6 Haziran 2025 Cuma

GÜNCEL ŞEYLER

                                             KURBAN


                                                   

                                                

Elon Musk 5 Haziran’da sahibi olduğu Twitter/X’ten Trump’a karşı Epstein dosyasını kastederek bir mesaj yayınlıyor: “Have a nice day, DJT.”
Bu söz tehditkâr bir ironi.
‘DJT’ burada Donald John Trump’ın adının baş harfleri. Ama bir gramer tasarrufu değil, senlibenliliği alet eden bir aşağılama biçimi: Di-Cey-Ti…
Hayır tam öyle değil.
Sesin fonetik çağrışımına odaklanalım burada. Bu telaffuz kulağa bir DJ ismi gibi gelmiyor mu? Daha çok bir sahne ismi gibi. DJ’ler üretmezler karıştırırlar, gürültü yapan, şov yapan ama “özsüz” biri gibi. Musk, Trump’ı tiye alıyor.
Bir kez daha söyleyelim. ‘DiCeyTi..’ İnce seslilerden oluşan bir kadın ismini çağrıştırmıyor mu şimdi de? Epstein Skandalı’na gönderme, belki de Trump’ın ilgili adada cinsel rolüne ilişkin bizim bilmediğimiz ama Musk’ın bildiği dosyada yer alan kod adı… Kapitalizmde elitlerin lobisi cinsellik üzerinden kurulur, cinselliğin sırdaşlığı ekonomik sırdaşlığı emniyete alır.
Elon Musk, Trump yönetiminde 150 milyar dolar zarar etti. Trump’ı cinsel sırdaşlığın ifşasıyla tehdit ediyor.
Daha önce de yazdım şu kurban bayramı vesilesiyle bir kez daha tekrarlayayım Elon Musk’ın yüzü bir kurbanın yüzü.


                                                  APO'nun RAPORU



                                        
Abdullah Öcalan’ın PKK 12. Kongresine sunduğu 35 sayfalık raporu az önce Medyascop’tan okudum (https://medyascope.tv/.../abdullah-ocalanin-pkkye.../).
İlk dikkatimi çeken raporun karma dili. Bakın birçok konuya hakimim havasında kuantum mekaniğinden mitolojiye at koşturmaya kalkan magazinel bir dil… laubali mi desem bilemedim. Öte yandan muhatabını önceden belirlemiş; her dediğini doğru kabul edecek kitleye hitap eden bir dil. Şahsen okurken eğlendiğimi söyleyebilirim. Raporda epey yer tutan bu çeşnilerin altında gerçek “entelektüel” birikim olmadığı, sokma akılla yazıldığı o kadar belli ki. Dolayısıyla böyle bir rapora teorik metin muamelesi yapmak başka bir laubalilik olur. Ama yine de bir metin bu. Nasıl bir metin? Sadece Abdullah Öcalan’ı değil, ona inanan kitleyi de anlamak için hastalıklı bir yapının semptomu olarak okunası bir metin.
Aşağıya bir numune bırakıyorum:
“Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inan bir mesih değil; emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir Önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.
"Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter!
"50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim.”

Yukarıda Apo’yu merkeze alan ve etrafında simetri oluşturan fotoğrafın dizaynı hiç şüphesiz "devlet" aklı. "Devlet" yapmak istedikleri için Apo’nun “önderlik”ini muhafaza ediyor. Dünyada bunun başka örneği var mı bilmiyorum, son derece yaratıcı ve özgün.

Fotoğrafta kendini merkeze almanın narsisizmi.
Abdullah Öcalan'ın arkasındaki uzun ince dikdörtgen simetriyi desteklemek için vektör olsun diye oraya konmuş sanki. Photoshop da olsa fark etmez. Bardak ve şişeler bile simetri.

Ama bunun Apo’yla sınırlı olduğunu sanmak gaflet olur. Türkiye solunun patolojik narsisizme neden bereketli bir zemin sunduğunu ayrıca sorgulamak gerekir.
Daha altta Tayyip Erdoğan'ın masası. Sağındaki ve solundaki kişilerin sayısı aynı: on dört. Onlar kişi değil, sayı. Sırf bu sayı bozulmasın diye Tayyip Erdoğan'ın tam hizasına sandalye konmamış, boş bırakılmış. Tayyip Erdoğan'ın kafası arkadaki kapının dikey çizgisine denk geliyor.
Peki bu fotoğraflara bakanların gördüğü şey ne? Onların optik algısı ne?



    
                          

“ANCAK SAVAŞANLAR BARIŞABİLİR.”

Abdullah Öcalan bu sözü raporunda kendi vecizesi gibi kullanmış. Bazı sözler ilk söyleyeni olamayacak kadar harcıalemdir. Söz bir doğruluğa çağrıymış gibi gözükse de savaş-barış döngüsünün absürtlüğünü de gösteriyor.
Oysa bu söz hem tarihsel olarak doğru değil hem de ahlaki olarak.
Yakın tarihten örnek vereceğim:
Lozan Anlaşması fiilen savaşan Yunanların ve Türklerin heyetleri arasında değil asıl olarak 1. Dünya Savaşı’nın galibi “büyük” devletler ile Türkler arasında yapılmıştır.
Kuzey Vietnam ile Amerika arasında savaş 1973 Paris Anlaşmasıyla bitti, ama savaş 1975’te Saygon’un düşmesine kadar devam etti. Yeni Vietnam ile ABD arasında gerçek barış 1995 yılında imzalandı. Anlaşmayı imzalayanlar savaşan eski nesil yöneticiler değil yeni nesil yöneticilerdi.
II. Dünya Savaşı’nın mağlubu Almanya ile savaşın galipleri (ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa) arasında gerçek anlaşma 1990 yılında 2+4 biçiminde imzalandı. Burada “2” Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini temsil ediyor.
Ahlaki sakıncası ise şu: Bu söz, elimizde haklı ve haksız savaş gibi bir eleme ölçüsü olsa bile iki tarafı da hiç yoktan “barışsever” gibi bir erdemle aklıyor. Ama söz asıl gerçek anlamını gizliyor: Barış yapan elitlerin süngü tüfekle savaşanların fiili meşakkatini hiç yaşamadıkları gerçeğini.
Yine de soralım Öcalan, Erdoğan, Bahçeli arasındaki pazarlıkta “barış” amaç mı yoksa pazarlığın yan etkisi mi? Mesela PKK bu pazarlığa karşı çıkanları “susturmak” gibi bir misyonla faaliyetine devam edecek mi?


