20 Mayıs 2020 Çarşamba

Mayıs 7'si



Bir sabah köylülerin kasabayı istila etmesi...

O gün aklımdan çıkmış olurdu ve hep gafil avlanırdım. Her yerde rengârenk yerel giysileriyle hiç tanımadığım köylüler, sokakta aşina olduğum kimse yok, kayboldum duygusu... herkes nerede? Sonra dank ederdi kasaba bir günlüğüne el değiştirmişti.

Yolunuz  Bulancak’a düşmüş ve orada birkaç gün konakladıktan sonra 20 Mayıs sabahı erkenden uyanıp sokağa çıksaydınız ve bu şenlikten de habersiz olsaydınız aynısı sizin de başınıza gelirdi, afallayıp kalırdınız. Yıllar öncesinden söz ediyorum, belki 40, 50 yıl öncesinden. Her yer rengârenk yerel giysileriyle köylülerle doludur. Hareket halinde, kadınlar, genç kızlar, çocuklar, gülen yüzler, bağırarak konuşanlar, yayla taraflarından gelmiş alyuvarları yüksek, yanakları pembe insanlar. Aynı köyden olanlar klan halinde geziyorlar ve hiç yabancı gibi davranmıyorlar, hoyratlar.

Mayıs helvası, bir geçiş toplumu tatlısı...

Sadece o güne has olması yüzünden sanki bir yıl boyunca şekeri düşmüş insanlar o anı beklemişlercesine hep beraber tatlı histerisine kapılıyorlardı. 

Beni en çok giysileri çekerdi. İlle peştamal olurdu, genç kızlarınki altta, yaşlıca olanlarınki başlarının üzerinde. Kasabanın yaz başlangıcı sıcak havasına göre biraz kalınca giysiler. Yüksek köylerin serin havasının aldatıcı seçimi diyebilirsiniz ama tam olarak bu değil, soğuk hava giysilerinin Karadeniz dağlarından aşağıya taşınması tesettür eğilimini de karşılıyordu. Bir de giysinin insanı zengin göstermesi, ne kadar çeşit olursa o kadar iyi mantığı. Ben en çok dizlere kadar çekili beyaz yün çorapları hatırlıyorum. Bir de renklerin cırtlaklığını. Bir de çamura bulanmış topuklu ayakkabıları. Bir günlük çiçek açan ağaçlar gibiydiler. İskele ve deniz kenarı onların hedefiydi.  Kayığa binmek, onlar için uçağa binmek gibiydi herhalde. Bir değişimi tam da değişirken gözlemlemek... bu fırsatı ta o zamandan teptiğimi anlıyorum şimdi. O zamanlar galiba küçümsüyordum, sınıfsal bir küçümseme değil de daha çok geri kalmış bir davranışın heyecanını yadırgamak diyeyim. İçlerinde ilk kez denizi görenler vardı eminim. Köylerine döndüklerinde hiç denizi görmemiş akrabalarına coşkuyla denizi anlatacaklardı. Senede bir kez de olsa kasabaya inmek sanıyorum meşru bir flört ortamı da yaratıyordu. Hem de kasabalıların sokakta hiç yaşamadıkları cinsten. Kol kola girmiş, el ele tutuşmuş kızların mahcup gülüşleri. Kol kola, el ele diye söylüyorum ama galiba klişe yanılgısı bu, bedenleri düğüne giden kasabalı kızları çağrıştıran bu dilden uzaktı henüz. Belki de bir liderin etrafında birbirlerinin dirseklerini tutmuş halleri... böyle resim daha iyi oturuyor. Eller; kaba, iri iş yapmış eller. Şimdi düşünüyorum da severmişim onları. Onların acemi şehirleşme çabalarını. Ne olursa olsun dünyalarını genişletme arzularını. Kasabaya inmek bir kariyerdi onlar için.

Keşke o zamanlar aralarında daha çok dolaşsaymışım, iskelede peşlerine takılıp ne konuştuklarına kulak verseymişim, dalgalara yedi çift bir tek taş atsaymışım... sanki yokmuşum gibi dikkat çekmeden…




9 Mayıs 2020 Cumartesi

Hapşırmanın Kısa Tarihi




Hapşırma hazzı diye bir şey var. Hele üst üste iki üç kez hapşırınca değme keyfime. Galiba alerjik; bahar hapşırık mevsimi. Bir önceki alt kat komşumuzun hapşırığı gecenin bir yerinde silah gibi patlardı, biz de ailecek gülerdik. Onun için hapşırma muhtemelen içindeki sıkıntıyı dünyaya gaseyan etmenin bir yoluydu da. Ondan etkilenmiş olabilirim hapşırığım bir yıldır sesli çıkıyor.

