Ayasofya Hünkâr Mahfili
İbn Cübeyr
Seyahanamesi’nde ilk maksurenin Emevi Camii’nde kurulduğunu okuyunca biraz
duraksadım. Maksure Arapça sınırlanmış, kuşatılmış tahsis edilen yer anlamına geliyor.
Mahfil sözcüğüyle eş anlamlı. Ama birazdan sözünü edeceğim somut mimari yapı
olarak eş anlamlı. Yoksa mahfil toplanma yeri demek. Bu durum bir soruyu hak
ediyor: Nasıl oluyor da etimolojisi bu kadar farklı iki sözcük eş anlamlı hale
gelebilmiş?
Nesnenin zamanla aldığı çift
anlamlılığın rolü olabilir mi? Nesnenin iki farklı sözcüğü iki farklı işlevle
kendi bünyesine katarak homojenize etme süreci?.. Dur bakalım.
Evet konumuz mimari form olarak maksure.
Kısa anlatacağım.
Emevi Camii’nin kadim tarihini geçiyorum. İsteyen İnternet’ten bakabilir.
Ben İbn Cübeyr’in hiç sormadığı bir sorudan başlayacağım: Neden Emeviler cami içinde maksure diye bir yapıya ihtiyaç duydular? Nedenini güvenlik sorununa bağlamak mümkün; çünkü camiler suikast yapılan yerler ve pek de korunaklı değiller. Dört Halifeden Ömer ve Ali’nin de camide öldürüldüğü hatırlarsak. Emeviler’in yağmacılıkla zenginleşmelerinin kendileri için bir güvenlik sorununu da beraberinde getirdiği açık. Bu güvenlik sorununu gösterişle birleştirmeleri akla yatkın.
Araplar Şam şehrini 634
yılında ele geçirince önce katedral olan (Vaftizci Yahya adıyla) Emevi
Camii’nin bir kısmını Müslümanlar için ibadete açtılar. Yetmiş yıl sonra da Bizans’tan
getirilen usta ve mimarlarla binayı yeniden inşa ederek tümden camiye
çevirdiler. Tabi bu camiye çevirme işini basit bir el değiştirme veya yık
yenisini yap olarak görmemek gerekir. Mesela Ayasofya’nın camiye çevrilmesi
gibi. Emevi Camii’nin inşasında kilise mimarisine bir meydan okuma vardı:
Kilisenin olduğu yerde ama ondan daha büyük ve daha ihtişamlı bir yapı. Maksure ilk başta bir güvenlik kafesi işlevini
yerine getirse de aynı zamanda bu ihtişam arzusuyla çift anlam kazandı. Maksure
(kafes) hem koruyor hem de ilgili ünlü kişiye (halife, padişah, sultan)
dokunulmazlıkla bir mahremiyet veriyor. Dolayısıyla hem sınırlanmış anlamıyla maksure,
hem de elitlerin camideki varlığının (özellikle cumaları) herkesin orada
olmasını teşvik edici anlamıyla mahfil. Yüklem, yani ünlü kişinin camide yaptığı iş (namaz
kılması) oradaki ümmet üzerinde bir eşitlik
yanılsaması da yaratıyor, öte yandan ona ayrılan özel bölmeyle bu eşitliği bir
tenezzüle dönüştürüyor. Emevi Camii’nden önce Bizanslılar tarafından yapılan
Vaftizci Yahya Kilisesi’nde krallar ve soylular için özel bölme var mıydı
bilmiyoruz. Çünkü yıkım taklit ithamını da ortadan kaldırmayı amaçlamış belli
ki. Ama olduğunu varsaymamız gerekiyor.
Din ve devlet
yakınlaşmasının Hristiyanlıkta ve İslamiyet’te birbirine ters süreçlerde
geliştiğini hatırlamanın yararı var bu noktada. Hristiyanlık ilk zamanlarında
avamın diniydi, Romalıların Hristiyanlaşması ve sonra dinin saraya ulaşmasıyla
kiliseler şapelden katedrale terfi etti, katedrali yapan başta kral olmak üzere
zengin sınıfın mimarları kralın ve soyluların ibadeti için özel bir
bölüm ayırdılar. Üst galeride yukarıdan ayinleri izleme konumunda. Bir loca
gibi (mimaride kilise mahfilleriyle tiyatro locaları arasındaki ilişkiye dikkat). Bu locanın aynı zamanda güvenlik işlevi olsa da asıl işlevi statüydü. Yani
ben kral olarak papazdan, piskopostan, papadan vb üstünüm pozisyonu... Aynı
Tanrı’ya inandım diye sizinle eşit olduğumu sanmayın, herkes bunu böyle bilsin.
İslamiyet’te ise din devletin
kurucu ögesi olarak bu mekân bilgisini güvenlik işlevini öne çıkararak
devraldı. Onun olası taklit ithamını baskılayıp kendi özgünlüğünü ortaya
çıkarması tam da nesnenin çift anlam sırasını değiştirmesiyle ilgili.
Farkındayım karışık bir ifade oldu. Yeniden deneyeceğim, en iyisi bir örnekle:
Bilirsiniz Ayasofya en
eski katedrallerden biri, İstanbul’un fethinden önce orada kralların ibadeti
için üst galeride özel bir bölme vardı. Hâlâ izleri yerinde duruyor. Kral oraya
sarmal taş rampayla çıkardı. Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’da ilk Cuma namazını
aksine ana ibadet alanı olan zeminde kıldı. Bunun kiliseyi camiye çevirmekten fethi
perçinleyen daha güçlü bir sembolik anlamına dikkat çekmezsek konuyu ıskalamış
oluruz. Şu: Seni taklit etmiyorum, altüst ediyorum. Ama İstanbul’da Fatih,
Süleymaniye gibi camiler yapılınca padişahlar kendi özel bölmelerini
kiliselerden taklit ettiler: Hünkâr mahfiliyle. Bunun ilginç tezahürü yine
Ayasofya’da gerçekleşti. III. Selim Ayasofya’ya Hünkâr mahfilini yaptırdı. Yine
güvenlik sorunun öne çıkararak ama mahfilin diğer işlevi protokolü de gözeterek.
Paris Notre Dame Kilisesi Mahfili
Önemli camilerde hünkâr
mahfili hocanın hutbe okuduğu minberden yüksektedir. Aynı taklit burada da
geçerli. İbadette eşitiz ama o kadar da değil.
Selimiye Hünkâr Mahfili
Belki de nesne çift
anlamını koruduğu için yüzyıllar boyunca varlığını sürdürebildi.
Cumhuriyet’in sessiz
değişikliklerinden biri devlet ileri gelenlerinin namazlarını hünkâr mahfili
yerine ana ibadet yerinde kılmalarıdır. Ama Tayyip Erdoğan’ın Cuma namazlarında
cemaatle arasına güvenlik güçlerini
koyarak kadim davranışa döndüğünü görüyoruz. Üstelik cemaat kalabalığını da bu
derin ayrımın üzerine ekleyerek. Güvenlik güçleri güvenlik sorununu ortadan
kaldırdığı için ibadet yine şatafata evriliyor. Nietzsche’nin ebedi geri dönüş
kavramının tecessümü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder