakmak. Birden sınıfın içine dönüyorum, yazı tahtasının sağındaki çöp kovasına bakıyorum, kovadan taşan siyah çöp poşetine. Sol yanda kıvrımlarında buruşukluk, önce buruşukluğu bir hata olarak görüyorum, sonra vazgeçiyorum. Güleyim bari... Saniye ibresini on beş saniye takip ediyorum, eğretileme yok. Yanda beyaz laminat kaplı evin çatısı çok dik. Kiremitleri nasıl yerleştirmişler acaba? Küçük silindirimsi kiremitler. Yağmur yağıyormuş da çarpan damlaların serpintilerini izliyormuşum gibi oyalanıyorum, ama on beş saniyeden daha kısa.

Öğrencilere bakıyorum. Ece Ayhan’ın orta ikiden sağ çıkmış öğrencileri hemen karşımda, aralarında benim yaşlarımda bir kadın da var. Onları çocuk hallerine geri götürüyorum, işte benim zamanı içine çeken uğraşım. Sırrım bu benim. Yetişkinleri çocukluk halleriyle görmek gibi bir huy geliştirdim. Huy diyorum ama alçakgönüllülüğümden, aslında bir yeti. Bir düstur yönlendirdi beni: ‘Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur.’ Bu atasözünü tersten kurabiliyorum, bir yöntem bu. Yetişkinlerin olgunlaşmış (şimdiki) halinden çocukluklarını görebiliyorum. Çok hızlı bir geçiş. Bakışımı zaman makinesi gibi kullanıyorum, ister inanın ister inanmayın, sözünü ettiğim görsel bir irtibat yeteneği. Yetişkin yüzünü alıyorum, çocukluk yüzüne götürüyorum, şimdi karşımda sırada oturuyor, daha ele avuca gelir, daha bir tanıdık, daha kontrol edilebilir. Daha da ötesi çarpıtıyorum onları, çocuk halleri gerçek yüzlerini görmemi sağlıyor. Anlatırım bunu. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, öğretmenlik hayatımda yıllar önce okuttuğum bir öğrenciyi eski yüzüyle hatırlarken yıllar sonra birden değişmiş halde karşımda  görmenin afallatıcı etkisi zamanla bir adaptasyon yeteneği kazandırdı.


Suskunluk… diğer zamanlarda alışkanlığım olduğu halde şimdi susmaya riayet ediyorum. Zaman benim üzerimden geçiyor.

(1) Harold Bloom, Batı Kanonu, Çev. Çiğdem Pala Mull, s.140, İthaki Yay. 2014, İst.