KURBAN

KURBAN
Ayasofya Hünkâr Mahfili
İbn Cübeyr
Seyahanamesi’nde ilk maksurenin Emevi Camii’nde kurulduğunu okuyunca biraz
duraksadım. Maksure Arapça sınırlanmış, kuşatılmış tahsis edilen yer anlamına geliyor.
Mahfil sözcüğüyle eş anlamlı. Ama birazdan sözünü edeceğim somut mimari yapı
olarak eş anlamlı. Yoksa mahfil toplanma yeri demek. Bu durum bir soruyu hak
ediyor: Nasıl oluyor da etimolojisi bu kadar farklı iki sözcük eş anlamlı hale
gelebilmiş?
Nesnenin zamanla aldığı çift
anlamlılığın rolü olabilir mi? Nesnenin iki farklı sözcüğü iki farklı işlevle
kendi bünyesine katarak homojenize etme süreci?.. Dur bakalım.
Evet konumuz mimari form olarak maksure.
Kısa anlatacağım.
Emevi Camii’nin kadim tarihini geçiyorum. İsteyen İnternet’ten bakabilir.
Ben İbn Cübeyr’in hiç sormadığı bir sorudan başlayacağım: Neden Emeviler cami içinde maksure diye bir yapıya ihtiyaç duydular? Nedenini güvenlik sorununa bağlamak mümkün; çünkü camiler suikast yapılan yerler ve pek de korunaklı değiller. Dört Halifeden Ömer ve Ali’nin de camide öldürüldüğü hatırlarsak. Emeviler’in yağmacılıkla zenginleşmelerinin kendileri için bir güvenlik sorununu da beraberinde getirdiği açık. Bu güvenlik sorununu gösterişle birleştirmeleri akla yatkın.
Araplar Şam şehrini 634
yılında ele geçirince önce katedral olan (Vaftizci Yahya adıyla) Emevi
Camii’nin bir kısmını Müslümanlar için ibadete açtılar. Yetmiş yıl sonra da Bizans’tan
getirilen usta ve mimarlarla binayı yeniden inşa ederek tümden camiye
çevirdiler. Tabi bu camiye çevirme işini basit bir el değiştirme veya yık
yenisini yap olarak görmemek gerekir. Mesela Ayasofya’nın camiye çevrilmesi
gibi. Emevi Camii’nin inşasında kilise mimarisine bir meydan okuma vardı:
Kilisenin olduğu yerde ama ondan daha büyük ve daha ihtişamlı bir yapı. Maksure ilk başta bir güvenlik kafesi işlevini
yerine getirse de aynı zamanda bu ihtişam arzusuyla çift anlam kazandı. Maksure
(kafes) hem koruyor hem de ilgili ünlü kişiye (halife, padişah, sultan)
dokunulmazlıkla bir mahremiyet veriyor. Dolayısıyla hem sınırlanmış anlamıyla maksure,
hem de elitlerin camideki varlığının (özellikle cumaları) herkesin orada
olmasını teşvik edici anlamıyla mahfil. Yüklem, yani ünlü kişinin camide yaptığı iş (namaz
kılması) oradaki ümmet üzerinde bir eşitlik
yanılsaması da yaratıyor, öte yandan ona ayrılan özel bölmeyle bu eşitliği bir
tenezzüle dönüştürüyor. Emevi Camii’nden önce Bizanslılar tarafından yapılan
Vaftizci Yahya Kilisesi’nde krallar ve soylular için özel bölme var mıydı
bilmiyoruz. Çünkü yıkım taklit ithamını da ortadan kaldırmayı amaçlamış belli
ki. Ama olduğunu varsaymamız gerekiyor.
Din ve devlet
yakınlaşmasının Hristiyanlıkta ve İslamiyet’te birbirine ters süreçlerde
geliştiğini hatırlamanın yararı var bu noktada. Hristiyanlık ilk zamanlarında
avamın diniydi, Romalıların Hristiyanlaşması ve sonra dinin saraya ulaşmasıyla
kiliseler şapelden katedrale terfi etti, katedrali yapan başta kral olmak üzere
zengin sınıfın mimarları kralın ve soyluların ibadeti için özel bir
bölüm ayırdılar. Üst galeride yukarıdan ayinleri izleme konumunda. Bir loca
gibi (mimaride kilise mahfilleriyle tiyatro locaları arasındaki ilişkiye dikkat). Bu locanın aynı zamanda güvenlik işlevi olsa da asıl işlevi statüydü. Yani
ben kral olarak papazdan, piskopostan, papadan vb üstünüm pozisyonu... Aynı
Tanrı’ya inandım diye sizinle eşit olduğumu sanmayın, herkes bunu böyle bilsin.
İslamiyet’te ise din devletin
kurucu ögesi olarak bu mekân bilgisini güvenlik işlevini öne çıkararak
devraldı. Onun olası taklit ithamını baskılayıp kendi özgünlüğünü ortaya
çıkarması tam da nesnenin çift anlam sırasını değiştirmesiyle ilgili.