                                    İLERLEME TAPINCI





Eski sol fraksiyonların günümüz uzantılarıyla ilgilenmiyorum, uzun zaman oldu kim nedir bilmiyorum yani. Aşağıdaki afişi görünce şaşırdım (benim yaşama sevincim bu: ne yap et, her gün seni şaşırtacak bir şey gör, özellikle o tuhaf şey kendini unutturacak/gizleyecek kadar olağansa).
Bu afişin altında Halkın Kurtuluşu Partisi yazıyor. 12 Eylül öncesi Maoculuğun türevlerinden biri Halkın Kurtuluşu diye bir dergi vardı, herhalde onun mirası etrafında toplananlar dedim. Ne olur ne olmaz diye bir de İnternet’e baktım, meğer bunlar Doktorculuğun (Dr Hikmet Kıvılcımlı görüşünden olanlar) türevlerinden biriymiş. Hemen jeton düştü tabi, afişteki bu söz ("İstanbul'un fethi ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.") Dr Hikmet Kıvılcımlı’nın.
Yıllar yıllar önce Doktor’un İstanbul’un fethiyle ilgili yazdığı kitapçıktan hatırlıyorum. Doktor ilgili yazısında İstanbul’un fethinin Avrupa’da Rönesans’a ve Amerika’nın keşfine neden olduğunu da söylüyordu. Bu görüşün bir özgünlüğü yok. Doktor’un niyet-neden ile nedene karşı nedeni birbirine karıştırdığı belli. Yoksa aynı neden mantığıyla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin nedeninin 2. Dünya Savaşı olduğunu söylemek mümkün; aynı kafayla 2. Dünya Savaşı’na da ilerleme denebilir. Burada sorunlu olan şey tarihe bir ilerleme-gerileme mantığıyla bakmak. Eski “sol”un saçma sapan kalıntıları.
Ne kadar saçma olursa o kadar iyi. Bugünkü eskiye bağlı “makul” solu da açıklayacak bir afiş bu. İnceliğe dikkat, yancı uzlaşmacılık sağcılıkla kendini melezleyeceği şeyleri orijinal geçmişinde buluyor.



                                                            SANA NE!
Ajda Pekkan sözlerini Ülkü Aker’in yazdığı ‘Sana Ne; Kime Ne?’ şarkısını 1975 yılında seslendirmiş (beste Phillippos Nikolaou’nun). Şarkının sözlerinde kadın cinsiyetinin geçmemesine danışıklı sansür (oto sansürden farklı), şarkıyı bir kadının söylemesine üstü örtülü cüret diyebiliriz. Öyle ya ‘Sana ne?’ diyen kim? Cinsiyetsiz özne. Ama buraya takılmayalım şimdi, şarkının sözlerinden aldığım karışık birkaç dizeyle meramımı başka türlü anlatmayı deneyeceğim:
Kimin ne hakkı var ki/Karışır hayatıma.
Bu kalp benim değil mi/ Severim severim.
Hür doğdum hür yaşarım (İstiklal Marşı’na gönderme)/ Kime ne kime ne.
Ajda Pekkan kendi imajını söylediği şarkılarla oluşturuyor. Ya da en iyisi şöyle diyeyim, şarkı sözü yazarlarının Ajda Pekkan imajına uygun söz yazdıkları bir dönem başlıyor. Geçmiş plak arşivine bakınca görmek kolay, bir proje olmasa da adım adım ilerleyen bir süreç. Mesela Boşvermişim Dünyaya, İki Yabancı, Ne Tadı Var Bu Dünyanın, Durdurun Şu Zamanı, Ben Bir Köylü Kızıyım… Bunlar arasında Ben Bir Köylü Kızıyım (1969) parçasını özellikle dinledim. O zamanlar bir köylü kızının aşkını bangır bangır söylemesi pek mantıklı değil. Ama Ajda Pekkan’ın gerçek yaşamı asi kadın imajına arkadan destek veriyor. Bir ayağı Batı’da, Türkiye’ye gidip gelen, yabancı ünlü şarkıcılarla düet yapan biri. Zaten şarkıların bestesi Batı menşeli. Ajda adının tınısı da Batı fonetiğine yakın falan (ilk adı Ayşe bu arada). Şarkıyı dinleyen ‘Sana ne’ demenin gücünü Ajda Pekkan’ın varlığında görüyor. Hiç şüphesiz reşit olmuş bir kadının ‘Sana ne’si değil bu. Kendisini bu topraklara yabancı kılan birinin ‘Sana ne’si. Bana karışamazsınızla ben sizden değilim iç içe. Dolayısıyla sözün tepkisel bir iticiliği var. Ama sanki başka türlüsü de mümkün olamazdı. Bunu Türkiye modernleşmesinin özgün tarafı olarak kabul edelim.
Ve kabul edelim ki, ‘Sana ne!’ diğeriyle arasına sınır çizici, men edici, sert bir söz. Modernleşme Ajda Pekkan üzerinden şiddeti ifade etse de bu bizi yanıltmasın, aslında ‘Sana ne!’ modernleşen bireyin defansif hali. Ben sana karışmıyorum sen de bana karışma.
‘Sana ne’nin tüm dünyada yaygınlaştığı (elbette bizde biraz daha geç) bir tarihi saptayabiliriz. Ama ‘Sana ne ‘ asıl vurucu anlamını kadınların asi tavrında kazanıyor. Çünkü kadınların ağzında ‘Sana ne’ benlik kurucu bir söz.
Ama bizde bu ‘Sana ne’nin tersine bir anlam genişlemesiyle ahlâki durumları da kapsadığı ortada. Hangi durumlarda ‘Sana ne’ deyip demeyeceğini bilmeyen vatandaşlar... Mesela amatör bir satranç oyuncusu atını oynadıktan sonra kendisine yanlış hamle diyen arkadaşına ‘Sana ne!’ diyebilir, ama hileyle kural dışı hamle yaptığında kendisini uyaran rakibine (hakeme) ‘Sana ne!’ diyemez.
Türkiye'de ise bu ahlaki ayrım muğlak. Yani ‘Sana ne’nin yaygınlığı modernleşme karşıtı olarak da kullanılabilmesinde gizli. Eşini döven bir adama müdahale etmeye kalktığınızda ilk sözü ‘Sana ne’ oluyor. Toprağına zehir serpen bir çiftçi kendisine karışılmasını hiç istemiyor, söz yine aynı: ‘Sana ne!’ ‘Sana ne’nin bu olumsuz kullanımı bireyin kendi dokunulmaz mahremiyeti için elde ettiği meşru ‘Sana ne’den geçinen bir asalak.
Bugün Twitter’da dinci tarihçi yazar Mustafa Armağan Fransa devlet Başkanı Macron’un karısından şamar yediği videoyu paylaşmış ve şöyle bir yorum yapmış:
“Avrupa’da lider diye bir şey kalmadı.”
Tam burada söylenecek söz: Sana ne Mustafa, sana ne!
Ben Macron’u demokratize eden karısı Brigette’in şamarını görüyorum, bu şeffaf anın tadını çıkarıyorum; Mustafa ne alakaysa “Avrupa’da lider diye bir şey kalmadı.” dedikten sonra devam ediyor: “Karısı Brigitte’ten tokat yiyen ( görüntüye tekrar baktım… o tokat değil Mustafa, hatta şamar bile değil, eliyle ağzıyla çenesine doğru ittirme. Gerçi tokat olsa da fark etmez.) Fransa Devlet başkanı Emanuel Macron rezil oldu dünyaya, Fransa’da…” Mustafa’nın kafasında Emanuel Macron ve Brigette’ye alternatif Tayyip ve Emine var belli ki.
Mustafa dünyaya rezil olmanın ne anlama geldiğini bilmiyor.
Kendimi alamıyorum bir kez daha söyleyeceğim, tamam Brigette Kocası Macron’a vurmuş, iyi de sana ne Mustafa!


                                         EŞİTLİK




Anti emperyalizm ile anti kapitalizm arasındaki temel fark Ekim Devrimi ve tek ülkede sosyalizm görüşünün Batı sosyalizminden kopmasıyla başlıyor. Bu aynı zamanda SSCB’nin dış politikası: Batı’nın “emperyalist” ülkeleriyle iyi geçin, Doğu’nun anti emperyalist hareketlerini destekle. Akıllıca bir dolayım. Ama ne pahasına?..
Fransız Devrimi’nin sloganlarından biri eşitlik. Düşünün kralla köle eşit olsun! Bu o zamana kadar dile gelmemiş bir cüret. (Sağcı kafa adalet kavramıyla eşitlik kavramı arasındaki farkı adalet lehine yorumlar.)
Marx, bu eşitlik kavramına emek-değer teorisiyle yeni bir ufuk açtı. Yine de eşitliğin Batı solunda ve Doğu solunda algılanışı arasında dağlar var.
Stephen Kotkin’in Stalin kitabının II. cildini okurken öğrendim. Meğer Mao, Çin Komünist Partisi’nin 1934-35 yıllarında “Uzun Yürüyüş” eyleminde zaman zaman tahtıravanla taşınmış (elbette tahtıravanı taşıyanlar açısından ağırlığın önde ve arkada dağılımı olarak eşitlik söz konusu 🙂 ).
Zor. Ama her şeye oradan bak: karşındaki (veya sen) eşit ilişki kuruyor mu kurmuyor mu?






20 Nisan 2025 Pazar

Maksure, Mahfil, Emevi Camii vb

 



                              Ayasofya Hünkâr Mahfili


İbn Cübeyr Seyahanamesi’nde ilk maksurenin Emevi Camii’nde kurulduğunu okuyunca biraz duraksadım. Maksure Arapça sınırlanmış, kuşatılmış tahsis edilen yer anlamına geliyor. Mahfil sözcüğüyle eş anlamlı. Ama birazdan sözünü edeceğim somut mimari yapı olarak eş anlamlı. Yoksa mahfil toplanma yeri demek. Bu durum bir soruyu hak ediyor: Nasıl oluyor da etimolojisi bu kadar farklı iki sözcük eş anlamlı hale gelebilmiş?  

Nesnenin zamanla aldığı çift anlamlılığın rolü olabilir mi? Nesnenin iki farklı sözcüğü iki farklı işlevle kendi bünyesine katarak homojenize etme süreci?..  Dur bakalım.   Evet konumuz mimari form olarak maksure.

Kısa anlatacağım. 

Emevi Camii’nin kadim tarihini geçiyorum. İsteyen İnternet’ten bakabilir.  

Ben İbn Cübeyr’in hiç sormadığı bir sorudan başlayacağım: Neden Emeviler cami içinde maksure diye bir yapıya ihtiyaç duydular? Nedenini güvenlik sorununa bağlamak mümkün; çünkü camiler suikast yapılan yerler ve pek de korunaklı değiller. Dört Halifeden Ömer ve Ali’nin de camide öldürüldüğü hatırlarsak. Emeviler’in yağmacılıkla zenginleşmelerinin kendileri için bir güvenlik sorununu da beraberinde getirdiği açık. Bu güvenlik sorununu gösterişle birleştirmeleri akla yatkın. 

Araplar Şam şehrini 634 yılında ele geçirince önce katedral olan (Vaftizci Yahya adıyla) Emevi Camii’nin bir kısmını Müslümanlar için ibadete açtılar. Yetmiş yıl sonra da Bizans’tan getirilen usta ve mimarlarla binayı yeniden inşa ederek tümden camiye çevirdiler. Tabi bu camiye çevirme işini basit bir el değiştirme veya yık yenisini yap olarak görmemek gerekir. Mesela Ayasofya’nın camiye çevrilmesi gibi. Emevi Camii’nin inşasında kilise mimarisine bir meydan okuma vardı: Kilisenin olduğu yerde ama ondan daha büyük ve daha ihtişamlı bir yapı.  Maksure ilk başta bir güvenlik kafesi işlevini yerine getirse de aynı zamanda bu ihtişam arzusuyla çift anlam kazandı. Maksure (kafes) hem koruyor hem de ilgili ünlü kişiye (halife, padişah, sultan) dokunulmazlıkla bir mahremiyet veriyor. Dolayısıyla hem sınırlanmış anlamıyla maksure, hem de elitlerin camideki varlığının (özellikle cumaları) herkesin orada olmasını teşvik edici anlamıyla mahfil. Yüklem, yani ünlü kişinin camide yaptığı iş (namaz kılması)   oradaki ümmet üzerinde bir eşitlik yanılsaması da yaratıyor, öte yandan ona ayrılan özel bölmeyle bu eşitliği bir tenezzüle dönüştürüyor. Emevi Camii’nden önce Bizanslılar tarafından yapılan Vaftizci Yahya Kilisesi’nde krallar ve soylular için özel bölme var mıydı bilmiyoruz. Çünkü yıkım taklit ithamını da ortadan kaldırmayı amaçlamış belli ki. Ama olduğunu varsaymamız gerekiyor.

Din ve devlet yakınlaşmasının Hristiyanlıkta ve İslamiyet’te birbirine ters süreçlerde geliştiğini hatırlamanın yararı var bu noktada. Hristiyanlık ilk zamanlarında avamın diniydi, Romalıların Hristiyanlaşması ve sonra dinin saraya ulaşmasıyla kiliseler şapelden katedrale terfi etti, katedrali yapan başta kral olmak üzere zengin sınıfın mimarları kralın ve soyluların ibadeti için özel bir bölüm ayırdılar. Üst galeride yukarıdan ayinleri izleme konumunda. Bir loca gibi (mimaride kilise mahfilleriyle tiyatro locaları arasındaki ilişkiye dikkat). Bu locanın aynı zamanda güvenlik işlevi olsa da asıl işlevi statüydü. Yani ben kral olarak papazdan, piskopostan, papadan vb üstünüm pozisyonu... Aynı Tanrı’ya inandım diye sizinle eşit olduğumu sanmayın, herkes bunu böyle bilsin.

