28 Ocak 2023 Cumartesi

Ayakkabı

 


Sabah evden çıkacakken fark ettim ayakkabımın sağ teki iki yerinden delik. 

Tamire değecek kadar büyük sayılmaz gerçi, yakından bakmadıkça da anlaşılmıyor. 

Çocukken ayakkabım bir yerden faça verince ayakkabıma özeni kaybederdim. Yürümem değişirdi. Çabucak eskisin de yenisi alınsın diye mi? Hayır, yeni ayakkabı sinyalini veren eskimesi değil ayakkabı numaramızın büyümesiydi, istihkakımız senede bir çiftti. Nankörlük yapmayayım, ayakkabımın eskimeye yüz tutmasının rahatlatıcı bir etkisi de vardı, daha özgür olurdum, yürüyüşüm eski doğal haline kavuşurdu. Bir aşamadan sonra illaki ayakkabı tamircisine giderdik. Yama, yapıştırma, pençe atma falan… Sadakat gösterdiğimiz bir berber gibi bir ayakkabı tamircisi de vardı muhakkak.  (Müdavimi olduğumuz bu tür dükkanları babamız seçerdi. Bunun pedagojik yönünden sonra söz ederim.) O kuytu loşluğu hatırlıyorum, yapıştırıcının o antiseptik kokusunu. Ama şimdi delik yerini sadece benim bilmem bile ayakkabımı hor görmeme yetiyor. Severek giyiyordum onları, artık onlarla sevgi bağımı bugünden itibaren yitiriyorum. 

 

Marmaray’a doğru yürürken gözüm arada sağ ayakkabıma kayıyor, delikler belli. Ama nerede bulunduklarını bilmemle ilgisi var bunun. Yoksa kimse göremez. Yakından bakmak… bir kadının içbükey aynada ister istemez yüzünün defosunu görmesi… sonra da bu defosunu imge olarak taşıması gibi.

 

Yine en arka vagondayım, sırtımı vatman kapısına yaslıyorum. Çok önceden beri bir gözlemim var, insanların pahalı marka ayakkabı giymeleri bir dönemden sonra yaygınlaştı... ve ayakkabıların sağlamlığı. Bugün bu gözlemime bir yenisini daha ekledim, çeşit çeşit, rengarenk ayakkabılar hiçbiri diğerinin aynısı değil. Trenin uzun koridoruna doğru ayaklara bakıyorum, her bir çift farklı. Birbirinin aynısı iki çift ayakkabı bulsam tesadüfmüş gibi gelecekken bulamamam tesadüfmüş gibi geliyor.

 

Ayakkabılarda kendiminkiler gibi küçük defolar arıyorum. Uzakta olanları göremiyorum elbette ama içimdeki saha araştırmacısı hiç yapmadığım bir şey yaptırtıyor bana, arka vagondan ön vagona doğru yavaş yavaş yürüyorum, ister inanın ister inanmayın ayakkabıların hepsi sağlam ve hepsi birbirinden farklı! Öyle ya da böyle aynı kafada olan bu insanların ayakkabıları neden farklı?

 

Önce neden Marmaray? Marmaray’ın ayakkabıyla ilgisi ne?

 

Marmaray’da koltukların karşı karşıya olması bir ayakkabı teşhirciliği furyasını başlatmış gibi geliyor bana.

 

Marmaray ve metro şehir içinde hem yolcu taşıma kapasitesi hem de yolcu güvenliğini hesap ederek (hesap ederek dememeliyim, ayrıca hesap etme zahmetine girmeden Batı’dan olduğu gibi alarak) yan yana ve karşı karşıya koltuk düzenini getirdi.

 

Birbirini tanımayan insanların karşı karşıya oturmaları! Zavallı insanlar. Gözlerini kaçıracakları yer de yok. Tavana asılı monitörler ilk kez yeni bir şey izliyormuş gibi bir bakma süresi tanıyor. Başka? Ortalama iki dakikada bir durak adlarını bildiren anons işitsel olduğu halde görsel bir etki yapıyor, gözün sanki sesin kaynağını arıyormuş gibi sağa sola seğirmesi… Bir de büyük Türk düşünürü gibi aşırı konsantre biçimde sabit bir nokta bulup oradan gözünü ayırmayanlar, ne mutlu onlara. Asıl çare cep telefonları. Yüzlerini cep telefonlarına eğenlerin varlığı diğer birkaç boşta kalmış insana bakış ferahlığı veriyor. Bir de kitap okuyanlar. Çoğu sahte okuyucu. Ama insan insana bakar. Bakış terbiyesi gereği en savunmasız yerine bakar, ayaklarına. Düşman ayağa bakar sözünün kentte geçerliliği yok. Dost veya düşman değil burada geçerli olan, nötr bakış. Ama bize bir izlenim veren nötr bakış. Ayakkabılara bakmak. Geçim sıkıntısının, sevgilinin, ne olacak bu memleketin hali sorusunun eğretilemesi olarak ayakkabılara bakmak. Bakış ekonomiktir, arz ve talep doğurur.

 

Ulaşım çeşitliliği ve evle işyerinin uzaklığı birbirine paralel giden şeylerdir. İnsanın şehrin birçok yerinde yabancı olmasını sağlayan şeyler. Tanıdık bir grubun işaret ettiği yabancı değil, birbirine yabancı. Yani yabancılığın tanıdığı eşitlikle yabancı olma imkânı. Diğerinin yabancı olmasından çok kendisinin yabancı olma bilinci. Bu yabancı olma hali mümkün olduğunca diğerleriyle benzeşmek için yontulmuştur: Vasat yabancı. Ayakkabılarda yabancı! (Bu konuyu uzatma eğilimimi saklı tutuyorum.)

 

Osmanbey’den dönerken lastik tabanı çıkmış birini gördüm, oturduğu yerden ayaklarını çaprazlama uzatmıştı. Göstere göstere uzatmıştı. Bu benim bütün gün boyunca gördüğüm tek defolu ayakkabıydı. Yüzüne baktım, saçları üç numara, kendi kendine gülüyordu, deliydi galiba. Eminim ayakları sağlamdı.

 

İnsan gerçekte vücudun bir uzvuna bakmaz, o uzvun bir giysiyle gösterilişine bakar. (Çıplakken bile böyledir, insan çıplaklığın temas ettiği dekorasyonla çıplaktır. Bu yüzden herhangi bir hayvana baktığımızda aklımıza çıplaklık gelmez.)

 

 

 

 


 

9 Ocak 2023 Pazartesi

Bir Çocukluk Anısı

 


Yer Görele Hasan Ali Yücel İlkokulu, yaş yedi, bilemedin sekiz. Üçüncü veya dördüncü sınıftayım, sınıftakilerin en küçüğüyüm ama kalıbım onlara denk, yaşımı kimseye söylemiyorum. Babam sınıf birincisi kim diye soruyor ikide bir, ben de hâkimin oğlu diyorum. Hâkimin oğlu sınıfımıza yeni geldi, herhalde babası kasabaya tayin olunca. Öğretmenin ilgisi de hemen ona kaydı, en çok sözü o alıyor, en çok sesli okumayı o yapıyor, en çok tahtaya o kalkıyor, en çok aferin ona gidiyor. Sınıf birinciliğinden anladığım bu.

 

Benim de babama bir sorum var, baba diyorum kasabada en güçlü kişi kim? Kaymakam mı hâkim mi? Babam hükümet konağında memur. O kadarına aklım eriyor, babamın kasabanın en güçlü kişisi olmadığı kesin. Şimdi düşününce bu soruyu babamdan rövanşı alma arzusuyla sorduğumu varsayabilirim. Babamın bir an kafası karışıyor, ama cevabını veriyor, kaymakam diyor. Babalar eninde sonunda makul bir cevap verir. Hâkim değil mi diyorum. Babamın yine kafası karışıyor, ikisi de birbirine eşit diyor, kaymakam herkese karışır bir tek hâkime karışamaz. Babama bravo, Montesquieu’yu okumadı ama pratik yaşamdan güçler ayrılığını biliyordu. Ben yine de kaymakamı üstün görüyordum, hükümet konağında en iyi oda onundu, iki katlı binada hâkim alt kattaydı kaymakam üst katta. Benim üstünlükten anladığım buydu. Hem oğlundan dolayı hâkimin kasabanın en güçlü kişisi olması işime gelmiyordu.

 

Bir gün hâkimin oğluyla öğretmen kavgaya tutuştular. Hâkimin oğlu nasıl olduysa sıranın üzerine çıkmıştı, öğretmen ona adıyla hitap ederek in aşağı diyordu, hâkimin oğlu öğretmene sen sınıftan defol diyordu, senden nefret ediyorum!  Biz öğrenciler şaşkınlıkla izliyorduk, sınıfta sadece ikisinin sesi; öğretmenin alttan alan, hâkimin oğlunun bağıran sesi. Kavga nasıl sonlandı şimdi hatırlamıyorum. Ertesi gün ve daha ertesi gün hâkimin oğlu sınıfa gelmedi. Aradan kaç gün geçti? Bir sabah öğretmen bize hâkimin oğlunun hasta olduğunu ve sınıf olarak onu ziyaret edeceğimizi söyledi. Sınıf kalabalık, öğretmen gidecekleri seçti. Neye göre seçti? Kafasındaki protokole uygun olanları elbette. Seçilenler arasında ben de vardım. Birtakım yokuşlar çıktık, hâkimin karısı bizi kapıda karşıladı. Hâkimin oğlu küçük bir odada yatıyordu, bizi görünce neşelendi. Ayakta kalmadık, oturduk, herkes kendine sıkış tıkış bir yer buldu. Hâkimin karısı bize çay ikram etti. En net hatırladığım şey çay bardağı ve bardak altlığıydı. Hiç bizim evde kullandıklarımıza benzemiyordu, çayın tadı bile başkaydı. Çayın yanında kurabiyeler enfesti. Bir de duvarın rengi, soluk deniz yeşili.

 

Okula dönüşte bizimle gidemeyen çocuklar etrafımızı sardı, sanıyorum onlara yediklerimizi içtiklerimizi ballandıra ballandıra anlattık. Ben de anlattım mı? Sorusu bile berbat, kendimden utanmalıyım. Ama henüz adalet kavramını bilmesem de o zamandan beri içimde bir şeyin nasıl yıkıldığını hatırlıyorum. Önce öğretmen kavramının yerinde büyük bir boşluk oluştu. Bunun tek olumlu tarafı şu: dokunulmaz dediğim mutlak otorite hiç de ahım şahım değilmiş.