30 Ekim 2011 Pazar

Messi'nin Penaltı Anındaki Endişesi


                                                      Messi... Barcelona-Sevilla



                                               Messi... Barcelona-Mallorca



Uzmanlar bilimsel veriler ışığında; kalenin genişliği, topun kaleye uzaklığı, kalecinin topa uzanma hızı ile üzerine gelen topun hızı gibi etmenleri göz önüne alarak, kurtarılan penaltı yerine kaçırılan penaltı tabirini daha doğru buluyorlar. Bu bilgi kesin kabul edildikçe kalecinin penaltı anındaki endişesi hafifledi, penaltı atıcısının endişesi ağırlaştı. Kalecinin topu kurtarınca kahraman olma ihtimali penaltı atıcısının gol atınca kahraman olma ihtimalinden daha güçlü. Özellikle maç sonucunu belirleyecek atışlarda…

Geçen hafta Sevilla maçının uzatma dakikasında penaltı kaçıran Messi'nin dün oynanan Mallorca maçında penaltıyı atmaya hazırlanırken yaşadığı duygu endişeden daha ağırdı.

Bir müsabakada sadece rakiplerin mücadelesini izlemeyiz, onların mimiklerini, jestlerini, coşkularını, hırslarını, hayal kırıklıklarını, öfkelerini, sevinçlerini, kıskançlıklarını, madara duruma düşmelerini (bu durumda hep tükürürler), utançlarını vb de izleriz. Hatta izlediğimiz daha çok bu duygudurumlarıdır. Açık ve savunmasızdırlar. İşinde profesyonel kameramanlar zum yapar bize o anları gösterirler. Messi gol atar sevinir; ama kamera, takım arkadaşı kaleci Victor Valdes’e de yönlenir çünkü o bir başka sevinir. Peter Handke Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi romanının kahramanı Bloch’a “İnsanın gözünü forvetlerden ve toptan çevirip kaleciyi izlemesi çok zordur, kendini toptan söküp alması gerekir, doğal olmayan bir şeydir bu” dedirtir. Ama artık hemen yapılan kurgular sayesinde topun uzağındaki kalecileri de izleyebiliyoruz. Çünkü maçlar futbolcuların özel hayatlarının devamı gibi izleniyor, hayatlarının bir çeşit aleniyete dönüşmesi gibi… O kadar çok spor yayını var ki, hayatlar ve sözler o kadar göz önündeymiş gibi kurgulanıyor ki.. maçlar dizi film gibi.

Meselâ Youtube’da ‘Messi Miss Penalty and MourinhoWatch on TV’ adında bir video…

Ama benim  Messi’ye özel bir sempatim var. Onu gelmiş geçmiş diğer bütün futbolculardan ayırıyorum. Ronaldo mu Messi mi tartışmasını dizi film gibi maç izleyenlere bırakıyorum... Söylemek istediğimi sona sakladım:

Penaltı atışı belki de Messi'ye göre değil. Gol kralı olmak için repertuvarlarına ille penaltı atışlarını da katan Ronaldo gibi forvet oyuncularına göre.

Messi irticalen futbol oynayan birisi. Çok hızlı düşünüyor. Sadece rakip takımın oyuncularını değil maalesef kendisine “ayak” uyduramayan takım arkadaşlarını da bitiriyor (Ronaldinho, İbrahimoviç bu yüzden gittiler). Top ayağına geldiği anda seyirciyle irtibatını koparıyor, kamerayı, kendi imgesini unutuyor; kendisinin tabiriyle güdüsel oynuyor. Top Messi’nin ayağına adeta yapışık, topun şut haline ne zaman geleceği belli değil, bedeni bu belirtiyi hiçbir zaman ele vermiyor. Bu yüzden Messi’nin gollerinde kaleciler sadece üzülmezler, gülünç duruma da düşerler (mesela dünyanın en iyi kalecilerinden Iker Casillas’ın ağzı Messi’den her gol yiyişinde yamulur).

Ama top penaltı noktasındayken Messi’nin karakterine uymayan bir terslik  oluyor. Top ayağındayken çok hızlı düşünen, çok hızlı karar verip değiştiren Messi; top, kaleci ve diğer futbolcular stabilken yeteneklerinin sadece birini kullanabileceği atıl bir boyuta geçiyor. İrticalen oynamaya alışık Messi, normalde seyirci ve kamera baskısını hiç hissetmezken, penaltı atışı sırasında ceza sahasıyla agorafobik bir ilişki yaşıyor. Sundance Kid gibi. Yerdeki meteliği nişan alıp vuramayan Kid,  silahını kılıfından çıkarıp tetiğe basınca bunu bir rakip karşısındaymışçasına kombine bir hareket halinde yapıyor ve hedefi vuruyor. (Butch Cassidy and Sundance Kid filminde) 

Barcelona teknik direktörü Guardiola’nın penaltıyı yine Messi’ye kullandırma ısrarı futbolcunun kendine güvenini kaybetmemesiyle ilgili olabilir. Ama ya bunu da atamasaydı?

Sanıyorum forvet oyuncularını ve teknik direktörleri başka bir niyet yönlendiriyor. Daha objektif bir niyet: Bir forvet oyuncusundan komple bir Büyük Öteki yaratmak…  

28 Ekim 2011 Cuma

Bulancak İskelesi






“Açık havada sigara içmeyi çok seviyorum…”


Galiba lise birinci sınıfa gidiyordum ve yaz başlangıcıydı, o akşamın keskin ılık rüzgârını (yaz sonu rüzgârı daha yumuşak olur) hâlâ yüzümde hissediyorum. Yukarıdaki sözü kim söyledi? Aramızda benden büyükler vardı, evet büyüklerden biri söyledi. Hatırlıyorum, kalabalık halinde iskele turuna çıkmıştık. Kendimizi ciddiye alıyorduk, devrim falan yapıyorduk, lâf yorgunuyduk. Köyünden gelip kasabada ev kiralamış lisede okuyan  arkadaşlardan biriydi. Kısa boylu, hep temiz giyimli. Bak şimdi gözümün önünde, ama yüzü yok... O zamanlar böyle bir lâf etmek kolay değildi; nasıl söylesem, görmüş geçirmiş, büyümüş de adam olmuş, zevk sahibi birinin lâfıydı. Sigarası ağzında, kibriti çaktı, alevi avucunun içine alarak sigarasından bir fırt çekti, okkalı bir fırt; sanıyorum tam o an söyledi: ‘Açık havada sigara içmeyi çok seviyorum…’

Sonraları ne zaman iskele turuna çıksam aklıma bu lâf ve arkadaşımın sigarayla kurduğu o iştahlı görüntü gelir bir sigara yakardım... yoksa sigarayı yakardım da sonra mı bu lâf aklıma gelirdi? Ama lâfın sahibinin kısa boylu, tıknaz görüntüsü kafamda o anla birlikte donmuş, ne adı ne cismi daha ileriye gidiyor,  iskelenin yarı belinde  o yaz akşamına ait görüntü hâlâ orada duruyor, yaşlanmıyor. Yine de bir söze bu kadar rağbet etmek bunca zaman kafada taşımak çok güçlü bir varoluşa delalet değil mi? Şimdi o arkadaşımı aramaya kalksam söylediği bu lâf onu bulmama yardım edecek bir ipucu olur muydu? Hiç sanmıyorum.

Bulancak’ta kaldığım son senenin kışında bazı geceler aklıma eser iskeleye yürüyüşe çıkardım. Beni dışarı çıkaran dürtü bir arkadaşla karşılaşmak, bir iki insan görmek falan değildi; arkadaşımın o lâfıydı. Halbuki sigaradan alacağım günlük haz limitimi çoktan doldurmuş olurdum; yine de bu sözün özel bir kotası vardı, kışkırtırdı beni: ‘Kalk açık havada bir sigara iç…’ İskelede sigara içerken iyi bir taklitçiydim ben.

Bulancak iskelesinin sigaraya başlamamla ilişkisi daha öncesine dayanır. Çocuk denecek yaşta sigara içmek için sadece  zula bir yere değil suç ortağına da ihtiyaç vardır. Suç ortağım vardı.  İskelenin badalları bize kucak açardı; aşağı inmek biraz cambazlık, biraz da kurumuş insan bokundan tiksinmeyecek kaşarlanmış burun gerektirirdi. Her ikisine de sahiptik; özellikle tiksinti eşiğini aşmış burna. Çünkü indiğimiz badaldaki antika bokun bize ait olma ihtimali yüksekti. Gariptir (belki de değildir) sigara bizde defi hacet dürtüsünü de harekete geçiriyordu. Babalarımızın tuvalette sigara içmelerinin nedeni kokuyu bastırmak içindi. Bizimse sigara içince tuvalete gidesimiz geliyordu. Herhalde bu yüzden çok sonra sigarayı bıraktığım gün kabız olmuştum. İşte sana bir keşif!  Konudan mı uzaklaşıyorum? Hayır. İskele bedenimin anatomik uzantısı gibiydi.

İskeleyi yürüyüşüme uygun üç bölüme ayırmıştım; denizin başladığı kayaların bitimine kadar olan giriş kısmı birinci bölümdü, iskele yoluna sapmış olurdum ama deniz hizasına gelmediğim için karayla irtibatım devam ederdi. Kara diyorum ama denizle karşıtlığını düşünerek değil, yalnızlığımla karşıtlığını düşünerek; yani kara bir metafordu ve şu anlama geliyordu: iskelenin yanlarındaki parkta oturanların ve otobüs yazıhanesinin önünde bekleşenlerin bakışlarından henüz kurtulamamış olurdum. Sokak aralarından ta buraya kadar sırtımda ve omzumda taşıdığım gerginlik denizin kayalara çarpmasıyla dağılır, ikinci bölüm başlardı.

İkinci bölümde adımlarım yavaşlardı. Karşıdan gelen adamların tipine veya yönüne göre, korkulukların sağ veya sol yanını seçerdim, bir sigara yakar, kendime bir dalgınlık uydurur, ufka doğru bakardım. Hüzünlü olurdum. Hüzün sigara ve ufkun bileşimiyle kendiliğinden gelirdi. Severdim bu halimi. Bu da bir huy işte...

Korkuluklar bitince üçüncü bölüme geçerdim, iskelenin ucuna... çiseli ve ayaz havalarda kimse olmazdı, sanki bir kapıyı açar gibi içeri girerdim, boş bir salona, zaptederdim orayı, adım atar atmaz orası benim olurdu. Ve Sigaram bitmiş olurdu, adımlarım sallapati, yüzümde geç kalmış bir sempati (bu sözcük kafiye olsun diye), bir sigara daha yakardım: ‘Açık havada sigara içmeyi çok seviyorum…’

Ve başka bir şey: İskele kasabayı terk etme olanağı da sağlıyordu. Gözünüzün önüne getirin: Tüm kasabaya sırtınızı dönüyorsunuz, bir tür küskünlük gibi… Hem gidiyorsunuz hem de denize uzanan çıkıntıda tüm bakışların alışkanlıkla yöneldiği biri haline geliyorsunuz. Bu gidiş size temelli bir gidiş vaat etmiyor; çünkü iskele bu, sınırı var, birazdan döneceksiniz. Ama sırtınızı dönmek gidişin bir ikamesi haline geliyor ve bu rolü sonuna kadar oynuyorsunuz. Ta iskelenin ucunda gizemli bir silüete dönüşene kadar…

İskele Bulancak'ın dışarısı idi. o zamanın çocuklarının gurbetin provasını yaptıkları yer. Bulancak'ı büyütmek için iskeleyi küçülttüler, iskele evcilleşti. Bu anlamda pedagojik yeteneğini de kaybetti.

Sigarayı bırakalı çok oldu. Sigarayı değil ama Bulancak İskelesinde sigara içmeyi özledim...





27 Ekim 2011 Perşembe

Akıl Depremi...





Deprem çoktan eğlenceli bile olabilirdi. Nasıl paratönerli, yalıtık bir ortamın verdiği güven duygusuyla uzakta çakan şimşekleri izlemek eğlenceliyse. Dipten gelen dalgayla ayağının altındaki bütün dünya sallanıyor, kendine has korkunç sesiyle dünya kendi tarihiyle ilgili bir şeyler anlatıyor, silkeleniyor, nefes alıyor, kabuk değiştiriyor, bize canlı olduğunu gösteriyor. Gerçeküstü bir an. Eski kuşaklardan miras kalan korkuyla kendine güven arasında yaşanacak ikircikli bir an. Neden olmasın? Raflardan birkaç eşya dökülür, tabak çanak kırılır ve konuşmakta konu sıkıntısı çeken herkesin depremle ilgili anlatacağı bir öyküsü olur.  

 

William James 1906 yılında tanık olduğu California depremiyle ilgili gözlemlerini anlattığı bir mektup yazar kardeşine (yazar Henry James’e). Depremin nasıl heyecan verici olduğunu anlatır. Depremin olduğu sabah saat 05 sıralarında yatağında ve gözü açıktır. Gut hastalığı uykusunu kaçırdığı için 7,8 büyüklüğünde o 48 saniyeye baştan sona tanıklık eder. Stanford Üniversitesinin güvenli duvarları arasında depreme ilk tepkisinin neşe, hayranlık ve zevk olduğunu söylüyor, ve hiç korku hissetmediğini. Hatta ‘Devam et!’ diye neredeyse yüksek sesle haykırmış

 

Dün tv kanallarından birinde AKUT yöneticisi birisi söylüyordu: “Önce bizim afet kavramını yanlış tanımından kurtarmamız gerekiyor; afet bizim hazırlıksız ve donanımsız oluşumuzdur, dışarıdan bize gelen bir olay değildir... deprem afet değildir bir doğa olayıdır.”

 

 

Yani afetin nesnesi deprem değil bizzat insandır. İnsan afete duçar olan değil sebep olandır! Sor bakalım kurda kuşa deprem bir afet mi? Toprağın en derininde olan köstebeğe sor bakalım, toprağı üstten kazan pulluk mu afet, dipten gelen deprem mi? Hayvanlar için afet olmayan insan için nasıl afet oluyor? Sağlam kafa için ille de sağlam vücut gerekmez belki ama, sağlam bina sağlam kafada bulunur. Belki ilerde deprem tahmin istasyonları kurulur, depremin günü saati bir hafta önceden bilinir, fay hatları turistik bölge haline gelir, yeni evli çiftler balaylarını buralarda geçirirler, gerdeğe tam deprem anında girerler (Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanından hatırlıyorum, romanın kahramanı kadın orgazm anını depreme benzetmişti).

Ama depremi afet ilan eden tanımlama depremin trajedisini de meşrulaştırıyor. Her tanımlama bir iktidar olanağını içinde barındırıyor. Dil hokkabazdır; devlet sanki afetin müsebbibi değil kurtarıcısıymış gibi…

 

Şimşek çakarken korkudan ‘Ulu manitu!’ diyen ilkel insanla, deprem olurken ‘Allahuekber!’ diyen çağdaş insan arasında cahillik açısından hiçbir fark yoktur. Ama Doğu Anadolu fay hattını ortaya çıkaran İhsan Ketin’den bihaber olup da Cübbeli Ahmet’e Ömer Çelakıl’a itibar eden “çağdaş” insanla depremi tanrıların afeti olarak gören eski insan arasında çok ciddi ahlaki bir fark vardır! Ve en büyük ahlaksızlık depremde ölen, sakat kalan, beyni yıkanan çocuklara karşı yapılıyor...


23 Ekim 2011 Pazar

İfrat ve Tefrit



Savaşta ifrat ve tefrit biçiminde mübalağa sanatı da yapılır: Önce şu kadar öldürdüler denir, ölenlerin tek tek resimleri gösterilir, hayatlarının kısa kısa hikâyeleri anlatılır,  cenaze törenlerinde galeyana gelmiş kalabalık ve ailelerin perişan hali kameralarla senkronize edilerek (acı ve hazzın biraradaki paradoksu hiç görülmez) ekrana taşınır. Sonra saldırıya geçilir, şu kadar öldürdük denir, yetmedi şu kadar daha öldürdük denir; hem kendi ölülerini gizlerler hem de diğer tarafın ölülerini abartırlar.. bu kez ölenlerin ne hikâyeleri vardır, ne yas tutan aileleri, ne de öfkeli hemşerileri... Böyle devam eder gider.. ekran başında bayrak, vatan, intikam falan vampir kesilen sayın seyirciler Beckett'in dediği gibi  her ölümle yeniden canlanırlar.. zindelik kazanırlar...

21 Ekim 2011 Cuma

İki Boksör ve Seyirciler...





‘Ringte birbirine sarılan iki boksörün yakınlığı…’(*)
Genç, yabancı bir yazarın kısa hikâyesinden aklımda kalmış bir söz...
Bu sözü bir yerde okudum, hâttâ altını çizdim. Bende derin çağrışımlar yarattı; ama aradım taradım ilgili yazıyı bulamadım...

Müthiş şefkatli bir yakınlıktır o; daha önce defalarca izlediğim sahneleri gözümde canlandırmama yetti.. yorgun iki boksör birbirlerinin kollarında dinleniyorlar, sarılıyorlar, biri diğerinin bedeninden destek alıyor, soluğunu duyuyor, kalp atışını dinliyor, belki de rakibinin kalp atışını kendisininki sanıyor. Seyircilerin uğultusu olmasa, hakem araya girip dürtmese daha da uzayacak bu yakınlık yeniden kavgaya dönüyor. Aşağılık seyirci! Her seferinde nifak sokar… Oysa dövüşen iki boksörün bitkinliği bir an bütün bahisçi, milliyetçi, fanatik vb seyircilerin kendi aralarındaki bağdan daha sıkı bir ortaklık yaratmıştı işte. O bir an dünyadaki olası huzurun da eğretilemesi değil miydi?..