İslamiyet’te ise din devletin kurucu ögesi olarak bu mekân bilgisini güvenlik işlevini öne çıkararak devraldı. Onun olası taklit ithamını baskılayıp kendi özgünlüğünü ortaya çıkarması tam da nesnenin çift anlam sırasını değiştirmesiyle ilgili. Farkındayım karışık bir ifade oldu. Yeniden deneyeceğim, en iyisi bir örnekle:

Bilirsiniz Ayasofya en eski katedrallerden biri, İstanbul’un fethinden önce orada kralların ibadeti için üst galeride özel bir bölme vardı. Hâlâ izleri yerinde duruyor. Kral oraya sarmal taş rampayla çıkardı. Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’da ilk Cuma namazını aksine ana ibadet alanı olan zeminde kıldı. Bunun kiliseyi camiye çevirmekten fethi perçinleyen daha güçlü bir sembolik anlamına dikkat çekmezsek konuyu ıskalamış oluruz. Şu: Seni taklit etmiyorum, altüst ediyorum. Ama İstanbul’da Fatih, Süleymaniye gibi camiler yapılınca padişahlar kendi özel bölmelerini kiliselerden taklit ettiler: Hünkâr mahfiliyle. Bunun ilginç tezahürü yine Ayasofya’da gerçekleşti. III. Selim Ayasofya’ya Hünkâr mahfilini yaptırdı. Yine güvenlik sorunun öne çıkararak ama mahfilin diğer işlevi protokolü de gözeterek.


                                       Paris Notre Dame Kilisesi Mahfili

Önemli camilerde hünkâr mahfili hocanın hutbe okuduğu minberden yüksektedir. Aynı taklit burada da geçerli. İbadette eşitiz ama o kadar da değil.



                                           Selimiye Hünkâr Mahfili

Belki de nesne çift anlamını koruduğu için yüzyıllar boyunca varlığını sürdürebildi.

Cumhuriyet’in sessiz değişikliklerinden biri devlet ileri gelenlerinin namazlarını hünkâr mahfili yerine ana ibadet yerinde kılmalarıdır. Ama Tayyip Erdoğan’ın Cuma namazlarında cemaatle arasına güvenlik güçlerini koyarak kadim davranışa döndüğünü görüyoruz. Üstelik cemaat kalabalığını da bu derin ayrımın üzerine ekleyerek. Güvenlik güçleri güvenlik sorununu ortadan kaldırdığı için ibadet yine şatafata evriliyor. Nietzsche’nin ebedi geri dönüş kavramının tecessümü.

 


17 Şubat 2025 Pazartesi

AYRINTI MAGAZİNDE GİZLİDİR

 


Bu hafta sonu Almanya’da erken seçim var. Anketlerde Alice Weidel’in başkanlığını yaptığı neo faşist AfD yüzde 20’yle ikinci parti görünüyor.

 

Dünkü Bild gazetesi röportajda Alice Weidel’a ilginç bir soru sormuş:

“Almanya’ya başbakan olmak istiyorsunuz, eğer bu gerçekleşirse İsviçre’de yaşayan ailenizle Almanya’ya taşınacak mısınız?”

 

İçimden allah allah dedim, Avrupa Birliğini dağıtmak isteyen milliyetçi bir kadının ailesi İsviçre’de yaşıyor, ne iş? Henüz sorunun şaşkınlığını üzerimden atamadan Alice Weidel’ın soruya cevabı beni iyice afallattı:

 

“Ben bu ülkeye hizmet etmek istiyorum. Ve benim harika karım İsviçreli ve İsviçre'de kalıyor. Şu ana kadar böyle. Ve buna uygun olarak, insanların bu konuyla çok daha az ilgilenmelerini isterim."

 

Weidel’in telkininin benim üzerimde geçerli bir etkisi olmadı tabi. Aksine onun özel yaşamıyla daha çok ilgileniyorum. Neo faşist bir lider kadın, eşi için ‘benim harika karım’ diyorsa nasıl ilgilenmem. Yadırgıyorum ama olumlu bir anlamı da var bunun. Sanki neo faşist imajını cinselliğiyle yumuşatan bir şey. Cinsel tercihini cesurca söylemesinin beni yanıltmaması için yine de ihtiyatlıyım.

 

Ama bir faşist, bir muhafazakâr, veya bir sağcı cinsellik konusunda her zaman ikiyüzlüdür. Cinsellik deyince solcular da az iki yüzlü sayılmazlar. Şunu genelde diye tüm insanlar için söyleyeyim de kurtulayım: Evet, insanlar cinsellik konusunda her zaman ikiyüzlüdür. (Kimsenin özel hayatı bizi ilgilendirmez sözü bu paylaşılmış ikiyüzlülüğün kamusal savunmasıdır ve başka bir ikiyüzlülüktür.)

 

Konumuz neo faşist Alice Weidel’ın ikiyüzlülüğü. Somut.

 

Biraz araştırdım.

 

Alice Weidel’ın karısı Sarah Bossard bir Sri Lanka göçmeni. Üç aylıkken İsviçreli bir aile tarafından evlatlık alınmış. Amerika’da sinema eğitimi görmüş. Film sektöründe yapımcı olarak çalışıyor. İsviçre vatandaşı.

 

Lezbiyen Alice Weidel’ın partisi AfD federal Alman parlamentosunda LGBTQ+ haklarına karşı en homofobik parti. 2019 yılında eşcinsel evliliklerin iptali için dilekçe vermişler. AfD yayınladığı bir manifestoda "Siyasi aile idealimiz; anne, baba ve çocuklardan oluşan bir ailedir" demişti.

 

Peki nasıl bağdaşıyor?

 

Bir sigara tiryakisinin kapalı alanlarda sigara yasağını önermesi gibi mi? Evet bunda bir çelişki yok, bir sigara tiryakisi bu yasağı çocukları için isteyebilir.

 

Alice Weidel’da ise bağdaşma başka türlü:

Çünkü Batı’da cinsel özgürlük, insanların cinsel tercihlerini sapkınlık olarak gören dinbaz göçmenlerin karşısında neo faşizme kendi “öz” toplumuyla aidiyet kuran kültürel bir ırkçılık imkânı da tanıyor. Özellikle İslami göçmenlere karşı yaşam tarzıyla. Cinsellik modernizmi derecelendiriyor: ‘Yadırgıyorsunuz, çünkü siz ilkelsiniz.’

 

Peki ya Ortadoğu’nun İslamcı yolsuzluklarına sırdaşlık sağlayan homoseksüel lobilerin aynı zamanda LGBT karşıtı propagandaları... Hatırlıyorum, 1992 seçimlerinde Mustafa Sarıgül’ün yeni kaset çıkarmış türkücüler gibi poz vermiş seçim afişinde aynen şu yazıyordu: ‘Bu delikanlıya oy verilir!’ Amacım Doğulu böyle bir cinsel ikiyüzlülükle Batılı Alicevari cinsel ikiyüzlülük arasındaki farkı anlatmaktı, tıkandım kaldım.