Farkındayım karışık bir ifade oldu. Yeniden deneyeceğim, en iyisi bir örnekle:
Bilirsiniz Ayasofya en
eski katedrallerden biri, İstanbul’un fethinden önce orada kralların ibadeti
için üst galeride özel bir bölme vardı. Hâlâ izleri yerinde duruyor. Kral oraya
sarmal taş rampayla çıkardı. Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’da ilk Cuma namazını
aksine ana ibadet alanı olan zeminde kıldı. Bunun kiliseyi camiye çevirmekten fethi
perçinleyen daha güçlü bir sembolik anlamına dikkat çekmezsek konuyu ıskalamış
oluruz. Şu: Seni taklit etmiyorum, altüst ediyorum. Ama İstanbul’da Fatih,
Süleymaniye gibi camiler yapılınca padişahlar kendi özel bölmelerini
kiliselerden taklit ettiler: Hünkâr mahfiliyle. Bunun ilginç tezahürü yine
Ayasofya’da gerçekleşti. III. Selim Ayasofya’ya Hünkâr mahfilini yaptırdı. Yine
güvenlik sorunun öne çıkararak ama mahfilin diğer işlevi protokolü de gözeterek.
Önemli camilerde hünkâr
mahfili hocanın hutbe okuduğu minberden yüksektedir. Aynı taklit burada da
geçerli. İbadette eşitiz ama o kadar da değil.
Belki de nesne çift
anlamını koruduğu için yüzyıllar boyunca varlığını sürdürebildi.
Cumhuriyet’in sessiz
değişikliklerinden biri devlet ileri gelenlerinin namazlarını hünkâr mahfili
yerine ana ibadet yerinde kılmalarıdır. Ama Tayyip Erdoğan’ın Cuma namazlarında
cemaatle arasına güvenlik güçlerini
koyarak kadim davranışa döndüğünü görüyoruz. Üstelik cemaat kalabalığını da bu
derin ayrımın üzerine ekleyerek. Güvenlik güçleri güvenlik sorununu ortadan
kaldırdığı için ibadet yine şatafata evriliyor. Nietzsche’nin ebedi geri dönüş
kavramının tecessümü.
Bu hafta sonu Almanya’da erken seçim var. Anketlerde Alice Weidel’in
başkanlığını yaptığı neo faşist AfD yüzde 20’yle ikinci parti görünüyor.
Dünkü Bild gazetesi röportajda Alice Weidel’a ilginç bir soru sormuş:
“Almanya’ya başbakan olmak istiyorsunuz, eğer bu gerçekleşirse İsviçre’de
yaşayan ailenizle Almanya’ya taşınacak mısınız?”
İçimden allah allah dedim, Avrupa Birliğini dağıtmak isteyen milliyetçi bir
kadının ailesi İsviçre’de yaşıyor, ne iş? Henüz sorunun şaşkınlığını üzerimden
atamadan Alice Weidel’ın soruya cevabı beni iyice afallattı:
“Ben bu ülkeye hizmet etmek istiyorum. Ve benim harika karım İsviçreli ve
İsviçre'de kalıyor. Şu ana kadar böyle. Ve buna uygun olarak, insanların bu
konuyla çok daha az ilgilenmelerini isterim."
Weidel’in telkininin benim üzerimde geçerli bir etkisi olmadı tabi. Aksine
onun özel yaşamıyla daha çok ilgileniyorum. Neo faşist bir lider kadın, eşi
için ‘benim harika karım’ diyorsa nasıl ilgilenmem. Yadırgıyorum ama olumlu bir
anlamı da var bunun. Sanki neo faşist imajını cinselliğiyle yumuşatan bir şey.
Cinsel tercihini cesurca söylemesinin beni yanıltmaması için yine de
ihtiyatlıyım.
Ama bir faşist, bir muhafazakâr, veya bir sağcı cinsellik konusunda her
zaman ikiyüzlüdür. Cinsellik deyince solcular da az iki yüzlü sayılmazlar. Şunu
genelde diye tüm insanlar için söyleyeyim de kurtulayım: Evet, insanlar
cinsellik konusunda her zaman ikiyüzlüdür. (Kimsenin özel hayatı bizi
ilgilendirmez sözü bu paylaşılmış ikiyüzlülüğün kamusal savunmasıdır ve başka
bir ikiyüzlülüktür.)
Konumuz neo faşist Alice Weidel’ın ikiyüzlülüğü. Somut.
Biraz araştırdım.
Alice Weidel’ın karısı Sarah Bossard bir Sri Lanka göçmeni. Üç aylıkken
İsviçreli bir aile tarafından evlatlık alınmış. Amerika’da sinema eğitimi
görmüş. Film sektöründe yapımcı olarak çalışıyor. İsviçre vatandaşı.
Lezbiyen Alice Weidel’ın partisi AfD federal Alman parlamentosunda LGBTQ+
haklarına karşı en homofobik parti. 2019 yılında eşcinsel evliliklerin iptali
için dilekçe vermişler. AfD yayınladığı bir manifestoda "Siyasi aile
idealimiz; anne, baba ve çocuklardan oluşan bir ailedir" demişti.
