1 Şubat 2012 Çarşamba

Kitap Okumak




                  KİTAP OKUMAK
Kitap okurken yazarın iktidarını içeriye sokmamak gerekir. Yani böyle bir olanak var. Ama çoğu okuyucu bunun farkında değil, hemen yazarın dümen suyuna girerler.   Türk toplumu kitap okumayanlar olarak, bilginin iktidarını yazara değil anlatıcıya verir. Bu yüzden bilginin karakteri oraldır, insanlar diğerinin ağzına bakar. Bu tür iktidar ilişkileri ağızda tuhaf mimikler, tuhaf dudak hareketleri oluşturmuştur; belâgat gırla gider.. riyakâr, yamuk, bir tarafa doğru yayvanlaşan, küçümseyen ağızlar…

                   MARAZİ OKUMA
Okuduğunu anlamadığı halde okumayı sürdürmek; yazarın demek istediği belki ileriki sayfalarda anlaşılır ümidinden beslenmez sadece, okuma uğraşını yazarın anlaşılmazlığı yerine kendi anlama kıtlığına yükleyen okuyucunun aşağılık kompleksinden de beslenir. Her hâlükârda okuyucu yazara teslim olmuştur, ya anlamadığı için ya da ilerde anlayacağını umduğu için.. çünkü denmek istenenle denilen arasında özel bir ilişki yoktur yazıda.. denmek istenen zaten denilendir. Bütün sorun yazarın bir şey deyip demediğidir. Denilende bir dil arızası yoksa, denileni anlamayan okuyucu denilene uygun değildir diyebiliriz. 
               

                  AÇLIK
(Joe Gould’un Sırrı filminden) Gazetecinin kendisine yemek ısmarlamak üzere götürdüğü lokantada, yemek dolu tabağına aşırı miktarda döktüğü ketçapı sağa sola bulaştıran yoksul, gezgin, sokak entelektüeli, sözel tarihçi Joe Gould, garson kızın “Ne bu.. senin kendine de mi saygın yok?” diye sitem etmesine karşı, “Karnım acıkınca kendime saygım kalmaz.” dedi. Joe Gould acıkmakla, aç kalmayı eşanlamlı kullanmıştı, ama ikisi farklı… Üniversitedeyken aç kalırdım. Günler sonra babamın gönderdiği parayı çekince ilk işim bir lokantaya gitmek olurdu.. açlık, iştah ve  ele geçen paranın kombinasyonuyla lokantanın tenha bir köşesine çekilirdim..  ‘Bezelye ve pilav…’ kendimi vahşi iştahıma teslim ederdim kimseye saygım olmazdı.. özlüyorum…

                 ÖRÜMCEK AĞI
Tuvalet kapısıyla banyo kapısının üst aralığına asılı teyp hoparlörünün altından başlayıp kabloya uzanan örümcek ağı… Ne zamandır orada; basit bir süpürge hareketiyle temizleyebilecekken orda olmasına izin veriyorum. Örümceğin çabasıyla empatik bir bağ kurduğum sanılmasın. Zaten ortada ağın sahibi bir örümcek de yok. Metruk bir ağ, üzerinde onarım gerekiyor. Bana o ağı temizlememin nedeni sorulsaydı, soruyu sorana iade ederdim. O ağ orda ve ben bundan rahatsız olmuyorum. İlle de bir ruh halim olacaksa örümcek ağını temizleseydim bir ruh halimden bahsedilebilirdi. Fazla lafa gerek yok.. tamam temizledim… hadi tamam… 

                ÇOCUKLAR
Köyün sahile inen yeni asfaltlanmış yolunda kendi imalatları tahta arabalarıyla inen iki çocuğu gösteren eski muhtarın ilk sözü: “İyi.. iyi … Bunlar gibi kayan bir çocuk geçenlerde minibüsün altında kaldı öldü.” Sustum kaldım. Adama hak verdiğimden değil. Sitem ettiği çocuklara karşı beni doğal müttefiki yapmasını yadırgadım.         

                ANNE VE BEBEĞİ
Annenin ağlayan bebeğini susturmak için avuntulu sesler çıkarması o an için ortaya çıkan kendi acısına karşı da bir avuntu eylemidir. Bu birliktelik o kadar birbiri içinde erimiştir ki, azıcık bir sapma, ikisini de yalnızlaştırır..

                BEBEK
Bebek de üşür, ama ayrıca üşüme taklidi yapmaz!

                VAROLUŞ
Başkası karşısında varolurken, kendimizi kendimiz nezdinde temsil eden şey, duruşumuz, mimiğimiz ve sesimizdir. Başkasının gerçeği olan bedenimiz sırf bu yüzden bizim imgemizdir. Peki aynaya bakmak nedir? Aynaya bakmak, diğerinin bakışıyla bağlantı kurmak ve ruhu bedenle akort etmektir.

                BABAM
Babam kendi çocukluğunu anlatırken, “Eskiden fındık kavurur, satardık,” derdi. Bunu söylerken orada özlediği bir şey vardı, ama bundan söz etmezdi, elbette bu fındık değildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder