18 Nisan 2024 Perşembe

MEKÂNIN SIRRI

 



İskele boyunca saf düzende beş altı kişi, bazen arkalarda bir o kadar daha, on beş on altı yaşlarında yeniyetmeler.  Kol kola, omuz omuza. Ama sıkı fıkı olmalarının göstergesi sadece bu değil, elleri hoyrat, sataşkan; biri diğerinin ensesine pat diye şaplak atabilir, aralarında illaki takıldıkları biri vardır. Eşek şakasına alışkınlar. Kötüye yormak aklımdan hiç geçmedi, şakalarıyla bedenlerini yerelleştiriyorlar. Kiminin elinde kitap, kiminin elinde gazete, dergi; eğer mevsim gereği ceket veya parka giymişlerse, tüm bu matbuat yan ceplerinde ve başlığı okunacak biçimde taşkın. Ciddi konular konuşuyorlar. Konuşurken elleri karate yapar gibi aşağı yukarı sertçe inip kalkıyor. Ciddiyet çok sürmüyor, iskelenin orta yerinde birden bir kahkaha patlıyor, katıla katıla gülenlerin sesi dalga sesine karışıyor, iki büklüm korkuluklara tutunanlar, gülerken öksürenler.  O yaşta sigara içenler var, hem de az değil, yarıdan çoğu sigara tiryakisi. İskele gezintisi o yaşlarda sigara partisi gibidir. İskeleye girdikleri anda başlarının üstünde hale hale yükselen dumanlarla yürürler. Mecazi anlam düz anlamı ele geçirir, başı dumanlı gençliktir onlar. Şimdi puslu biçimde gözümün önündeler, onların gerisinde yürüyorum. Onlarla karşı karşıya da yürümüş olabilirim ama artık yüzlerini hatırlamadığım için hayal gücüme yakışan bu. Yıl 1979 ve 12 Eylül 1980 arası, yirmi yaşlarındayım.  Onlarda kendi yeniyetmeliğimi görüyorum…  o zamanlar muhtemelen böbürlenerek.

İskelenin büyüttüğü çocuklarız.

İskelede ilk yüzme deneyimi kasabalıların bireysel tarihinde bir devrim gibidir. Fizyolojik erginlenmeyle ilgisi olmasa da kendi çapında bir kasaba potlacı. Yüzme bilmeye ani geçiş. Kıyıda çat pat yüzüyorsunuz ama dibini görmediğiniz derin bir yere ilk kez atlıyorsunuz. Birden. Yetişkinlerin zorla suya savurduğu çocukları da gördüm. Denize düşen çocuğun yüzme bilip bilmediğine karar veremediği o şaşkın an... Sonra merdivenlerin aşağısındaki düzlüğe kimsenin yardımı olmadan çıkıyorsunuz. Sırasıyla alçak basamaktan yükseğe doğru, nihayet iskelenin üstünden atlamalar. Önce çivileme sonra balıklama. Balıklamanın adabı belli, dizleri bükme ve ayakları bitişik tut. Hepsi birer aşama.

 

Yüzme bilmenin kazandırdığı özgüven devrimci olmanın özgüveniyle kaynaşır. İskele bu karma yürümenin özgürlük parkurudur. Kendine özgü bir tarzla: yere sağlam basan, kollar bir kavgaya atılacakmış gibi gergin, omuzları geniş gösteren, bir tarafa hafifçe yanlayan, iskelede ufka bakmanın ehlileştirdiği kısık küçümseyici bakışın eşlik ettiği yürüyüş.

Bedenler şeffaf. Ama şeffaflığı veren mekânın açıklığı değil. İskelenin kasabadan tecrit oluşu. Sahil yolu denizle bağınızı kesintiye uğratıyor, bu yolu aştınız mı iskele sayesinde denizle bağ kurarken aksine kasabadan da kopuyorsunuz. Sahil yolu derken eski dönemi kastediyorum, sağa sola bak ve karşıya geç hali. Bir sınır. Şimdiki ucube alt geçit yok. Eğer sahil yolu olmasaydı  iskele Meydan’ın uzantısı gibi görünürdü. Evet Meydan’ın ‘M’si büyük, hem tür adı hem özel ad. Sözünü açmışken devam etmesem olmaz; Meydan, kasabanın merkezi ve en geniş kamusal alanı, Atatürk büstünün olduğu yer. Kamusal alan ama sahipsiz değil.  Meydan’ı çevreleyen dükkan sahiplerinin kendiliğinden bir işgaliye alanları var, dükkanın önünde durmaları bile (müdavimleri de olabilir) oradan geçerken size “yabancı” olduğunuzu hissettiriyor. Meydan’ın güney çeperinde taksi durağı mesela, oradaki otomobillerin hareketi, şoförlerin birbirlerine  bağırarak seslenmeleri, bir otomobilden yükselen müzik, sahipliği güçlü biçimde vurguluyor. Sahiplik salgısı olarak ses. Meydan bir eğleşme yeri değildir, orada ya bir dükkana girersiniz, ya da orayı iskeleye doğru geçiş güzergahı olarak kullanırsınız. Herhalde  bir kıyaslama yapmamın sırası: Meydan’ın zımni sahipliğine karşı iskele sahipsizdir. İskelede mekân örgütlü değildir. Bir çocuğa bile hak ettiği özerkliği verirken cömerttir.  Mayıs 7’si bayramında yüksek tepelerden kasabaya inip akın akın iskeleye hücum eden köylüler geliyor gözümün önüne, deniz çekiyordu onları. Kayıklara atlayıp çığlık çığlığa korkularıyla oynaştıkları deniz.  Bu sefanın içinde iskelenin sahipsizliği de gizliydi, kentle uyum sağlayacakları rahat bir oryantasyon mekânı olarak.

 

Oltayla balık tutan uzun süre kalanlar bile sahiplenemez iskeleyi, çünkü sırtları gelip geçenlere dönüktür. Sırtımız… mahcubiyeti  yüzümüz yerine sürdüren tarafımız.


Şeffaf dedim, yani tecrit ve sahipsiz bir yerde görünme biçimimiz. Yürümenin bilinçdışı eğilimi. Hatırlıyorum, çoğu zaman evden çıkınca hedefimin iskele olduğunu bilmezdim, bir bakmışım ayaklarım beni oraya götürmüş. İskele karşılaşma yeridir. İllaki bir arkadaşınızı orada bulursunuz. Diğerini görme ihtiyacını rastlantıya çeviren “eşitlik” kuran bir yerdir iskele. Rastlantı derken esasen iskelede karşılaşmayı değil henüz sahil yolunun berisindeyken tanıdığınızı uzaktan görmeyi kastediyorum.  Kasabada herkes uzağı iyi görür çünkü. Bir tanıdığı görmenin sevinciyle...


İskelenin ucundan yüzünüzü karaya dönünce kasabanın panoramik görüntüsünü elde edersiniz. Total görmekle ilgili herkesin kendisine yaptığı narsistik yatırım. Ta arkada tepesi yaz kış karlı Çal Dağı, tepelere doğru giderek seyrelen evler, uçları görünen minareler, doğuda Dikmen, Karaburun; batıda Ordu Piraziz arası koylar. Manzara denilen şey genellikle yukarıdan aşağıya doğru ortaya çıkan bir görme biçimidir. Burada ise tersine deniz seviyesinden tepelere doğru ve yanlara doğru genişleyerek bir “uzak” yaratma hali. İskele insana uzaklık hissi veriyor. Hatırlatayım, eskiden 272 metreyle ülkenin en uzunuydu Bulancak İskelesi. Ve iskelenin ucunda bir yeniyetmenin bakışıyla yarattığı uzağın uzağı olma hali. İskelenin sanki vektör hattıymış gibi kasabayı simetrik biçimde ikiye ayırması insana kendini merkezde konumlanmış hissi veriyor. Narsistik yatırım derken kastettiğim bu.

 

İskele bitince doğu ve batı yönünde sahil kaldırımı. Hangisi? Hiç tereddütsüz batıya. Sanıyorum Batı imgesi gizli etken, İstanbul’a, Ankara’ya giden anayolun paraleli. Harita bilgimiz de gizlice yönlendiriyor, Avrupa o tarafta. Yaz akşamları aileleriyle yürüyen genç kızlar da. Ama aileleriyle yan yana değil, hemen arkalarından yürüyorlar. Kontrolden kaçan ferahlık sağlayan  flörtöz bir mesafe bu. Akşamın karanlığında iki bakış karşılaşır. Ta uzaktan fark etme, giderek yaklaşma ve geçiş anında dıng! Bakışmanın bir iç sesi vardır. O yıllarda öyleydi.


O yıllarda sahil kaldırımlarına göre iskele daha erkekti.


Bir gün akşamüzeri yağmur çiselerken iskeleden dönüyordum, 80 sonrası ve 86 öncesi geniş zaman aralığında bir gün... ta iskelenin dibinde bir adamla kadının geldiğini gördüm. Kadın rahat, gülüyor gibi. Meydanı boş bulmanın tadını çıkarıyor, yürüyüşü bir korkuluktan diğer korkuluğa yılankavi, sanki dans ediyor, elleri havada kıvrımlı hareketler yapıyor. Yanındaki adam? Tanıdım, ama merhabamız yok. Kadının üzerinde uzun bir hırka var. Hem onları izliyorum hem yürüyorum. İyice ağırdan. Yaklaşınca, kadının lambanın altında parlayan ıslak alnını gördüm. Bir ses çıkardı, çok bildik birkaç sözcük ama aklımda sadece sesin neşesi kaldı. Acaba merhabam olmayan adamın nesiydi? Sevgilisi?.. Peşlerinden baktım bir an, iskelede bizden başka kimse yoktu… İçimden Yeşil Hırkalı Kadın dedim ona. Sonraki günler hep Yeşil Hırkalı Kadın’ı aradım.  Ona verdiğim ad buydu.

 



7 Nisan 2024 Pazar

TREN SESİ ve ÇOCUK ÇIĞLIKLARI


 

Başlarında en büyükleri 11 yaşında kız, dört çocuk okul dağıldıktan sonra mezradaki evlerine dönüyorlar. İki üç kilometre patika yol.

 

Vadiye inince demiryolu köprüsünün altında çantalarında kalan son azıklarını yemek için mola veriyorlar. İlk kez uzaktan uğultuyla gelen ve giderek şiddetini artıran tren sesini duyuyorlar. Tren tam köprünün üstünden geçerken 11 yaşındaki kız çığlık atıyor, diğerleri onu takip ediyor, son vagon köprüyü terk edene kadar. Neşeyle tepeye evlerine doğru yürüyorlar.

 

Ertesi gün treni kıl payı kaçırıyorlar. Daha ertesi gün de. Sonunda trenin geçiş saatini kestiriyorlar (muhtemelen önceki gün rastladıkları tren rötarlıydı) ve okul dağılır dağılmaz köprüye doğru koşuyorlar. Bazen öğretmenlerinden beş on dakika erken çıkma izni alarak.

 

Tren gelmeden orada soluklanmak, tren geçerken bir ayin yapar gibi çığlık atmak... henüz stres sözcüğünü bilmiyorlar, ama çığlıkları sanki içlerinden zehirli bir atığı dışarı atar gibi onları rahatlatıyor.

 

Zamanla çığlıktan sonra ilk neşeli halleri yok oluyor. Sadece bir rahatlama. Yorgunlukla birleşen hüzün. Çocuklar trenin geçiş saatine yetişmek için okulun dağılmasını sabırsızlıkla bekliyorlar, henüz stres sözcüğüne sahip olmasalar da nasıl rahatlayacaklarını bilmek onları strese sokuyor.

 

Araba yolu bile olmayan mezralarına ta uzaklardan gelen tren ancak tersinden anlaşılabilecek bir süreçle stresi getiriyor. Şöyle: Çocukların çığlıkları başlangıçta tren sesini taklit ediyordu, şimdi tren sesi çığlıklarını kamufle ediyor.