Cephede savaşan askerlerin arasında bir an ateşkes olur ve birbirlerine sigara yiyecek falan atarlar… Çok vardır bunun örnekleri... Savaşan askerler arasındaki ilginç bir dayanışma 31 Aralık1942 yılbaşı gecesi Stalingrad Çarpışmasında yaşanmıştı, Rus aktör ve müzisyenler kuşatılmış şehirdeki askerleri eğlendirmeye geldiklerinde, kemancı Mikhail Goldstein (Yahudi) siperlerde askerlere tek kişilik bir konser verdiği zaman:

“Çaldığı melodiler hoparlörlerden Alman siperlerine ulaşınca atışlar birden kesildi. Ürpertici sessizlikte müzik Goldstein’ın yayından dökülüp aktı.

“Bitirdiğinde, dingin sesizlik Rus askerlerinin üzerinde asılı kaldı. Başka bir hoparlörden, Alman bölgesinden bir ses bozdu büyüyü. Bozuk bir Rusça ile yalvardı ses: ‘Biraz daha Bach çal ateş etmeyeceğiz.’

“Goldstein yayını eline alıp Bach’tan hareketli bir gavot çalmaya başladı.” (William   Craig’den aktaran Zizek)

Soğuk gecelerde birbirlerine pusu atan, uykusuz ve aç kalan, üşüyen yoksul Türk ve Kürt gençleri, başlarında komutanları olmadan emirsiz, bayraksız, vatansız bir tampon bölgede karşılaşsalar… Bir kavram nasıl oluyor da bütün olası tampon bölgeleri de işgal edebiliyor: Dünya vatanların işgali altında…vandal "vatanseverler" nasıl da uğulduyorlar...

Gerçek acıyı ölenlerin yakınları yaşar. Öfke ve intikam duygularıyla bir araya gelen çığırtkanların yakınlığını sağlayan duygu acı değil hazdır! Kütle olmanın hazzı, bir şey olmanın hazzı, kendini kalabalıkla olumlamanın hazzı, yastan herkese bulaşmış ciddi mimiklerle kendini önemsemenin hazzı... Bu duygusal adaletsizlik savaşı kışkırtan, sürdüren temel etkendir...


(*) Nihayet yazarı hatırladım, Amerikalı 1970 doğumlu Dave Eggs. Kaza adlı öyküsünün sonu: "Her şeyin belirginleştiği bir anda, boksörlerin birbirlerini incitmeyi çok istedikleri halde neden başlarını rakiplerinin omzunda dinlendirebildiklerini sonunda anlıyorsun, yorgun sevgililer gibi nasıl olup da birbirlerine yaslanabildiklerini, bir anlık huzur için şükrettiklerini." 



20 Ekim 2011 Perşembe

Vatan Kavramı




Bazı isimler kullanıla kullanıla bir varlığı ifade etmekten kurtulur imge olur; kategorize edemezsiniz. Vatan sözcüğü somut isim midir, soyut isim mi? Hem ikisidir de diyebilirsiniz hem de hiçbiri.

Evet, vatanın belirli bir nesnelliği vardır, nihayetinde coğrafi bir toprak parçasıdır; ama uğruna ölünecek bir şeyden de söz ediyorsak nesnel olmayan yüceltilmiş metafizik bir bindirme sözcüğün anlamında hak sahibi demektir.

Hele ki Türkçede "özleşme" Osmanlılıktan kurtulma, ulus projesinin temel bir öğesini oluşturma biçiminde algılandığı için sözcüklerin yeni ve eski versiyonları ideogram olarak kullanılagelmiştir. Meselâ vatan sözcüğünün eşanlamlısı 'yurt' sol kesimin antiemperyalist jargonunda benzer bir kutsiyettedir. 

'Vatansever'e karşı 'Yurtsever.'  İronik bir durum (bir dönem bu iki sözcük köpekle kedi gibiydiler, şimdi malûm çevrelerde flört ediyorlar). Her ironiye gülünmez. 

Yoksa şu vatan/yurt denilen şey ilinek (töz karşıtı) olmasın... Yani vatan, ancak ‘Vatan!’ sözcüğü söylendiği zaman varolmuş olmasın (haykırma payı saklı tutulmalı)? İnsanın vatanla ilişkisi tuhaf. Nihayetinde bir kavramla ilişkisinden söz ediyoruz. 

Hemen şimdi aklıma gelen bir örnek: Rusça'da da tıpkı bizdeki gibi vatan anlamına gelen iki sözcük var (Bu bilgiyi Kagarlitski'ye borçluyum, ama ilgili yazısını şimdi bulamayacağım için hafızadan aktarıyorum): Lenin döneminde feminen artikeliyle 'vatan' sözcüğü kullanılıyormuş. Stalin bir el becerisiyle muhalif solu tasfiye döneminde ve 2. Dünya Savaşı sırasında maskülen artikelli 'vatan' sözcüğünü feminen olanla yer değiştirmiş. Üstelik bu değişiklik muhalif kesimde hiç de yankı uyandırmamış (Bu hiç şüphesiz komple bir arızanın semptomu, başka bir yazı konusu ve yeri burası değil).

Türkçede de vatan kavramı erkektir, bakmayın anavatan dendiğine…

‘Vatan Yahut Silistre’ oyunundaki 'yahut' sözcüğüyle Namık Kemal bizi 'ya, ya da' gibi bir ikilemde bırakmadığı -tersine somut yerle soyut kavram arasında bir özdeşlik kurduğu halde, bugünden baktığımızda vatanın sınırları dışında kalmış Silistre'nin artık 'yahut'u kapsamadığı ortadadır.

Namık Kemal döneminde veya genel olarak Tanzimat sonrası muhalif aydın hareketini birleştiren bir kavramdır 'vatan'. Ama bugünkü gibi 'anavatan' anlamına gelmez. Sanki vatana vatan dışında bir yerde sahip olabilirsiniz:

"Tuna aradan kalkarsa vatan yaşayamaz… bizim vatanımız Tuna demektir, Tuna elden gidince vatan kalmıyor..." (Namık Kemal, a.g.e.)

Vatan kavramı daha çok kaybedilmekte olan topraklar anlamıyla iktidara karşı kullanılan elinden geleni yapanlarla yapmayanların ölçüldüğü militarist bir kavramdır. Biri doğduğu yaşadığı anavatanını terk eder, kendisine ait saydığı ama kendisinin ait olmadığı yeri vatan sayarak çarpışır. Buradaki vatan akıtılan kanlarla biriken tasarruftur ve hiç şüphesiz bu kavram tasarrufu ideolojiyle korunur. 

Vatanın sınırlarının daralması vatan kavramının muhalif şiddetini genişletir. 

Vatan kinayeli bir sözcüktür. İnsanlar 'vatan' diye kendilerini idealize ederlerken diğerine tahkir edildiğini hissettirir. Vatan tam da bu anlamıyla dışarıya değil içeriye karşı sınırdır! 

Özellikle Balkan Savaşlarından sonra yaşanan göç hareketleriyle vatandaşlık kavramı dışarıdan 'anavatan'a gelenlerin meselesi olur (Kimliğin yerelleşmeyle ilgisi olarak...)

Gerçekte sözcüğün hegemonik anlamından azade bir vatan yoktur. Ama bir terkip içinde vücut bulan ve doxaya dönüşen ve nesnelliğini bir tavır içinde gösteren sloganik şiddet vardır. Vatansever denir, vatan haini denir… monarşi döneminde istibdada karşı başka, bugünkü kutuplaşmalarda başka anlamlarda... İnsanın kendini Büyük Öteki (Lacan'a ait bu kavramın bende farklı olan çağrışımını başka bir yazıya saklıyorum) gölgesinde ifade etmesi tuhaftır. Ne yapalım bugünkü insanın elinden başkası gelmiyor.

Vatan Millet Sakarya diye bilinen, hamaseti tiye alan sözümüzden hareketle yedi yıl önce bir mülâkat sırasında yaşadığım bir anımı da araya sokuşturayım. Aslında anı dediğim ilgili mülâkatta anlatamadıklarım. Çektiğim zarftaki sorulardan biri miydi, yoksa komisyondan biri yekten mi sordu hatırlamıyorum.. Sakarya Savaşı'nı anlatmam gerekiyor. Neyse şeytan dürttü kendi belâgatımın şevkine kapıldım, ayrıntılara girdim: Kafkaslarda bekleyen Enver Paşa'ya, Eskişehir'de yenilen İnönü ile Atatürk arasındaki liderlik ilişkisinin yeniden kuruluşuna, Meclisteki muhalefete ve meşhur, "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla sulanmadıkça, terk olunmaz." düsturunun içeriğini açıklamaya girişmiştim ki, Komisyon müdahale etti. Evet, neydi Mustafa Kemal'in 'vatan'ı?.. Yaşadığımız yer, diğerleri ele geçirmek istediği için daha çok bizim olan yer... ve bu tehdit karşısında daha çok "biz" olduğumuz yer. Yani nesne değil ÖZNE olan vatan!

