12 Aralık 2018 Çarşamba

Tuhaf İşler







Hafta sonu Açık Öğretim Lisesi Sınavında birden tuhaflık çöktü. 


Ara sıra olur, tuhaflık önce bedenimi algılarken gelir,  tanımadığım bir takım insanlar karşısındayken ellerimi bana ait değilmiş gibi hissederim. Yine öyle aval aval ellerime baktım, ellerime sahip çıkıncaya kadar baktım. Sonra tuhaflığı dışıma yansıttım. Meğer tuhaf olan sadece ben değilmişim. Bunca şey nasıl bir arada olabiliyor? Bir süre tuhaflığa yadırgama eşlik etti, bu kısmen acı verici de olsa böyle. Ama yadırgamayı bir uyanış gibi düşünün, her şey normal akışında giderken yadırgamak bir tür delilik ama bunun yan getirisi de var: özgünlük. Harold Bloom özgünlük kelimesinin İngilizce anlamıyla Fransızcada olduğundan daha olumlu olduğunu söyler, “Fransızcada özgün olmak tuhaf olmak demektir.”(1) Bu sözü ancak tersten kurarsam benim için doğru: tuhaf görürsem özgün olabilirim.


Akreple yelkovana bakıyordum, saatin kaç olduğu belliyken bile birkaç kez, sanki teyit etmek için.  Ve saate gerektiğinden daha uzun süre bakmamı sağlayan saniye ibresiyle 12’den  12’ye bir tur atıyorum, bir dakika! Bir dakika ürettim! Bir dakika tükendiği halde ürettim. Bir öğrenci iki saatte 120 soru çözdüm diyebilir, peki ben ne yaptım? İş o kadar rasyonel ki absürt olduğu görülemiyor: Zamanın dolmasını bekledim.  Saate bakmayı takibe dönüştüren şey. Uzun süre bakınca saat sadece bir zaman ölçü aracı değil, zaman kavramının kendisi de, zaman öğütücüsü…  Çünkü iş bu, zaman akıp geçtikçe işimi o kadar yapmış sayılıyorum.  


Zamanın geçmesini beklemek diyebileceğim bir iş. Üstelik bunu duvarda asılı saate bakarak yapmak. Hatta zamanı bakışla takip etmek kendiliğinden işin karakteri haline geliyor. Sınav gözetmenliği bir meslek değil,  bir iş. Öğretmenlerin ek gelir kaynaklarından biri. İş yeteri kadar özgün ama benzetme yapmasam olmaz. Eskiden iş yeri bekçilerinin kurmalı saatleri olurdu, saat başı kurmasalar saat dururdu ve bu işlerini aksattıklarının kanıtı sayılırdı. Bekçinin görevi işyerini kazadan beladan korumak olduğu halde dikkatin yarısı saati kurmayı kendine telkin eden bir uyanıklıkla geçiyordu. Bekçi işyerini beklerken nesne olan saati de bekliyordu.  Yani iş kendi kurucu işbölümü yapısına yabancılaşıyor (sınıfsal yabancılaşmadan farklı, insan aklının sınırı olarak yabancılaşma). Yine de bu benzetme demek istediğimi tam karşılamıyor, sınav gözetmeni olan ben zamanı takip ederken, verdiğim örnekte nesne-zaman(saat) bekçiyi takip ediyor. Bunun çağdaş versiyonları da var. Günümüzde bekçiler mobese kameralarıyla çalışıyor, işleri güçleri farklı yerlere yerleştirilmiş kamera görüntülerini vukuat dikkatiyle takip etmek. Tabi kendisi de kameralar tarafından takip edildiğinin bilincinde olarak. Otomatikman bir başka işkolu doğuyor, süpervizör bir vukuat olup olmadığını takip edeni takip ederek kendine yer açıyor. Ve görev, falso vermemek için kendisini takip edeni takip ederek parçalanıyor. Marx’ın tabiriyle söyleyeyim somut emek iyice sapıtmış burada, nesnesine geçişli değil, doğrudan psikolojik; güvensizlik duygusuna dayanıyor. Duygusal ve mantıksal diye ayrılan bir karşıtlığın lüzumu yok:
- Ne iş yapıyorsun?
- Güvensizlik duygumu tatmin ediyorum. 
Bunu söyleyen kişinin bu kronik işkilli halini yaptığı işin ürettiğini bilmesi gerekmiyor.

Sınav yönetmeliğine göre, gözetmenlere kitap okumak, soru kitapçığına bakmak, cep telefonu bulundurmak, ayakkabı ses çıkarıyorsa volta atmak, uzun süre pencereden bakmak, bir şey yazmak, konuşmak yasak. İşimiz gözetmek. Ama gözetmek bir meşguliyet değil; gözetmenin bakmakla özdeşleştiği bir durum; kuru kuru bakmak, bir bakma çeşidi bu…

Pencereden bakıyorum, aşağıya doğru bir kız yürüyor, sırt çantalı, bir elinde mağaza çantası, diğer elinde cep telefonu, biriyle konuşuyor, bu onu daha telaşlı gösteriyor. Telaşlı görünmek… bir görünme biçimi olarak telaşlı hal modası. Tuttu mu tuttu, çağımızın modası; daha uzun süreceğe benziyor. Aslında moda denilen şey davranışımız: Giysi, moda olan davranışı destekleyen aksesuar sadece... Binaların bittiği yerde sarılı, yeşilli, turunculu ağaçlar başlıyor, doğru ya Emirgan Korusu. Bunu fark etmem beni sevindiriyor. Sanki yanımda duran biriyle başlatacağım konuşma konusunu buldum. ‘Biliyor musunuz Emirgan Korusu’nun eski sahibi, silah kaçakçısı (neydi adı? çoğunuz bilmez bu adamı)… bu adamın ilişkilerinde yakın Türkiye tarihi gizlidir.’ Sol çaprazda ışıklı panoda Şükrü Genç’in (Sarıyer Belediye Başkanı) fotoğrafı, ’91 bin 100 m2 duvar çalışması’. Arka planda boydan boya bir duvar resmi. Duvar yani, az buz şey değil.

Okulun bahçesinde sedir ağacı. Yanında kalın yapraklı, dallı budaklı bir ağaç daha. Bu ağacın adını bilmiyorum. Bilmesem daha iyi. Nesneler daha bir olduğu gibi görünüyor gözüme. Sorudan azade cevabın kendisi olarak nesneye bakmak. Birden sınıfın içine dönüyorum, yazı tahtasının sağındaki çöp kovasına bakıyorum, kovadan taşan siyah çöp poşetine. Sol yanda kıvrımlarında buruşukluk, önce buruşukluğu bir hata olarak görüyorum, sonra vazgeçiyorum. Güleyim bari... Saniye ibresini on beş saniye takip ediyorum, eğretileme yok. Yanda beyaz laminat kaplı evin çatısı çok dik. Kiremitleri nasıl yerleştirmişler acaba? Küçük silindirimsi kiremitler. Yağmur yağıyormuş da çarpan damlaların serpintilerini izliyormuşum gibi oyalanıyorum, ama on beş saniyeden daha kısa.

Öğrencilere bakıyorum. Ece Ayhan’ın orta ikiden sağ çıkmış öğrencileri hemen karşımda, aralarında benim yaşlarımda bir kadın da var. Onları çocuk hallerine geri götürüyorum, işte benim zamanı içine çeken uğraşım. Sırrım bu benim. Yetişkinleri çocukluk halleriyle görmek gibi bir huy geliştirdim. Huy diyorum ama alçakgönüllülüğümden, aslında bir yeti. Bir düstur yönlendirdi beni: ‘Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur.’ Bu atasözünü tersten kurabiliyorum, bir yöntem bu. Yetişkinlerin olgunlaşmış (şimdiki) halinden çocukluklarını görebiliyorum. Çok hızlı bir geçiş. Bakışımı zaman makinesi gibi kullanıyorum, ister inanın ister inanmayın, sözünü ettiğim görsel bir irtibat yeteneği. Yetişkin yüzünü alıyorum, çocukluk yüzüne götürüyorum, şimdi karşımda sırada oturuyor, daha ele avuca gelir, daha bir tanıdık, daha kontrol edilebilir. Daha da ötesi çarpıtıyorum onları, çocuk halleri gerçek yüzlerini görmemi sağlıyor. Anlatırım bunu. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, öğretmenlik hayatımda yıllar önce okuttuğum bir öğrenciyi eski yüzüyle hatırlarken yıllar sonra birden değişmiş halde karşımda  görmenin afallatıcı etkisi zamanla bir adaptasyon yeteneği kazandırdı.


Suskunluk… diğer zamanlarda alışkanlığım olduğu halde şimdi susmaya riayet ediyorum. Zaman benim üzerimden geçiyor.

(1) Harold Bloom, Batı Kanonu, Çev. Çiğdem Pala Mull, s.140, İthaki Yay. 2014, İst.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder