Vezneciler’de
metrodan çıktığımda karanlık çökmek üzereydi. Yürüdüm.
Eminönü’nde
hava iyice karardı. Nimet Abla’nın önü ana baba günü, kuyruk ben yürüdükçe
uzadı. Sonu nerede acaba?
Benim hızlı sayılabilecek yürüyüş tempomun amaçsızlığıyla,
Nimet Abla biletçilerinin çoğu durma azıcık ilerleme yürüyüşlerinin bir amaca
kitlenmesi tuhaf bir karşıtlıktı. Patolojik yürüme. Bu insanların hepsinin
birden olasılık hesabı bilmemesi imkânsız dedim. Onları bir araya
getiren başka bir şey vardı. Yanlarından geçerken o loş karanlıkta
görebildiklerimin tek tek yüzüne baktım. Hallerinden hoşnutlardı. Özellikle
kuyruğun gişeye yaklaşan kısımlarında. AVM’lerde olduğu gibi neden başka kasa
açmadınız diye şikâyet edemezlerdi çünkü Nimet Abla’nın nimeti tek olmasıydı.
Aralarında diyalog da kurmuşlardı. Daha önceden de tanışmış olabilirler.
Bilemiyorum. Ama memlekette bu tür aynı mekân paylaşımlarında insanların
teklifsizce konuşmaları olağan zaten. Es kaza biri kuyruğa uyanıkça kaynak
yapacak olsa herkes ağız birliğiyle müdahale etmeye hazırdı. Bunu yüzlerinden okudum. Sanıyorum kalabalıktan ayrı bir varoluşa kucak açıyor
kuyruk. Belirliyor, lalettayin insanları bir mahfil yapıyor. Öte yandan zahmetin
verdiği bir işe yarama duygusu da var. Hatta bu zahmetin mistik bir inançla
şansa bağlanması da mümkün… İşe yarama duygusu baskın galiba. Zahmet, çoktan
bitmiş ürüne sanki ikinci bir değer katıyor… Bilirsiniz seyyar satıcılar
mahalle aralarında hoparlörle bağırırlar. Soğan patates satıcılarının sesi çok
çirkindir ayrıca. Bir gün bu satıcılardan biri okulun önünde durdu (10 yıldan
fazla oldu), bağırdıkça bağırıyor. Dersten çıktım adamın yanına gittim. Ne
bağırıyorsun dedim. Benim işim bu dedi. İki kişilerdi hakikaten de bana konuşan
adamın işi bağırmaktı. Yani emek gücü=bağırmak. Hayatla kurulan sıkı bir bağ
bu. Düşünsenize, büyük ikramiyenin çıktığı çeyrek biletlerden biri Nimet Abla
menşeli ve bunda herkesin orada bekleşmesinin bir payı var. Sabır, heyecan,
beklenti… kime çıkarsa çıksın, ikramiye bu duyguların hayat bulmuş hali; aidiyet desem kifayetsiz kalıyor…
Alt
geçitten karşıya geçtim. Galata Köprüsü yakınında bir polis yolumu çevirdi. Kirli sakallı, yan açıdan sırtında ancak polis yazısını
görebildiğim biri. Ayağında toprak renginde güzel bir bot. Botuna bakıyordum, hatta
markasını okumaya çalıştım. Levazımdan mı, piyasadan mı? İnsanların
ayakkabılarına bakma merakı herhalde metro yolculuklarında gelişti. Tam
yanından geçeceğim sırada durdurdu beni. Kimlik görebilir miyim
dedi. Bir an tereddüt ettim. Benim kimliğim var mıydı? Aradım ceplerimde,
öğretmen akbilimi uzattım. Neden beni seçtiniz dedim. Kafasını kimlikten
kaldırıp yüzüme baktı. Polisin bu bakışı kimlikteki fotoğrafla beni
kıyaslayacağı asıl gerekli bakış değildi. Dikkati dağıldı.
Herkese
soruyoruz dedi.
Adres
sorarken birini seçersiniz ya… bu onun tersi, dedim. Acaba nerede falso verdim?
Defolu yanım ne? Akşam aynaya bakarım artık.
Gülümsemesini
bekledim. Boşuna. Kafasını kaldırmadan elindeki aletin ekranına mıhlandı.
Buyrun dedi, akbilimi iade etti. Salomon ayakkabılarım, Columbia pantolonum
bile kurtaramadı beni. Bugünlerde bir şey var yüzümde. Bir ayda bu ikinci. Kontak kurabilseydim, botunu nerden aldın diye
soracaktım.
Galata
Köprüsü’nün merdivenlerini çıktım, karşıda Yeni Cami önünde uzayan Nimet Abla
bilet kuyruğunun bitimini bulmaya çalıştım. Tam hizamda en sonda genç bir çocuk
gördüm. Acaba başkası da eklenecek mi? Bir süre boş boş baktım oraya. Sonra
yürümeye devam ettim. Ta Beşiktaş’a kadar… yol boyu içimde inildeyen bir melodi
eşlik etti…
Zabıta Kenan Fidan’ın Zabıta Daire Başkanı Tayfun Karali’den iki şamar yedikten sonra bayılması olayı… Şamarın şiddetinden değil de aşağılanmanın utancından. Bayılmanın çoğu rol galiba. Rolün kurnazca tasarlandığını söylemiyorum; utancı taşıyamayan bedenin kendini aşağılamayla hiçleşmek istemesi. Kör olmak. Elinden gelen bu.
Bu olay bir mağduriyet infiali yarattı. Çok güzel…
Mağduriyetin ideal biçimi var burada... astın itaati ile üstün yetkisini kötüye kullanmasının helmelenmesi olarak. Kamuoyu olaya tepki verirken ve mağdurun yanında yer alırken elbette erdemli davranıyor. Ama bunu mağduriyet aşığı olduğu için yapmıyor. Kendini ancak mağdur üzerinden güçlü hissettiği için yapıyor. Özellikle bu mağduriyet kendisinin değil de üçüncü kişinin başına geldiği zaman. Ve bu mağduriyet infialini sistem kolay elimine ediyor. Devlet, mağdur ve zalim arasından üçüncü bir kuvvet olarak hemen sıyrılıyor. Başkanı açığa alıyor. Oysa Ortadoğu’da devlet, dayak yiyen K. Fidan’ın hazırolda durmasını sağlayan ideolojik mesnedin adıdır; bedeni usul erkan bilen forma kavuşturan yönergenin ta kendisidir.
Şimdi bu olayı başka türlü kurgulayalım, kamera aynı açıdan çekime devam etsin: Zabıta Daire Başkanı T. Karali Zabıta Kenan Fidan’ı yanına çağırsın öfkesi burnunda bir şeyler söylesin ve sol eliyle şamarını savursun. K. Fidan refleksle kendini geri çeksin, yüzüne teğet geçen darbeyi atlatır atlatmaz sağ kroşesini Başkan’ın çenesine gömsün, kafa aşağı düşünce sağlı sollu kombine yumruklarla devam etsin. Başkan sırt üstü yere devrilsin. Kolunun birini başının altına koyarak yan dönmek için debelensin. Kamera şimdi yakın çekime geçebilir (bu versiyonu uzattım çünkü bayağı zevkli)… Mağduriyet var mı? Yok.
Eğer ikinci versiyondaki K. Fidan amirini dövdüğü için işten atılsaydı gerçek mağduriyet olurdu. Ortadoğu’nun böyle sahici mağdurları az. Kamuoyu ise yumruğun mostrasına bakmıyor.
Galatasaray teknik direktörü
Tudor, Galatasaray’ın Yeni Malatyaspor’a 2-1 yenilmesi üzerine yaptığı
değerlendirmede “Siz Türklerin futbola bakış açınız bu.” dedi, başta Ahmet
Çakar ve Erman Toroğlu olmak üzere malûm camianın şimşeklerini üzerine çekti.
Sonra baktım ‘Siz Türkler’ sözü sosyal
medyada falan bayağı bir alınganlık yaratmış. Neden? İlgili alınganlara siz
Türk değil misiniz denebilir tabi. ‘Siz Türkler’ hitabında küçümseme nereden
geliyor? Bir anlambilim (semantik) sorusu bu?
Önce Tudor tarafından bakalım:
bir ayrıştırma yapıyor, kendini rasyonel olanın tarafına çekip diğer tarafın bakış açısını etnisite üzerinden genelleştiriyor.
Genelleme birilerini küçümsemenin en etkili yoludur. Ama ifadede bir protokol
hatası var mı? Siz aptal Türklerin dememiş mesela. Acaba Türk kavramı sıfatsız
haliyle de aynı anlamı taşıyan bir metonimiye mi uğradı zamanla? Sözcük, sıfatları ve zarfları da kapsayan bir ibareye mi dönüştü? Türkler değil
de sizin futbola bakış açınız bu deseydi sorun yoktu. Ya da aynı sözü Erman
Toroğlu ‘Biz Türklerin futbola bakış açımız bu’ deseydi yine sorun yoktu. O
zaman ilgili camianın ‘Siz Türkler’ sözünden alınganlığının Tudor’un
küçümsemesinden bağımsız başka bir işlevi var. Türklüğü Tudor üzerinden bir
uzlaşma noktası olarak yeniden üretmek… Yenen
de yenilen de Türk takımı. Kadrolara bakınca Galasaray’ın 2 Türk’üne karşı,
Malatya’da 5 Türk var. Benim işim değil ama şimdi saydım. Yani etnik açıdan
Malatya daha Türk (Matematiksel olarak iki buçuk kat daha fazla). Futbol güzel
bir yanılsama yaratıyor ama kimse bu yanılsamayı yanılsama olarak sevmiyor.