Oysa bugün korkunç bir özelleştirme furyasıyla ‘vatan’ı bizzat “özel” vatandaşların işgal ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Ormanları, suyu, toprağı yok edilen bir vatan, olmayan yer anlamına da gelebilir pekala. Uzaklarda kalmış bir yer, koordinatları aynı ama görünümün bütün farklılığını zamanın üzerine yıkan bir yer. Ya da hayali bir yer, Atlantis gibi… Ya da turizm tanıtımlarında kullanılan kartpostal tadında bir yer: Kartpostalı Platon’un ideası gibi hakikatın referansı yaparsanız bu numarayı yersiniz… Vatan=Olmayan yer… ‘Olmayan yer’i ters yazılışıyla, Marc Auge’nin ‘Yer Olmayan’ıyla (Non-lieux) ilişkilendirebilirsem ortaya hoş bir paradoks bile çıkabilir.  Marc Auge’nin Yer Olmayan’dan kastı insanların ve malların hızlı akışı için düzenlenmiş mekânlardır: ekspres yollar, bankamatikler, hava alanları, alışveriş merkezleri vb. Buralar anı biriktirmeyen, içlerinden hızlıca geçilen, insanın mekânla bütünleşmesine izin vermeyen yerlerdir. ‘Olmayan yer’ ise gerçekte kamuya aitken, birileri tarafından işgal edilmiş yerlerdir. Mesela belediyeye ‘işgaliye parası’ ödeyen esnafın masa sandalye atarak işgal ettiği yaya kaldırımı. Burada iki türlü işgalci vardır aslında: Böyle bir ilişkinin doğurduğu fırsatla yaya kaldırımının sahibi kesilen belediye ve belediyeden bu yeri kiralayan esnaf. Marc Auge’nin ‘Yer Olmayan’ı mekânı bir geçiş noktasına dönüştürürken (kaypak bir alan; burada yürüyen merdiven bir metafor olarak kullanılabilir), ‘Olmayan Yer’ mekânı özel mülkiyetin çıkıntısına dönüştürür (burada cumba metafor olarak kullanılabilir). Marc Auge’nin ‘Yer Olmayan’ında özgürüzdür ama yerli olamayız, ‘Olmayan Yer’de yerliyizdir ama özgür olamayız.

Şimdi başka vatan kavramları var.. Kürtlerin vatanı, Türklerin vatanı; vatan kavramları çarpışıyor. İnsanoğlunun metafiziği kuvvetlidir, bir kavramdan nesiller boyu sürecek bir intikam kaderi çizebilir.

Malûm söze nazire, bağlayalım: Herkesin vatanı kendine… Lacan’ın dediği gibi göstereni gösterilene fazla gelen, hatta gösterileni olmayan bir vatandan payınıza ne kadarı düşüyorsa…



15 Ekim 2011 Cumartesi

Gülme Fetişizmi

                                            Ahmet Davutoğlu... Vesikalık gülme...


Bir yaz günü öğle vakti kızkardeşimin Bartın’ın yeni kurulan bir mahallesindeki evinden bakkala ekmek almaya giderken… sıcaktan mı yoksa yola döşenecek asfaltın henüz gelmeyişinden mi yol işçileri kazmayı, küreği ellerinde tutarak (avare görünmeye karşı tedbir) kaldırımda bir ağacın altında mola vermiş hakır hakır gülüyorlardı. Ortada bir adam belli ki öyküsünün en gülünç kısmını yeni bitirmişti ama arkadaşlarının gülmesini devam ettirebilmek için habire çırpınıyor, anlatısına yeni eklemeler yapıyordu.  Ben yanlarından geçerken başka biri söz aldı, dinleyenlerin önceki öyküden kalan cılız gülüşleri anlatana eşlik etti. Sokağın ucundaki bakkala varmadan işçilerden bir kahkaha daha koptu. Dönüşte sıra bir başkasındaydı..  gülüşlerinden sokak inliyordu, gülme moduna girmişlerdi bir kere…

İnsanlar başlarından geçen olayları anlatırlarken gülünç olacak şekilde kurguluyorlar. Gülünç olanı en sona saklıyorlar, ya da gülünç olan üzerinden dinleyenlerin kahkahası öyküyü sonlandırıyor. Öykünün yaşanmış hali gülünç olmasa bile (insanlar yaşadıklarına eşzamanlı gülmezler) anlatıya diğerini güldürme dürtüsü yön veriyor.  Bu hep böyle miydi?       