Peki nasıl bağdaşıyor?
Bir sigara tiryakisinin kapalı alanlarda sigara yasağını önermesi gibi mi?
Evet bunda bir çelişki yok, bir sigara tiryakisi bu yasağı çocukları için
isteyebilir.
Alice Weidel’da ise bağdaşma başka türlü:
Çünkü Batı’da cinsel özgürlük, insanların cinsel tercihlerini sapkınlık
olarak gören dinbaz göçmenlerin karşısında neo faşizme kendi “öz” toplumuyla
aidiyet kuran kültürel bir ırkçılık imkânı da tanıyor. Özellikle İslami
göçmenlere karşı yaşam tarzıyla. Cinsellik modernizmi derecelendiriyor:
‘Yadırgıyorsunuz, çünkü siz ilkelsiniz.’
Peki ya Ortadoğu’nun İslamcı yolsuzluklarına sırdaşlık sağlayan homoseksüel
lobilerin aynı zamanda LGBT karşıtı propagandaları... Hatırlıyorum, 1992
seçimlerinde Mustafa Sarıgül’ün yeni kaset çıkarmış türkücüler gibi poz vermiş
seçim afişinde aynen şu yazıyordu: ‘Bu delikanlıya oy verilir!’ Amacım Doğulu
böyle bir cinsel ikiyüzlülükle Batılı Alicevari cinsel ikiyüzlülük arasındaki
farkı anlatmaktı, tıkandım kaldım.
BOZA
Vefa bozasının şişesinde eşantiyon tarçının iliştirildiği kartonda firmanın
tarihçesini okumaya çalışıyorum. Minicik harfler. Yakın gözlüğümle bile sökmesi
zor. Yıllardır bu bozayı içtiğim halde neden şimdi?.. Bir boşluğuma geldi
diyeyim. Aslında bir açıklaması var ama iyi ki konuyu dağıtma eğilimime karşı
‘neyse’ gibi bir zarf elimin altında. Evet, neyse.
Firmanın tarihçesinden birkaç cümle:
“Hacı Sadık Bey (büyükbabamız), 1870 yılında Arnavutluk Prizze’den
İstanbul’a gelir. O yıllarda bozanın sulu kıvamlı, ESMER renkli ve EKŞİ
lezzetli biçimde, şehir halkından 200’e varan esnaf tarafından yapılıp
satıldığını görür. O dönemde farklı bir yöntem dener ve bugünkü haliyle yani
koyu kıvamlı, AÇIK SARI renkli henüz yeni mayalanma kabarcıklarının oluştuğu
andaki ÇOK HAFİF EKŞİMSİ lezzeti, bu markanın ilk imzası olur.”
Büyük harfler bana ait. Yine konuyu dağıtacağım ama başka biçimde.
(Meraklısına not: mesela bir kitabı zaman zaman da olsa "konuyu dağıtarak
okuma" özgün düşünmeye kapı açar.)
Osmanlı saray ırkçılığının Tanzimat dönemiyle yaygınlaşan bir tezahürü yok
mu burada? Osmanlı haremine kadınlar genellikle Çerkez, Gürcü ve Abhaza kökenli
kadınlardan seçiliyordu. Yani sarışın, kumral, açık tenli kadınlar. Bunun bir
tık üstü, Rum, Slav ve Doğu Avrupalı kadınlardı; daha sarışın, daha açık tenli
kadınlar padişahların gözdesiydi. (Kürt kadınlarının tercih edilmemesi günümüz
“kardeşlik” vurgusunun tarihsel dayanağı olabilir.) Tanzimat bir anlamda açık rengin
saray sınırlarının dışında popülerleşmesidir. Ama nesnelerde dolayım kazanarak.
Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum. Kasabada, köylerde binbir çeşit meyve
olurdu, (Ahh Tirebolu’da kendi köyümün armutları!) Sonra bir gün kasaba
manavına dışarıdan elmalar, portakallar gelmeye başladı. Açık tenli, biçimli,
yakışıklı meyveler. Onlar daha pahalıydı ve ilk başta zenginlerin sofrasını
süslüyordu. Görünüş, tada baskın çıktı. Yeni nesil birçok meyve çeşidini
bilmiyor, çoğu da yok oldu zaten.
Irkçılığın bilinçdışı pörtlemesi.
Dağ başında bir köye yerleşirsem belki esmer ve ekşi bir boza yaparım
kendime.
Robert Darnton’un ‘Fransız Devrimi’nde
Devrimci Olan Neydi?’ kitapçığında 1789 öncesi Paris’ini anlatan bir sahne beni
sarstı. Paris’in orta yerine kurulan bir panayırda kasapların vahşice kestiği
hayvanlar, her tarafa dağılan kan ve insanların yer yer pıhtılaşmış kana basmadan
yürümelerinin imkânsızlığı. Okurken içim daraldı. Çocukluğumun geçtiği
kasabanın mezbahasını hatırladım, köprü üstünde birden durup acı acı bağırarak gitmemekte inat eden hayvanlar geldi gözümün
önüne, acaba dereden gelen kan kokusunu mu alıyorlardı? Diğerinin acısını
hissedip elinden bir şey gelmemenin çaresizliği=Kendini aşağılama.
Robert Darnton ilgili sahneyi dönemin
bire bir tanığı olan yazar Louis Sebastien Mercier’den alıntılıyor. Mercier’in
adı yabancı gelmedi. Google’a baktım kitabı Türkçe basılmış. Devrim
öncesini anlatan çıplak gözlemler. Yanılmıyorsam antropolojinin ilk
örneklerinden. Kitap Zeyrek’te bir sahafta görünüyor. Telefon
açtım, kitabın adını söyledim: “Paris Tablosu.” On dakika sonra mesaj geldi:
“Kitabınız hazır.” El cevap: “İki saate kadar oradayım.”
Güzergâhım belli: Söğütlüçeşme’de
Marmaray’dan in Kadıköy İskelesi’ne yürü, Karaköy vapurundan in Galata
Köprüsü’nden Eminönü’ne geç Unkapanı yönünde devam.
Günlerden Cuma, saat 14’e beş-on kala
evden çıktım.
Boğa Heykeli’nin orada kalabalık iyice
arttı. Yokuş çıkanların ve rıhtıma doğru inenlerin birbirine karıştığı insan
seli. Veya çıkma ve inmenin başka bir tezahürü: Yüzler ve enseler. Ya dedim
içimden bugün tatil değil, mesai saatleri içindeyiz, bu insanlara “işsiz” demek
yanlış olmaz herhalde. Fiilen işsiz (kuryeler hariç). Hadi bakalım kamusal alanda
işsiz davranışları… şöyle bir yöntemle hareket ediyorum, onları işsiz olarak
etiketlemediğin diğer zamanlardaki gibi gör. Cep telefonumun not sayfasını
açtım, ne de çabuk yazarım ya. Olsun, sadece benim anlayacağım biçimde cümleleri
kodluyorum, evde temize geçerim. Neyse başladım.
Bir eli cebinde kaldırımın kenarında
dikilen adam, karşıya mı geçmeye çalışıyor yoksa can güvenliği için aşırı
ihtiyatlı mı belli değil. Karşıya geçmek
için bana katılan iki kişiyle birlikte davranmadı. Karşıdan karşıya geçmek gibi ataklı eylemler
insanı işsiz göstermiyor. Geriye dönüp adama yeniden baktım, yok canım adam
hayatı ağırdan alıyor, tuzu kuru.
Karşıdan gelen uzun boylu adam cep
telefonuyla konuşuyor, beni görüyor, etrafa da bakıyor. Ama konuşma ve kulak
verme hali görsel dikkatini saklıyor. Cep telefonu aktive edici olduğu kadar
çevreye dalgınlık da salgılıyor. Cep telefonuyla ilgili üç çeşit davranış
sayabilirim: konuşanlar, ekranına bakanlar, elinde taşıyanlar. Bir de görüntülü
konuşanlar; onlar fazladan gülümseme halindeler. İnsanların cep telefonlarıyla
girdikleri bu aksiyon bedenlerini ikiye bölüyor: işitmeyle ahalinin dışında,
görmeyle içinde. Her çeşitten görüyorum. Önüm sıra yürüyen bir kızın sıkı
kalçaları, kot pantolonunun arka cebinde cep telefonu, üçlü kamerası üstte. Sanki
poposuyla dünyayı kaydediyor. Yoksa beni de mi? Her görme bir aklından geçene
yol açar, ama göz yine de bir sansür organıdır. Kızı geride bırakıyorum. Güzel
bir kız meşgale yaratır, işsizliği önler.
Elinde poşetleriyle şişmanca, kısa
boylu, pardesülü, başları kapalı dört kadın. İkisi önde ikisi arkada. Biri
yürümekte zorlanıyor. Yürüyüşün temposunu belirleyen o. İşsiz gibi görünmekten
koruyan en önemli şey: poşet taşımak. Peşlerinde tekerlekli valizlerini
sürükleyenleri de gördüm, ne çoklar. Söğütlüçeşme hem Marmaray hem de hızlı
tren istasyonu ne de olsa. Gidenler, gelenler; bir amacı olan insanlar.
Bedeniyle anlam yaratanlar işsizlikten korunuyorlar.
Öğrencileri ayırt edebiliyorum. Doğru ya
okulların dağılma zamanı. Sadece okul kıyafetlerinden değil. Öğrenci eve
gidince sivilleşiyor ancak, çantasını eve bırakınca, üzerine başka bir şey
giyince. O zamana kadar o öğrenci eğretiliği üzerlerine yapışık. Öğrenci olmak
çocuk kalma yaşını büyütüyor. Çocuk, işsiz sayılmaz.