Gel gör ki şu korona günlerinde dışarıda yürürken bu hazdan mahrum kaldım. Hatta hapşırma eziyete dönüştü bile diyebilirim. Bilirsiniz, hapşırığın hemen öncesinde hapşıracağınızı hissedersiniz ve nefesiniz daralır, içinize hava çekmek istersiniz, ama o an ancak kesik kesik solumaya izin vardır; gözleriniz kısılır, burun delikleriniz açılır. Bu kritik süreyi müdahale edeceğim seviyedeyken sezmek gibi bir yetenek geliştirdim, hapşıracağımı anlıyorum ve yolun ortasında biraz durarak derin derin nefes alıp veriyorum. İşin püf noktası burundan nefes almak, burun deliklerinden birini kapatırsam daha etkili, 'Tamam geçti...' İnsanları ürkütmenin dikkati üzerime çekmenin lüzumu yok. Ama bir iki kez kazaya uğramadım değil, o anlarda hemen bir kolumu kaldırıp  kafamı montumun içine soktum öyle hapşırdım. Hapşırığımın sesi bile değişti, ‘Hapşu!’ yerine ‘hppşşş…’

Hapşırma eyleminde bir paradigma değişimi bu.

Hapşırma önceden hapşıranın şifa kaptığının belirtisiyken, şimdi hastalığı diğerine bulaştırma ihtimali. Önceden diğerinde nezaket uyandırırken (‘Çok yaşa’) şimdi utanılacak bir şey, ayıp (‘Geber!’). Geçenlerde kaldırımda yürürken güzel bir kadın geliyordu karşımdan. Eski alışkanlıkla kaldırımı ilk terk eden olmak isterken o benden önce davrandı. Doğru ya dedim içimden, centilmenliğin yeni  kuralına göre kaçan tarafta ben olmamalıyım, koronalı olma ihtimalini benim üstlenmem gerekiyor.

Konuyu açmışken enfiyenin ve hapşırmanın tarihi hakkında birkaç not var kafamda, onları da aktarayım yazı tamama ersin. 

Sağırlarda ses 'Hapşu!' diye çıkmazmış. Mahreç noktam burası olsun.

Sağırların hapşırırken ‘hapşu’ sesi çıkarmadığını öğrenince aklıma Youtube’da izlediğim bir intihar videosu geldi. Tüfeğinin namlusunu göğsüne dayamış kendini filme çeken genç bir adamdı. Tüfek henüz ateş almamışken senkron kayması gibi bir şey oldu, genç adam ‘Ahh!’ dedi tüfek ondan sonra patladı. Adamın çıkardığı sesin patlamayla eşleşmediğini o ana iyice kulak verince anlıyordunuz. ‘Ahh!’ acının nidası değildi. Ses, acı daha başlamamışken çıkmıştı, sanki acıyı taklit eden bir ön haberci. Kurşun göğse saplanınca ikinci bir ‘Ahh!’ sesi çıkmadı. Dilde yansıma sözcükler diye kullandığımız sözcüklerden bazıları yansımayı terse çevirirler.  Bu sesleri sosyal ilişkiler içinde terbiye ettiğimizin farkına varmayız. Sağırların ‘hapşu’ sesi çıkarmamaları sanırım bundan, çünkü nasıl hapşıracaklarını duyarak deneyimleme imkânları yok, içlerindeki sıkışmış havayı olduğu gibi dışarı bırakıyorlar. Tazyikin saf sesi bu. Hapşırmaya efekt vermeyi bilip bilmemekle ilgili. Efekt hapşırmaya kabul edilebilir bir norm kazandırıyor. Sözcükten sese doğru giden bir yansımayla.


Hapşırmanın günümüzden çok daha makbul olduğu bir çağ vardı.

Oraya gelmeden bir not: Altıncı yüzyılda İtalya’da başlayan veba hastalığının ilk belirtisinin kronik hapşırma olduğu anlaşılınca Papa (Gergory 1)  bir yasa yayınlayarak, herkesin hapşıranlara ‘Deus te adjuvet’ (Tanrı seni takdis etsin) demesini mecbur kılmış. Çünkü daha önceki Papa 2. Pelagius hapşırırken ölmüş. Hapşırma grip, soğuk algınlığı gibi yaygın hastalıkların da ön belirtisi olduğu için bu tür sözler zamanla nezakete dönüşmüş, ilgi sözü haline gelmiş. Sağlıklı bir insan da hapşırabilir ama bu tür sözlerin en kötüsü düşünülerek bir önlem yerine geçmesi ilginç. 

Müslümanlarda hapşırmaya karşı tutum esnemeyle zıtlığı içinde ele alınmış. Buhari’ye göre Hz Muhammet şöyle buyurmuş:

“Allah aksırmayı sever, fakat esnemeyi sevmez. Bir kimse aksırıp "elhamdülillâh" derse, bunu işiten Müslümanların, "yerhamükellah" diye karşılık vermesi gerekir. Esneme ise, şeytandandır. Bunun için, esneme ihtiyacı duyan kişi mümkün olduğu kadar buna mani olsun. Çünkü biriniz esnediği zaman şeytan ona güler." (Buhâri, Edeb, 165, 166; Müslim, Zühd, 54; Tirmizî, Edeb, 1, 4; Nesaî, Cenâiz, 52)

Burada çift anlamdan söz etmek mümkün. Esneme hem hiyerarşiyi bozuyor (karşısındaki otoriteyi dinlememe hali) hem de zıtlık içeri almak dışarı atmak ikiliği üzerine kuruluyor. Esneyen, içindeki kötülüğü hapşıran gibi dışarı def etmek yerine içine alıyor. Şeytandan denmesi normal.

Hapşırma bir iletişime de yol açıyordu böylelikle, hatta kişinin rengini belli ediyordu, 'Hapşuuuu!' elhamdülillah (püriten), çok yaşa (seküler).

Hapşırığın hastalığın belirtisi olması önemli ama daha olumlu bir tarafı da var. Hapşırma düz anlamıyla hastalığı vücuttan dışarı atan bir eylem, vücudun bir refleksi. Henüz mikrop keşfedilmemiş, insanlar hapşırmayla hastalığın bulaşması arasında bir ilişki kurmamışlar. Hapşırma hem belirti hem de tedavi. İnsanların hastalıklara bakışı düz anlamlı; Piaget’nin çocuklarda somut işlem dönemi dediği çağları aşamamış daha. İnsanlar o dönemlerde hapşırınca sanki vücuda musallat olan habis ruhu da dışarı attıklarına inanıyorlar.

Hapşırmanın makbul olduğu çağa gelelim şimdi. Makbul burada doğru bir sözcük mü emin değilim. Ama her yaygınlaşma makbul bir durumla başlar.

Hapşırmanın kötüyü dışarı atmak değil, kötüyü belki de daha bulaşmadan önlemenin, sağlığı keyifle birleştiren tarihi Hintlilere ait. Hiç şüphesiz bu enfiyenin icadına dayanıyor. Burun mukozasını ufanmış tütün parçalarıyla provoke et ve hapşırma başlasın. Tütünün bu amaçla kullanımı bütün Asya’ya yayılınca Çin asilzadeleri enfiyeyi yasaklamışlar. Çünkü alt sınıfların bu hovarda keyfi toplum disiplinini zedeliyordu. Sağda solda hapşıran birtakım insanlar. Ama Çinli asilzadeler kendi malikanelerinde enfiyenin keyfini şişelerde muhafaza ederek bunu bir dekorasyona dönüştürmüşler. Enfiye çekmek statü halini almış. Yasağı hem koyan hem de delen statü.

                                               Çinlilerden enfiye şişesi

İngilizler de kutuya sokmuşlar. Enfiye kutusunu mücevher haline getirerek. Daha ilginci değerli kutuyla bu statüye erişemeyen alt sınıf elin anatomisinde enfiye çekilen bölgeye enfiye kutusu (snuffbox)  denmesini sağlamış (belki Türkçeye enfiye çukuru diye çevrilmesi daha doğru olur). Başparmağı yukarı gergin tutunca geride oluşan üçgen derinlik.

                                     İngilizlerden enfiye kutusu

                                       




17. ve 18. Yüzyıl Batı’sında enfiye çekip hapşırma sağlık için teşvik edildi. 19. yüzyılda ise keyfin sağlığın koltuğunu devraldığını söyleyebiliriz. Hatırlayalım, Coca Cola da ilk imalatında şekersizdi ve ilaç niyetine içiliyordu. Burada Hegel’in “aufhebung” kavramını yani eskiyi aşarken muhafaza etme anlamını temsil edebilecek bir örnek var karşımızda. Bir alışkanlığın eski meşru varoluşuna dayanarak başkalaşması. Banliyö trenlerinde bir genç kızın enfiye kutusunu çıkarıp içine tütün çekmesi sıradan bir davranış haline gelmiş. İngiltere publarında enfiye çekmek için tezgahlarda ortak bir kutu dahi bulundurulurmuş. Ama zamanla enfiye çekme hapşırma ilişkisi tersine dönmüş. Usta bir enfiye tiryakisi bu işi hapşırmadan da yapabiliyormuş. Hapşırma acemiyi ele veren bir refleks halini almış. Tiryakinin acemiyi sigaraya alıştırmasında,  aceminin sigarayı tutarken sergilediği sakarlığını ve dumanı ilk çekişinde öksürüklü halini seyretme arzusu vardır. Enfiyeye yeni başlamış birinin hapşırmasında da böyle  naif bir görünüşün ortaya çıkması cazipti muhtemelen.


Klasik romanlarda enfiye çekip hapşıran birtakım insanlarla karşılaşınca şaşırıyor muydunuz bilmem. Ben şaşırıyordum.


Bir son not daha: Hapşırırken kalbin durması gibi bir şey yok.  Zaten matah bir şeymiş gibi bunu kimseye söylemedim. Yalnız biri söyleyince adamına göre yeni duymuş gibi yaptığım. Böyle bilgi kırıntılarını söylemek müdürlere nasip olur genellikle. Cebinde şeker gezdirip yeri gelince ikram etmek gibi bir şey.