Günümüzde gülme fetişizmi... çağdaş bir olgu.. gülme artık spontane değil, bir takım özel molalarda gerçekleşiyor. Yani yaşamın belli bölümleri gülme için tahsis ediliyor.. bir gülme düzeneği var.. insanlar gülmek için komedi filmi, komedi tiyatrosu (adı da böyle) izliyorlar.. karikatür dergisi alıyorlar, içki sofrasında, kahvede, misafirlikte gülmek için bir araya geliyor, gülmek için birilerinden söz ediyorlar. Gülme kurgulanıyor.


Kanonik otoriteler müritlerine, cemaatine (toplanmalar artık dinsel bir figür gibi gerçekleşiyor) konuşurken arada espri patlatmayı alışkanlık haline getirdiler.. gülmeyi merkezkaç bir eğilim olmaktan çıkarıp, topluluğu gülmeyle rahatlatmayı da kontrol eden bir mekanizma. Örneğin tepede bir yönetici kürsüde konuşurken, lâfın bir yerinde espri yapar ve gözleri herkesi tarar; bu sırada sadece esprinin etkisiyle değil otoritenin espriden beklentisiyle herkes güler.. ama kendinden geçercesine değil; efendice. Bu ortaklaşa gülmenin iki işlevi vardır: Birincisi topluluk gülünen durumu kendinden dışarıda varsayarak homojenleşir, ikincisi insanlar toplanmanın yanında aynı davranışı göstererek daha sıkı bir topluluk olurlar.  

Çağımızda gülmek bir emek gücü de.. mesela günümüz emek gücünün ortak mahiyeti; patronuna, amirine saygılı bir şekilde gülmek değil midir? Ve Müşteriye gülme.. bunun için duygularından arınmış bir surat, temiz bir ağız ve temiz bir cilt gerekir, sanki üzerinde ihtisas yapılmış bir gülme… herkes birbirinden bunu bekler, sen gülersin karşılığında bir gülme alırsın… gergin bir gülmedir bu.. hergün defalarca tekrarlanan bu gülme ritüeli için defalarca çaba gerekir… Bu yüzden birinci paragraftaki gülme, ruhun rahatlama ihtiyacı değil, emek gücü olarak gülmenin ihtiyacı haline gelir. Gülmek emek gücünün bir vasfıdır.



Ha deyince aklıma gelen gülme çeşitleri: hasetkâr gülme, kıskanç gülme, veda gülümsemesi, misafire gülümseme, histerik gülme, gülünç duruma düşmemek için peşin gülme, şaşkın gülme, acı ile gülme, sadistçe gülme, alaycı gülme, kendi kendine gülme, kasevetsiz gülme...
İnsanlar gülmeye teşne.. gülme suratın bir eğilimi.. hatta erekselliği, saplantısı… Bunun her zaman böyle olduğunu sanmıyorum… eski resimlerde gülen insan pek yok… ciddiyet gülmeye karşı bir tedbir, bir nefs terbiyesi mi? Değil değil, öyle değil… bunu eski çağı yeni çağa karşı olumlayan bir gösterge olarak düşünmüyorum.. öte yandan ciddiyet tefekkürden değil genellikle itaatten gelir…

İşin tuhafı gülme çağımızda da itaatten geliyor… gülme diğerine olan borcumuz, gülerek karşımızdakiyle ödeşiyoruz… aslında gülmemiz diğerinin gülmesini ardışık olarak takip etmiyor.. eşzamanlı gülüyoruz.. sosyalleşmeye olan bu daimi borcumuzun diyetini gülmeyle ödüyoruz…

‘Gülmenin Tarihi?..’ Neden olmasın? Bu konuda Freud’dan ve Bergson’dan fazla bir sözüm olursa bir yazı döşeneceğim…

Marazi olmayan gülmeler... Bana iyi gelen gülme, varlığımın diğerinde sevinç uyandırdığını hissettiğim ve varlığından sevinç duyduğum insanların yanındaki gülmelerim.. basarım kahkahayı valla.. kasevetsiz kasevetsiz gülerim…


Çağımız Türkiye’sinde ağlama fetişizmi diye de bir şey var. Bunun en nadide örnekleri ağlayan Fethullah Gülen, İbrahim Tatlıses, Recep Tayyip Erdoğan, Emel Sayın falan... Aşağıdaki fotoğraflar biraz dursun, bir başka yazıya ilham versin.

(Meselâ cemaati ağlayan Fethullah Gülen ile cemaati gülen Cübbeli Ahmet Hoca'yı karşılaştırmak...)


                                                         Ağlayan Fethullah Gülen

   6 Ekim 2011'de Çankaya Köşkü'nde yapılan Emekliyiz Gönüllüyüz projesinde bir kız çocuğunun okuduğu Sol Yanım Acıyor Anne şiirini dinlerken hep beraber ağlayan muteber insanlar...