 

                                             BOZA



 

Vefa bozasının şişesinde eşantiyon tarçının iliştirildiği kartonda firmanın tarihçesini okumaya çalışıyorum. Minicik harfler. Yakın gözlüğümle bile sökmesi zor. Yıllardır bu bozayı içtiğim halde neden şimdi?.. Bir boşluğuma geldi diyeyim. Aslında bir açıklaması var ama iyi ki konuyu dağıtma eğilimime karşı ‘neyse’ gibi bir zarf elimin altında. Evet, neyse.

 

Firmanın tarihçesinden birkaç cümle:

 

“Hacı Sadık Bey (büyükbabamız), 1870 yılında Arnavutluk Prizze’den İstanbul’a gelir. O yıllarda bozanın sulu kıvamlı, ESMER renkli ve EKŞİ lezzetli biçimde, şehir halkından 200’e varan esnaf tarafından yapılıp satıldığını görür. O dönemde farklı bir yöntem dener ve bugünkü haliyle yani koyu kıvamlı, AÇIK SARI renkli henüz yeni mayalanma kabarcıklarının oluştuğu andaki ÇOK HAFİF EKŞİMSİ lezzeti, bu markanın ilk imzası olur.”

 

Büyük harfler bana ait. Yine konuyu dağıtacağım ama başka biçimde. (Meraklısına not: mesela bir kitabı zaman zaman da olsa "konuyu dağıtarak okuma" özgün düşünmeye kapı açar.)

 

Osmanlı saray ırkçılığının Tanzimat dönemiyle yaygınlaşan bir tezahürü yok mu burada? Osmanlı haremine kadınlar genellikle Çerkez, Gürcü ve Abhaza kökenli kadınlardan seçiliyordu. Yani sarışın, kumral, açık tenli kadınlar. Bunun bir tık üstü, Rum, Slav ve Doğu Avrupalı kadınlardı; daha sarışın, daha açık tenli kadınlar padişahların gözdesiydi. (Kürt kadınlarının tercih edilmemesi günümüz “kardeşlik” vurgusunun tarihsel dayanağı olabilir.) Tanzimat bir anlamda açık rengin saray sınırlarının dışında popülerleşmesidir. Ama nesnelerde dolayım kazanarak.

 

Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum. Kasabada, köylerde binbir çeşit meyve olurdu, (Ahh Tirebolu’da kendi köyümün armutları!) Sonra bir gün kasaba manavına dışarıdan elmalar, portakallar gelmeye başladı. Açık tenli, biçimli, yakışıklı meyveler. Onlar daha pahalıydı ve ilk başta zenginlerin sofrasını süslüyordu. Görünüş, tada baskın çıktı. Yeni nesil birçok meyve çeşidini bilmiyor, çoğu da yok oldu zaten.

 

Irkçılığın bilinçdışı pörtlemesi.

 

Dağ başında bir köye yerleşirsem belki esmer ve ekşi bir boza yaparım kendime.

 

 


23 Aralık 2024 Pazartesi

Kamusal Alanda İşsizlik Halleri

 








 

Robert Darnton’un ‘Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?’ kitapçığında 1789 öncesi Paris’ini anlatan bir sahne beni sarstı. Paris’in orta yerine kurulan bir panayırda kasapların vahşice kestiği hayvanlar, her tarafa dağılan kan ve insanların yer yer pıhtılaşmış kana basmadan yürümelerinin imkânsızlığı. Okurken içim daraldı. Çocukluğumun geçtiği kasabanın mezbahasını hatırladım, köprü üstünde birden durup acı acı bağırarak  gitmemekte inat eden hayvanlar geldi gözümün önüne, acaba dereden gelen kan kokusunu mu alıyorlardı? Diğerinin acısını hissedip elinden bir şey gelmemenin çaresizliği=Kendini aşağılama.

Robert Darnton ilgili sahneyi dönemin bire bir tanığı olan yazar Louis Sebastien Mercier’den alıntılıyor. Mercier’in adı yabancı gelmedi. Google’a baktım kitabı Türkçe basılmış. Devrim öncesini anlatan çıplak gözlemler. Yanılmıyorsam antropolojinin ilk örneklerinden. Kitap Zeyrek’te bir sahafta görünüyor. Telefon açtım, kitabın adını söyledim: “Paris Tablosu.” On dakika sonra mesaj geldi: “Kitabınız hazır.” El cevap: “İki saate kadar oradayım.”

Güzergâhım belli: Söğütlüçeşme’de Marmaray’dan in Kadıköy İskelesi’ne yürü, Karaköy vapurundan in Galata Köprüsü’nden Eminönü’ne geç Unkapanı yönünde devam.

Günlerden Cuma, saat 14’e beş-on kala evden çıktım.

Boğa Heykeli’nin orada kalabalık iyice arttı. Yokuş çıkanların ve rıhtıma doğru inenlerin birbirine karıştığı insan seli. Veya çıkma ve inmenin başka bir tezahürü: Yüzler ve enseler. Ya dedim içimden bugün tatil değil, mesai saatleri içindeyiz, bu insanlara “işsiz” demek yanlış olmaz herhalde. Fiilen işsiz (kuryeler hariç). Hadi bakalım kamusal alanda işsiz davranışları… şöyle bir yöntemle hareket ediyorum, onları işsiz olarak etiketlemediğin diğer zamanlardaki gibi gör. Cep telefonumun not sayfasını açtım, ne de çabuk yazarım ya. Olsun, sadece benim anlayacağım biçimde cümleleri kodluyorum, evde temize geçerim. Neyse başladım.

Bir eli cebinde kaldırımın kenarında dikilen adam, karşıya mı geçmeye çalışıyor yoksa can güvenliği için aşırı ihtiyatlı mı belli değil.  Karşıya geçmek için bana katılan iki kişiyle birlikte davranmadı.  Karşıdan karşıya geçmek gibi ataklı eylemler insanı işsiz göstermiyor. Geriye dönüp adama yeniden baktım, yok canım adam hayatı ağırdan alıyor, tuzu kuru.

Karşıdan gelen uzun boylu adam cep telefonuyla konuşuyor, beni görüyor, etrafa da bakıyor. Ama konuşma ve kulak verme hali görsel dikkatini saklıyor. Cep telefonu aktive edici olduğu kadar çevreye dalgınlık da salgılıyor. Cep telefonuyla ilgili üç çeşit davranış sayabilirim: konuşanlar, ekranına bakanlar, elinde taşıyanlar. Bir de görüntülü konuşanlar; onlar fazladan gülümseme halindeler. İnsanların cep telefonlarıyla girdikleri bu aksiyon bedenlerini ikiye bölüyor: işitmeyle ahalinin dışında, görmeyle içinde. Her çeşitten görüyorum. Önüm sıra yürüyen bir kızın sıkı kalçaları, kot pantolonunun arka cebinde cep telefonu, üçlü kamerası üstte. Sanki poposuyla dünyayı kaydediyor. Yoksa beni de mi? Her görme bir aklından geçene yol açar, ama göz yine de bir sansür organıdır. Kızı geride bırakıyorum. Güzel bir kız meşgale yaratır, işsizliği önler.