El ele tutuşmuş çiftler. Siz iki sevgili
görüyorsunuz ben iki küstah görüyorum. Yanlış anlamayın sevgili olmalarında
gözüm yok. Bilirsiniz İstanbul’da kaldırımlar dar, bu çiftler sıkış tıkış ancak
üç kişinin geçebileceği kaldırımda kendilerinden başka kimse yokmuş gibi
yayılıyorlar ya, yüzlerinde de aldırışsız bir hoşnutluk, itirazım ona. Çiftlerde
1+1=2 değil, onların darası da var. Sevgi yerine güç salgılıyorlar. Onlara yol
vermiyorum, kaldırımı da terk etmiyorum, trafik levhası gibi üç saniye kadar
kıpırtısız duruyorum. Elemanların akordeon gibi büzülmesini seyretmek güzel. Ha
şöyle… Ama çift olmak işsiz görünmeye karşı en doğal panzehir. Kadınlar için
çift olmanın başka bir artısı daha var. Kadınlar tek olduklarında sokakta yavaş
yürümezler, öteye beriye pek bakmazlar; çift olduklarında ise birden flanöz
kesiliyorlar. Pardon büyük konuşmayayım, yavaş yürüyen kadınlar da var. Kol
kola iki yaşlı kadın. Ne kadar da kırılganlar. Gerçekten kırılgan, biriyle
çarpışınca kemikleri acıyacakmış gibi. Yaşlılar zaten işten muaftır.
Sanki adres arıyormuş gibi göz
hizasından yukarı bakan biri, binaların üst katlarında tabelalara. Kolay taklit
edilen bir bakıştır bu.
Pusette çocuk gezdiren türbanlı
kadınların gururu…
Hiç hesapta yokken Kadıköy Balık Pazarı’na
saptım. İzdiham. Yürüyüşüm birden yavaşladı. Acelem yok. Herkes gibi potansiyel
müşteriyim ben, var olmanın en meşru hali. Açıkta satılık ne varsa bakıyorum.
Belki de AVM’lerin bir çekiciliği de burada, işsiz gibi değil müşteri gibi
görünmemizi sağlıyor. “Buyruun!” diye bağıran tezgahtarın hayali müşterilerinden biriyim. Başıboş
kalabalığın anlamlı bir gruba dönüşmesi.
Bir yere yetişmek için hızlı yürüyenler,
slalom yapanlar. Onlar da işsiz gibi görünmüyor. Yol bir güzergah değil onlar
için, bir fazlalılık.
Sırt çantası olanlar. Göçerler. Yükünü
tutmuş gidiyorlar. Pahada ağır yükte hafif veya tersi pahada hafif yükte ağır
bir şeyler taşıyorlar. Hele ellerinden birini askıda sabitlemişlerse.
Rıhtıma iniyorum, sırtını denize vermiş
sakallı biri gitarıyla türkü söylüyor: “Nar-ı firgat ile hasretim yara.” Banklarda
oturanlar. İşte işsizliğin örtbas edilemeyecek hali diyeceksiniz ama öyle
değil. Kadıköy’ün bu mıntıkasında lebi derya bir bank bulmak bir faaliyet
biçimi. Oturmak pasif olsa da yer kapma eylemini öncelediği için işsizliği akla
getirmiyor.
Vapurun kalkmasına on dakika var. Vapur
henüz iskeleye yanaşmamış. Bir kadın dikkatimi çekiyor, sağda pencereden denize
bakan. Hüzünle bakıyor. Yüzünü görmüyorum ama bütün bedeni hüzün. Kollarını
göğsünde kavuşturmuş. Bir adam geliyor, kadının tam arkasında duruyor. Kadına o
kadar yakın ki? Acaba taciz mi edecek? Ne olduğunu görmek için kendimi çapraza
alıyorum. Adamın yüzünde hınzır bir
gülümseme, direkt kadının saçlarına bakıyor, alabildiğine kısa mesafeli
kilitlenmiş bir bakış bu. Kadın hiç farkında değil, yüzü tahmin ettiğim gibi
hüzünle gölgeli. Ve güzel. Adam kadının omzuna dokunuyor. Kadın irkilerek
dönüyor, anlık tepki zincirlemesi: şaşırma, sevinç, sarılma. Ama bir karşılaşma sarılması
değil bu. Kafamda kurdum bile, biraz önce kavgayla ayrılan iki sevgilinin
sarılması; ‘Beni asla bırakma!’ Kolları bunu söylüyor. Çiftken tek oluyorlar.
Biraz önce bolca gördüğüm el ele tutuşmuş kaldırım işgalcisi çiftlerden
değiller. Geriye çekilerek onlara yer açıyorum.
Galata Köprüsü’nde balık tutan adamlar,
içlerinde hiç kadın yok. Yarımşar metre arayla bir uçtan bir uca dizilmişler. Yararlı
bir iş yaptıklarının belirtisi, kovalarda canlı balıklar. Sadece istavrit. Haliç’in
pis suyunda hayatta kalmayı başarmış tek darwinist balık türü.
Cuma namazı çoktan bitti ama Yeni Cami’nin imamı hutbeye devam ediyor, hz hoparlörün sesi dışarıda. Saate baktım 15:05, İstanbul namaz vakitlerine baktım ikindi 15:26’yı gösteriyor. Merdivenden çıkanlar var, peşlerine takıldım camiye girdim. Girişte ‘Ayakkabılarınızı burada çıkarın.’ yazıyor, çıkardım elime aldım. Sağda loş bölmenin arkasında kadınlar dua ediyor. Hoca peygamberlerin mucizelerini anlatıyor. Elli altmış kişi dinliyor, tam bir teslimiyetle. Yanlarda duvara yaslanmış dinleyenler de var, bir tanesiyle göz göze geldim. İnançsız olduğumu ben biliyorum ama sanki o da biliyor. Tam o anda ilginç bir şey oldu, burnuma Muhittin’in kokusu geldi. Allah Allah dedim içimden Muhittin ne iş? Elimde tuttuğum botlarımdan Muhittin’in keskin sidik kokusu. Muhittin botlarıma işemiş. Muhittin kedimiz olur. Camiden çıktım. Uzayalım abi. Camiye gidenler de işsiz sayılmaz.
Viyana Kahvesi’nde garson kızın eli
arkada duruşu, müşteriyi sıkboğaz etmemenin ve emre amade olmanın abartılı
hali. Masalar dolu. İşsiz değiller.
Plakçılar Çarşısı’nın önünden Saraçhane’ye
doğru yürürken irice bir koliyi iki yandan kollarıyla baskılayarak taşıyan
adam, pantolonu kıçından düşmüş, iyi ki karısı ya da sevgilisi bu halini
görmüyor.
Belediye Anıt Parkı’nda elleri rengi
solgun montunun cebinde otuz yaşlarında bir adam, hafif kambur, yağmur yağmıyor
ama sanki yağmurdan korunuyormuş gibi boynunu içine çekmiş. İşte dedim gerçek
işsiz. İşi varmış gibi görünmeye çalışmıyor.
Aradan üç gün geçti. Mercier’in Paris Tablosu
kitabını okudum. Kitapta Paris’in orta yerine kurulan açık mezbahanın
anlatıldığı sahne yoktu. Meğer kitabın orijinali dört ciltmiş. Türkçeye
çevrilen özet baskıya almamışlar.
Colette’in
ilgili romanından Annie Ernaux’nun Genç Adam anlatısını okurken haberdar oldum.
Aynen şöyle yazmış Ernaux: “Colette’in yeniden okuduğum ‘Cicim’ romanının
Lea’sı da değildim.”
Ernaux
‘yeniden okuduğum’ diyor; Nobel almış yazar bir romanı ikinci kez okumuşsa
atlamak olmaz, ben de okumalıydım. İnternet’e baktım Türkçe baskısı var. Bir de
Nadir Kitap’a bakayım dedim. Oo bol miktarda Cicim var, hem de ayrı ayrı, İnci
Kaplan Gül çevirisi ve Azra Erhat çevirisi. Kargo ücreti pahalıya geldiği için
kitabı bizzat kendim gidip alacağım. İki üç sahafı kenara not ettim. Gidip
alacağım derken dükkanı açık olanları kastediyorum. Yoksa sahafların çoğu kira
yüzünden kapanmış, evden çalışıyorlar. Ben de Kadıköy, Beşiktaş, Üsküdar,
Beyoğlu civarında mimlediğim sahaflara gidiyorum. Maksat spor olsun. Tasarruf
da olsun tabi.
Colette’in
bende sadece bir kitabı var: Claudine’in Evi. Okudum ama çok önceden, biri
anlat nasıldı dese tek kelime edemem (hatırlamadığın kitabı okudum diye
yaftalamak ayıp galiba). Dur bakalım
Colette’in başka neleri varmış diye Nadir Kitap’a yeniden baktım. Aaa Caniko
diye bir kitabı. Sakın bu ‘Cicim’ romanının başka bir çevirisi olmasın?
Yeniköy’de bir sahaf. Gitmeden önce kitabı hazır etmesi için sahafa telefon
açtım. Çünkü kitap bazen başka depoda oluyor, getirmesi bir gün sürüyor. Ama
telefon açmadan önce kısa bir tedirginlik yaşadım, bunu söylemesem olmaz.
Telefona kız çıkarsa kitabın adının Caniko olduğunu söylemek hiç de kolay
değildi. Bu yüzden kendimi Caniko demeye alıştırdım. Sanki birinin el yazısını
güçlükle okuyormuşum gibi, iki üç kez tekrar ederek. Tekrar dikkati dağıtır. Şansıma telefona erkek
çıktı ama Caniko derken yine de biraz utandım.
İtiraf etmeliyim ki utancım bundan sonra okuyacaklarınız için bana yol
gösterdi.
Caniko’nun
çevirmeni Vivet Kanetti romana bir de önsöz yazmış. Romanın orijinal adının ‘Cheri’
olduğunu ondan öğrendim. V. Kanetti ilk
Azra Erhat’ın Cicim diye çevirdiği romanın adını neden Caniko diye çevirdiğini
anlatmış. Cicim’de iyelik eki var, bu orijinal ada uymuyor demiş. Bir ara
aklından ‘Canısı’ demek de geçmiş ama Caniko’da karar kılmış. Her iki çevirinin
de bendeki imaja ters düştüğünü önsözü okudukça fark ettim, Caniko veya Cicim’in
bende yaptığı çağrışım çıtır kız.
Sanıyorum Türkçe konuşan çoğu insanda da öyledir. Diğerini yaşça küçülten bir hitap. Yanılmışım, Caniko meğer
erkekmiş. Kırklarında madam Lea arkadaşının 17 yaşındaki oğluna bu
adı takmış. Olgun kadın ile genç erkek arasında yasak aşk. Tabi bir Fransız’ın
romanın adına bakarak benimle aynı hataya düşmesi imkânsız. Fransızcada
“sevgili”ye takılan bir ad olduğu kadar şefkati de ileten ‘Cheri’nin erkek ve
dişi kullanımları farklı. Dişiler için sözcüğün sonuna ‘e’ harfi eklemek
yetiyor: ‘Cherie.’ Okunuşu ‘şeri’, ‘ş’ sesi ‘ç’ye de yatkın. Ama sözcüklerin iki
cinsiyette de söylenişleri aynı. Ortaokul-lise Fransızcamla bu kadarını
biliyorum. Sanki sesin bu benzeşmesi sözcüğün cinsiyetçi karakterini
muğlaklaştırıyor. Eğer dediğim doğruysa Colette’in bu adlandırma tercihi başka
bir anlam kazanıyor. Yazının bundan sonrası serbest dalış.
Colette’in
döneminde (19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı) ‘cheri’ acaba gay erkekler için de
kullanılan ortak bir sözcük müydü? Sözcüğün yaygın ve olağan kullanımı kadınlara
hitap olan ‘cherie’ ise bu bana doğal geliyor. Erkeklerin İngilizcede kadın
sevgiliye ‘baby’ demesi gibi (karşıdakini yaşça küçültüp daha çok şefkat ileten
bir pedofil tatmini de vardır bu söyleyişte). Kadınların sevgililerine baby
demesi epey sonra. Roman yayınlandığı 1906’da sansasyon yaratıyor, yadırganıyor.
Zamanına göre yaşlı sayılabilecek bir kadın ile yeniyetme
bir erkeğin aşkı. Daha çok cinsel aşk. Ama kitaba müstehcenliği veren yazarın
dobra anlatımı değil. Kadının erkek sevgilisinden epey büyük olması.
Nihayetinde bir arkadaşının oğlu. Ama müstehcenliği bu haliyle anlamamız yine
de sığ kalır. Müstehcen olan cinselliği de derinleştirecek biçimde her zaman
daha karanlıktadır.
Romanlarda
olgun kadın genç erkek aşkı Colette öncesinde de vardı. İlk aklıma gelenler:
Anna Karannina (Tolstoy), İlk Aşk, Babalar ve Oğullar (Turgenyev), Bel Ami
(Maupassant), Adolphe (Benjamin Costant), Duygusal Eğitim (Flaubert), Kırmızı
ve Siyah (Stendhal)… Aslında yaşları birbirine yakın ama kadının evli, erkeğin
bekar olması yüzünden kadının daha olgun (anne olması bu olgunluğu daha da
artırır) bir imaj verdiği romanlar da vardır: Genç Werther’in Acıları (Goethe),
Vadideki Zambak (Balzac) gibi.
Ama
neden Colette’nin Caniko’su bu kadar sansasyon yarattı?
Herhalde
bütün sır Colette’in bir kadın yazar olmasında ve romanını kadın kahramanı Lea’nın
gözünden anlatmasında. Dönemin ruhu ortalama insan ömrüne göre kocakarı
denebilecek yaşta bir kadının arzu duymasını üstelik bu arzuyu bir kadın
yazarın anlatmasını hiç de hoş karşılamazdı. Oysa bazı kadınlar için aşk biraz da bu dengesiz yaş aralığında ortaya çıkar. Erkek için yeni,
kadın için gecikmiş bir aşk. Genç erkeğin olgun kadının arzusunun semptomu
olması durumu. Genç erkeğin varlığı ifşa edicidir burada, olgun kadının
arzusunu ifşa eder. İşte ‘Cheri’ bu arzuyu kamufle etmeye yarayan mutedil bir
ad. Bir Fransız bu sözcüğü duyduğunda içini bir tatlılık ve şefkat duygusu
kaplar. Bu kadınsı ad, sevgiyi ve hassasiyeti yansıtır. Sıcak ve güven
vericidir. Melodik bir tınısı vardır. Türkçe kendi kendinize tekrarlayın
göreceksiniz: ‘Şeri…’ sanki pastanede özel bir tatlı sipariş ediyorsunuz.