Elinde poşetleriyle şişmanca, kısa boylu, pardesülü, başları kapalı dört kadın. İkisi önde ikisi arkada. Biri yürümekte zorlanıyor. Yürüyüşün temposunu belirleyen o. İşsiz gibi görünmekten koruyan en önemli şey: poşet taşımak. Peşlerinde tekerlekli valizlerini sürükleyenleri de gördüm, ne çoklar. Söğütlüçeşme hem Marmaray hem de hızlı tren istasyonu ne de olsa. Gidenler, gelenler; bir amacı olan insanlar. Bedeniyle anlam yaratanlar işsizlikten korunuyorlar.

Öğrencileri ayırt edebiliyorum. Doğru ya okulların dağılma zamanı. Sadece okul kıyafetlerinden değil. Öğrenci eve gidince sivilleşiyor ancak, çantasını eve bırakınca, üzerine başka bir şey giyince. O zamana kadar o öğrenci eğretiliği üzerlerine yapışık. Öğrenci olmak çocuk kalma yaşını büyütüyor. Çocuk, işsiz sayılmaz.

El ele tutuşmuş çiftler. Siz iki sevgili görüyorsunuz ben iki küstah görüyorum. Yanlış anlamayın sevgili olmalarında gözüm yok. Bilirsiniz İstanbul’da kaldırımlar dar, bu çiftler sıkış tıkış ancak üç kişinin geçebileceği kaldırımda kendilerinden başka kimse yokmuş gibi yayılıyorlar ya, yüzlerinde de aldırışsız bir hoşnutluk, itirazım ona. Çiftlerde 1+1=2 değil, onların darası da var. Sevgi yerine güç salgılıyorlar. Onlara yol vermiyorum, kaldırımı da terk etmiyorum, trafik levhası gibi üç saniye kadar kıpırtısız duruyorum. Elemanların akordeon gibi büzülmesini seyretmek güzel. Ha şöyle… Ama çift olmak işsiz görünmeye karşı en doğal panzehir. Kadınlar için çift olmanın başka bir artısı daha var. Kadınlar tek olduklarında sokakta yavaş yürümezler, öteye beriye pek bakmazlar; çift olduklarında ise birden flanöz kesiliyorlar. Pardon büyük konuşmayayım, yavaş yürüyen kadınlar da var. Kol kola iki yaşlı kadın. Ne kadar da kırılganlar. Gerçekten kırılgan, biriyle çarpışınca kemikleri acıyacakmış gibi. Yaşlılar zaten işten muaftır.

Sanki adres arıyormuş gibi göz hizasından yukarı bakan biri, binaların üst katlarında tabelalara. Kolay taklit edilen bir bakıştır bu.

Pusette çocuk gezdiren türbanlı kadınların gururu…

Hiç hesapta yokken Kadıköy Balık Pazarı’na saptım. İzdiham. Yürüyüşüm birden yavaşladı. Acelem yok. Herkes gibi potansiyel müşteriyim ben, var olmanın en meşru hali. Açıkta satılık ne varsa bakıyorum. Belki de AVM’lerin bir çekiciliği de burada, işsiz gibi değil müşteri gibi görünmemizi sağlıyor. “Buyruun!” diye bağıran tezgahtarın hayali müşterilerinden biriyim. Başıboş kalabalığın anlamlı bir gruba dönüşmesi.



Bir yere yetişmek için hızlı yürüyenler, slalom yapanlar. Onlar da işsiz gibi görünmüyor. Yol bir güzergah değil onlar için, bir fazlalılık.

Sırt çantası olanlar. Göçerler. Yükünü tutmuş gidiyorlar. Pahada ağır yükte hafif veya tersi pahada hafif yükte ağır bir şeyler taşıyorlar. Hele ellerinden birini askıda sabitlemişlerse.

Rıhtıma iniyorum, sırtını denize vermiş sakallı biri gitarıyla türkü söylüyor: “Nar-ı firgat ile hasretim yara.” Banklarda oturanlar. İşte işsizliğin örtbas edilemeyecek hali diyeceksiniz ama öyle değil. Kadıköy’ün bu mıntıkasında lebi derya bir bank bulmak bir faaliyet biçimi. Oturmak pasif olsa da yer kapma eylemini öncelediği için işsizliği akla getirmiyor.



Vapurun kalkmasına on dakika var. Vapur henüz iskeleye yanaşmamış. Bir kadın dikkatimi çekiyor, sağda pencereden denize bakan. Hüzünle bakıyor. Yüzünü görmüyorum ama bütün bedeni hüzün. Kollarını göğsünde kavuşturmuş. Bir adam geliyor, kadının tam arkasında duruyor. Kadına o kadar yakın ki? Acaba taciz mi edecek? Ne olduğunu görmek için kendimi çapraza alıyorum.  Adamın yüzünde hınzır bir gülümseme, direkt kadının saçlarına bakıyor, alabildiğine kısa mesafeli kilitlenmiş bir bakış bu. Kadın hiç farkında değil, yüzü tahmin ettiğim gibi hüzünle gölgeli. Ve güzel. Adam kadının omzuna dokunuyor. Kadın irkilerek dönüyor, anlık tepki zincirlemesi: şaşırma, sevinç, sarılma. Ama bir karşılaşma sarılması değil bu. Kafamda kurdum bile, biraz önce kavgayla ayrılan iki sevgilinin sarılması; ‘Beni asla bırakma!’ Kolları bunu söylüyor. Çiftken tek oluyorlar. Biraz önce bolca gördüğüm el ele tutuşmuş kaldırım işgalcisi çiftlerden değiller. Geriye çekilerek onlara yer açıyorum.

Galata Köprüsü’nde balık tutan adamlar, içlerinde hiç kadın yok. Yarımşar metre arayla bir uçtan bir uca dizilmişler. Yararlı bir iş yaptıklarının belirtisi, kovalarda canlı balıklar. Sadece istavrit. Haliç’in pis suyunda hayatta kalmayı başarmış tek darwinist balık türü.



Cuma namazı çoktan bitti ama Yeni Cami’nin imamı hutbeye devam ediyor, hz hoparlörün sesi dışarıda. Saate baktım 15:05, İstanbul namaz vakitlerine baktım ikindi 15:26’yı gösteriyor. Merdivenden çıkanlar var, peşlerine takıldım camiye girdim. Girişte ‘Ayakkabılarınızı burada çıkarın.’ yazıyor, çıkardım elime aldım. Sağda loş bölmenin arkasında kadınlar dua ediyor. Hoca peygamberlerin mucizelerini anlatıyor. Elli altmış kişi dinliyor, tam bir teslimiyetle. Yanlarda duvara yaslanmış dinleyenler de var, bir tanesiyle göz göze geldim. İnançsız olduğumu ben biliyorum ama sanki o da biliyor. Tam o anda ilginç bir şey oldu, burnuma Muhittin’in kokusu geldi. Allah Allah dedim içimden Muhittin ne iş? Elimde tuttuğum botlarımdan Muhittin’in keskin sidik kokusu. Muhittin botlarıma işemiş. Muhittin kedimiz olur. Camiden çıktım. Uzayalım abi. Camiye gidenler de işsiz sayılmaz.

Viyana Kahvesi’nde garson kızın eli arkada duruşu, müşteriyi sıkboğaz etmemenin ve emre amade olmanın abartılı hali. Masalar dolu. İşsiz değiller. 

Plakçılar Çarşısı’nın önünden Saraçhane’ye doğru yürürken irice bir koliyi iki yandan kollarıyla baskılayarak taşıyan adam, pantolonu kıçından düşmüş, iyi ki karısı ya da sevgilisi bu halini görmüyor.

Belediye Anıt Parkı’nda elleri rengi solgun montunun cebinde otuz yaşlarında bir adam, hafif kambur, yağmur yağmıyor ama sanki yağmurdan korunuyormuş gibi boynunu içine çekmiş. İşte dedim gerçek işsiz. İşi varmış gibi görünmeye çalışmıyor.

Aradan üç gün geçti. Mercier’in Paris Tablosu kitabını okudum. Kitapta Paris’in orta yerine kurulan açık mezbahanın anlatıldığı sahne yoktu. Meğer kitabın orijinali dört ciltmiş. Türkçeye çevrilen özet baskıya almamışlar.

 



7 Aralık 2024 Cumartesi

CANİKO


                                          Colette, 1873-1954



Colette’in ilgili romanından Annie Ernaux’nun Genç Adam anlatısını okurken haberdar oldum. Aynen şöyle yazmış Ernaux: “Colette’in yeniden okuduğum ‘Cicim’ romanının Lea’sı da değildim.

Ernaux ‘yeniden okuduğum’ diyor; Nobel almış yazar bir romanı ikinci kez okumuşsa atlamak olmaz, ben de okumalıydım. İnternet’e baktım Türkçe baskısı var. Bir de Nadir Kitap’a bakayım dedim. Oo bol miktarda Cicim var, hem de ayrı ayrı, İnci Kaplan Gül çevirisi ve Azra Erhat çevirisi. Kargo ücreti pahalıya geldiği için kitabı bizzat kendim gidip alacağım. İki üç sahafı kenara not ettim. Gidip alacağım derken dükkanı açık olanları kastediyorum. Yoksa sahafların çoğu kira yüzünden kapanmış, evden çalışıyorlar. Ben de Kadıköy, Beşiktaş, Üsküdar, Beyoğlu civarında mimlediğim sahaflara gidiyorum. Maksat spor olsun. Tasarruf da olsun tabi.

Colette’in bende sadece bir kitabı var: Claudine’in Evi. Okudum ama çok önceden, biri anlat nasıldı dese tek kelime edemem (hatırlamadığın kitabı okudum diye yaftalamak ayıp galiba).  Dur bakalım Colette’in başka neleri varmış diye Nadir Kitap’a yeniden baktım. Aaa Caniko diye bir kitabı. Sakın bu ‘Cicim’ romanının başka bir çevirisi olmasın? Yeniköy’de bir sahaf. Gitmeden önce kitabı hazır etmesi için sahafa telefon açtım. Çünkü kitap bazen başka depoda oluyor, getirmesi bir gün sürüyor. Ama telefon açmadan önce kısa bir tedirginlik yaşadım, bunu söylemesem olmaz. Telefona kız çıkarsa kitabın adının Caniko olduğunu söylemek hiç de kolay değildi. Bu yüzden kendimi Caniko demeye alıştırdım. Sanki birinin el yazısını güçlükle okuyormuşum gibi, iki üç kez tekrar ederek.  Tekrar dikkati dağıtır. Şansıma telefona erkek çıktı ama Caniko derken yine de  biraz utandım. İtiraf etmeliyim ki utancım bundan sonra okuyacaklarınız için bana yol gösterdi.  

Caniko’nun çevirmeni Vivet Kanetti romana bir de önsöz yazmış. Romanın orijinal adının ‘Cheri’ olduğunu ondan öğrendim. V. Kanetti  ilk Azra Erhat’ın Cicim diye çevirdiği romanın adını neden Caniko diye çevirdiğini anlatmış. Cicim’de iyelik eki var, bu orijinal ada uymuyor demiş. Bir ara aklından ‘Canısı’ demek de geçmiş ama Caniko’da karar kılmış. Her iki çevirinin de bendeki imaja ters düştüğünü önsözü okudukça fark ettim, Caniko veya Cicim’in  bende yaptığı çağrışım çıtır kız. Sanıyorum Türkçe konuşan çoğu insanda da öyledir. Diğerini yaşça  küçülten bir hitap. Yanılmışım, Caniko meğer erkekmiş. Kırklarında madam Lea arkadaşının 17 yaşındaki oğluna bu adı takmış. Olgun kadın ile genç erkek arasında yasak aşk. Tabi bir Fransız’ın romanın adına bakarak benimle aynı hataya düşmesi imkânsız. Fransızcada “sevgili”ye takılan bir ad olduğu kadar şefkati de ileten ‘Cheri’nin erkek ve dişi kullanımları farklı. Dişiler için sözcüğün sonuna ‘e’ harfi eklemek yetiyor: ‘Cherie.’ Okunuşu ‘şeri’, ‘ş’ sesi ‘ç’ye de yatkın. Ama sözcüklerin iki cinsiyette de söylenişleri aynı. Ortaokul-lise Fransızcamla bu kadarını biliyorum. Sanki sesin bu benzeşmesi sözcüğün cinsiyetçi karakterini muğlaklaştırıyor. Eğer dediğim doğruysa Colette’in bu adlandırma tercihi başka bir anlam kazanıyor. Yazının bundan sonrası serbest dalış.

Colette’in döneminde (19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı) ‘cheri’ acaba gay erkekler için de kullanılan ortak bir sözcük müydü? Sözcüğün yaygın ve olağan kullanımı kadınlara hitap olan ‘cherie’ ise bu bana doğal geliyor. Erkeklerin İngilizcede kadın sevgiliye ‘baby’ demesi gibi (karşıdakini yaşça küçültüp daha çok şefkat ileten bir pedofil tatmini de vardır bu söyleyişte). Kadınların sevgililerine baby demesi epey sonra. Roman yayınlandığı 1906’da sansasyon yaratıyor, yadırganıyor. Zamanına göre yaşlı sayılabilecek bir kadın ile yeniyetme bir erkeğin aşkı. Daha çok cinsel aşk. Ama kitaba müstehcenliği veren yazarın dobra anlatımı değil. Kadının erkek sevgilisinden epey büyük olması. Nihayetinde bir arkadaşının oğlu. Ama müstehcenliği bu haliyle anlamamız yine de sığ kalır. Müstehcen olan cinselliği de derinleştirecek biçimde her zaman daha karanlıktadır.

Romanlarda olgun kadın genç erkek aşkı Colette öncesinde de vardı. İlk aklıma gelenler: Anna Karannina (Tolstoy), İlk Aşk, Babalar ve Oğullar (Turgenyev), Bel Ami (Maupassant), Adolphe (Benjamin Costant), Duygusal Eğitim (Flaubert), Kırmızı ve Siyah (Stendhal)… Aslında yaşları birbirine yakın ama kadının evli, erkeğin bekar olması yüzünden kadının daha olgun (anne olması bu olgunluğu daha da artırır) bir imaj verdiği romanlar da vardır: Genç Werther’in Acıları (Goethe), Vadideki Zambak (Balzac) gibi.

Ama neden Colette’nin Caniko’su bu kadar sansasyon yarattı?

Herhalde bütün sır Colette’in bir kadın yazar olmasında ve romanını kadın kahramanı Lea’nın gözünden anlatmasında. Dönemin ruhu ortalama insan ömrüne göre kocakarı denebilecek yaşta bir kadının arzu duymasını üstelik bu arzuyu bir kadın yazarın anlatmasını hiç de hoş karşılamazdı.   Oysa bazı kadınlar için aşk biraz da bu dengesiz yaş aralığında ortaya çıkar. Erkek için yeni, kadın için gecikmiş bir aşk. Genç erkeğin olgun kadının arzusunun semptomu olması durumu. Genç erkeğin varlığı ifşa edicidir burada, olgun kadının arzusunu ifşa eder. İşte ‘Cheri’ bu arzuyu kamufle etmeye yarayan mutedil bir ad. Bir Fransız bu sözcüğü duyduğunda içini bir tatlılık ve şefkat duygusu kaplar. Bu kadınsı ad, sevgiyi ve hassasiyeti yansıtır. Sıcak ve güven vericidir. Melodik bir tınısı vardır. Türkçe kendi kendinize tekrarlayın göreceksiniz: ‘Şeri…’ sanki pastanede özel bir tatlı sipariş ediyorsunuz. Colette’in elinden gelen bu, romanın adıyla bir oto sansür yapıyor. Yine de ileri bir adım, düşünün Colette’ten bir iki asır öncesi kadınlar için yazar olmak bile tabuydu, yazar olanların bir kısmı da oto sansürü bizzat kendi adlarında gerçekleştiriyorlardı (erkek müstear ad alarak).

Romanda başka bir oto sansür daha var. Âşık Lea’nın kibar fahişe olması.  Genç erkek olgun kadın aşkını meşrulaştıran diğer etken. Fransa’da kibar fahişe (Balzac’ın aynı adlı romanındaki “Les courtisanes”) birtakım görgü oyunlarıyla (resim yapmak, bir müzik aleti çalmak gibi) zengin erkekleri ayartıp lüks içinde yaşayan kadınlardır. En başta güzeldirler. Birlikte oldukları erkeklere statü kazandırırlar. Geçmişleri ta saraya kadar gider. Ama öyle asaletleri falan olduğu için değil.  Fransız devriminden önce kralın sarayında bir şekilde yer edinen dalkavukluğu da gösterir biçimde bir tür nezaket gösterisi yapan ‘courtisan’dır onlar. Evet ‘courtisan’ saray mensubu anlamına gelir. 1850’den sonra sanki geçmişini adında taşıyarak küçük bir harf eklemesiyle değişirler, la courtisane olurlar. Yani kibar fahişe. Kibar fahişeler güzelliklerini çarçur ederek servete kavuşurlar. İleri yaşlarda kendi malikanelerine çekilirler. Neyse sosyolojiyle konuyu dağıtmayayım… buradan konuyla bağlantılı çıkaracağımız kestirme sonuç, geçmişlerinde kibar fahişe olan kadınların kötü sicilinin ileri yaşlarda "aşk"a uygun bağımsızlıklarının temelini atması. Romanın adı hakkında birkaç şey daha söyleyeceğim.

 

Cüret ile savunmayı aynı anda üstlenen bir sözcük ‘cheri’. İma etme ile cayma (başka bir şey ima etme). Ama doğrudan gösterme değil, hep ima etme. Biz ‘ima’yı bizi asıl anlama götüren protez anlam olarak görme eğilimindeyiz. Hayır, böyle değil. İma kendi özgün anlamını da yaratır. Nasıl? Kadınlar için eski aşığın müstear adı (kadının taktığı ad) bir intikam da içerebilir. Ad bizi sözü edilen kişiye değil kadının intikamına hizmet eden çarpıtmaya götürebilir. Cheri olgun kadının genç adama duyduğu aşkı hafifleten bir şey. Yine de adın bu “karma” imgesine aldanmamak gerekir. Colette, erkek yazarların anlattığı genç adam olgun kadın aşklarından daha cesur bir iş yapıyor. Bir kadın yazar olarak kadının arzusunu itiraf ediyor. İtiraf asidir burada. Erkek yazarların genç adam aşklarında ise itiraf hoşgörü dilenir.

Cheri yani Caniko modernizmin dönemeçlerinden biri. Romanın sonlarında Lea sevdiği genç adama şöyle bir laf eder: “Beni bağışla Caniko: İkimiz de bir saat sonra ölecekmişiz gibi seni sevdim. Senden yirmi dört yıl önce doğduğum için, mahkûmdum, seni de beraberimde sürüklüyordum.” Bu veda sözüdür aynı zamanda.

 

Annie Ernaux ise daha hayatın içinde, daha sivil bir aşkı anlatıyor; dünya değişiyor, yine de bitmemiş bir süreç bu. Kendisinden otuz yaş genç bir üniversiteli sevgiliyle geride kalmış aşkını anlatıyor. Ancak yazınca bitmişliği hak eden aşk. Colette’in zamanında bu aykırı aşıklar gizlice bir eve kapanırlarken, Annie Ernaux’nun zamanında artık kamusal alandalar. Hoş, yine rahat sayılmazlar. Şöyle yazmış Ernaux: “… bize benzeyen çiftler hemen gözümüze çarpıyordu. Onlarla sırdaş bakışlarla göz göze geliyorduk. Bize benzeyen insanların varlığına ihtiyacımız vardı.” Ama diğer insanların nezdinde risk her zaman yanı başlarında: “Aslında gördükleri biz değildik, adlı adınca olmasa da, gördükleri ensestti.”

Bu yazıyı yazarken bir taraftan da Andrew Roberts’in muhteşem kitabı Napolyon biyografisinin son sayfalarını okuyordum. Birden aklıma Napolyon’un kendisinden altı yaş büyük Josephine’le evliliği geldi. İlgili sayfayı buldum. Nikahları kıyılırken Napolyon kendi doğum tarihini iki yıl geriye çekiyor, Josephine’nin yaşını da dört yıl küçültüyor.