Colette’in elinden gelen bu, romanın adıyla bir oto sansür yapıyor. Yine de
ileri bir adım, düşünün Colette’ten bir iki asır öncesi kadınlar için yazar
olmak bile tabuydu, yazar olanların bir kısmı da oto sansürü bizzat kendi
adlarında gerçekleştiriyorlardı (erkek müstear ad alarak).
Romanda
başka bir oto sansür daha var. Âşık Lea’nın kibar fahişe olması. Genç erkek olgun kadın aşkını meşrulaştıran diğer
etken. Fransa’da kibar fahişe (Balzac’ın aynı adlı romanındaki “Les
courtisanes”) birtakım görgü oyunlarıyla (resim yapmak, bir müzik aleti çalmak
gibi) zengin erkekleri ayartıp lüks içinde yaşayan kadınlardır. En başta
güzeldirler. Birlikte oldukları erkeklere statü kazandırırlar. Geçmişleri ta
saraya kadar gider. Ama öyle asaletleri falan olduğu için değil. Fransız devriminden önce kralın sarayında bir
şekilde yer edinen dalkavukluğu da gösterir biçimde bir tür nezaket gösterisi
yapan ‘courtisan’dır onlar. Evet ‘courtisan’ saray mensubu anlamına gelir.
1850’den sonra sanki geçmişini adında taşıyarak küçük bir harf eklemesiyle
değişirler, la courtisane olurlar. Yani kibar fahişe. Kibar fahişeler
güzelliklerini çarçur ederek servete kavuşurlar. İleri yaşlarda kendi
malikanelerine çekilirler. Neyse sosyolojiyle konuyu dağıtmayayım… buradan konuyla bağlantılı çıkaracağımız kestirme sonuç, geçmişlerinde kibar fahişe olan kadınların kötü sicilinin ileri yaşlarda "aşk"a uygun bağımsızlıklarının temelini atması. Romanın adı
hakkında birkaç şey daha söyleyeceğim.
Cüret ile savunmayı aynı anda
üstlenen bir sözcük ‘cheri’. İma etme ile cayma (başka bir şey ima etme). Ama
doğrudan gösterme değil, hep ima etme. Biz ‘ima’yı bizi asıl anlama götüren
protez anlam olarak görme eğilimindeyiz. Hayır, böyle değil. İma kendi özgün
anlamını da yaratır. Nasıl? Kadınlar için eski aşığın müstear adı (kadının
taktığı ad) bir intikam da içerebilir. Ad bizi sözü edilen kişiye değil kadının
intikamına hizmet eden çarpıtmaya götürebilir. Cheri olgun kadının genç adama
duyduğu aşkı hafifleten bir şey. Yine de adın bu “karma” imgesine aldanmamak
gerekir. Colette, erkek yazarların anlattığı genç adam olgun kadın aşklarından
daha cesur bir iş yapıyor. Bir kadın yazar olarak kadının arzusunu itiraf
ediyor. İtiraf asidir burada. Erkek yazarların genç adam aşklarında ise itiraf
hoşgörü dilenir.
Cheri yani Caniko modernizmin
dönemeçlerinden biri. Romanın sonlarında Lea sevdiği genç adama şöyle bir laf
eder: “Beni bağışla Caniko: İkimiz de bir saat sonra ölecekmişiz gibi seni
sevdim. Senden yirmi dört yıl önce doğduğum için, mahkûmdum, seni de
beraberimde sürüklüyordum.” Bu veda sözüdür aynı zamanda.
Annie Ernaux ise daha hayatın içinde,
daha sivil bir aşkı anlatıyor; dünya değişiyor, yine de bitmemiş bir süreç bu. Kendisinden
otuz yaş genç bir üniversiteli sevgiliyle geride kalmış aşkını anlatıyor. Ancak
yazınca bitmişliği hak eden aşk. Colette’in zamanında bu aykırı aşıklar gizlice bir eve kapanırlarken, Annie Ernaux’nun zamanında artık kamusal alandalar. Hoş,
yine rahat sayılmazlar. Şöyle yazmış Ernaux: “… bize benzeyen çiftler hemen
gözümüze çarpıyordu. Onlarla sırdaş bakışlarla göz göze geliyorduk. Bize
benzeyen insanların varlığına ihtiyacımız vardı.” Ama diğer insanların nezdinde
risk her zaman yanı başlarında: “Aslında gördükleri biz değildik, adlı adınca
olmasa da, gördükleri ensestti.”
Bu yazıyı yazarken bir taraftan da
Andrew Roberts’in muhteşem kitabı Napolyon biyografisinin son sayfalarını
okuyordum. Birden aklıma Napolyon’un kendisinden altı yaş büyük Josephine’le
evliliği geldi. İlgili sayfayı buldum. Nikahları kıyılırken Napolyon kendi doğum tarihini iki yıl geriye çekiyor, Josephine’nin yaşını da dört yıl küçültüyor.