-Yabancı teknik direktör, kulüp
yöneticilerinin arasında olası senin adamın benim adamım tartışmasını engeller.
Ama aynı yabancılığı sayesinde kolay da harcanır. Onu iş başına getiren birlik
kovulması sırasında da kolay birlik olur. Osmanlı’da yabancı kökenli
devşirmelerin sadrazamlığa yükselmesinin nedeni de budur. Yeri geldiği zaman
kolay harcanırlar. İdam edilirler. Yabancı teknik direktörler istifa etmez,
kovulurlar. Üzerine basa basa söylenir: Kovuldu! ‘Biz Türklerin’ tüm
Avrupalıları kovuyormuşuz gibi göstergebilimsel Tudorlara ihtiyacı var. Niye
var?
İlk Babalar ve Oğulları’nı okumuştum,
peşinden İlk Aşk… Araya yıllar girdi. Sanıyorum okuduğum bir biyografide
Dostoyevski’ye takındığı kibirli tutum Turgenyev’e karşı bir önyargı geliştirdi
bende. O zamanlar taraf tutmak iyiydi, seçiciliği kolaylaştırıyordu. Sonra
nedense Avcının Notları’nı okudum. Hadi nedense demeyeyim, nedenini
biliyorum. Asilzadelerin sürek
avlarında; yani onlarca köpek, serf, hizmetçilerle yaptıkları avlarda insanlık
tarihinin medeni bir dönüşümü gizliydi: avlanma artık protein ihtiyacından çok
eğlenceye evrilmişti. Öte yandan sürek avı sıkı bir organizasyon
gerektirdiğinden savaş provasıydı da. Hatırlayalım, o zamanlar yüksek subay
kesimi asilzadelerden seçiliyordu. Ve her feodal bey gücüne göre emrinde olan
köylülerden savaşa asker vermek zorundaydı… Hayır bunlar değil; beni Avcının
Notları’na çeken şey sınıfsal uzlaşmaydı. Öyle ya sürek avında serflerle
feodaller av ritüeliyle bir araya geliyorlardı. Aynı mekânı aynı duygularla
ortak bir hedef etrafında paylaşıyorlardı. Evleri ve statüleri ayrı iki sınıf
avda acaba birbirlerini daha çıplak görebiliyorlar mıydı? Hiyerarşiyi askeri
biçimde yeniden üreten av ritüelinin paradoksu buydu. Ama gözlemin “yazı”
tarafı yine asilzadelerin elindeydi tabi. Turgenyev içeriden bakabilmiş miydi?
Turgenyev giderek fakirleşmiş bir yazar.
Avrupa seyahatleri ve başıboş hayatlar (bunların arasına sürgünleri de
ekleyebiliriz). Avrupa'da yaşamak bir yönüyle o dönemin Rus asilzadelerini adım adım alt sınıfa
yaklaştıran maddi harcamalar demekti. Harcamayla hem prestij kazanmak hem de maddi kayba uğrayıp alt
sınıfa yaklaşmak tuhaf bir çelişki. Avrupa’da asilzadeliklerinden bir şey
yitirmiyorlardı; gezip görmeleriyle, anılarıyla, oralarda tanıdıkları ileri
gelenlerle, yabancı dilleriyle kendilerini onurlandırıyorlardı. Ama geniş
toprakları ve bu topraklarla sahip oldukları serfler çok uzaktaydı, Avrupa’da
tek başlarınaydılar. Rus ilericiliğinin alt sınıflarla empati kuran tarihsel
kökünü bu maddi kayıplarda aramak gerekti. Onların sınıfsal uzlaşmaları biraz
nostaljikti de.
Turgenyev’i okumaya devam ettim.
Türkçede yayımlanmış neyi varsa aldım, bulamadıklarımı sahaftan temin ettim.
Mektuplar’ını bile aldım. Meğer Turgenyev’in 6 binin üzerinde mektubu
mevcutmuş, bendeki kitapta önemli şahıslara yazılmış 236 mektup var, Türkçeye
çevrilmeyen başka bir versiyonunda 334 mektup varmış… Arefesinde, Asilzadeler
Yuvası, Rudin… onlarca külliyatı iki haftada bitirdim. Zorum neydi? Buna okuma
manyaklığı diyebiliriz. Dünyada birçok manyaklık türü arasında okuma
manyaklığının en masumu olduğunu iddia edecek değilim, ama okumuş gibi
görünenlerden ya da cüzi okuyup külli okumuş gibi görünenlerden daha halliceyim.
Allah beterinden saklasın… Ha, ne arıyordum? Aslında hiçbir şey. Kendimi roman
okumanın hazzına kaptırdım; dikkati dışarı salma, sürüklenme. Sonrası iyilik
güzellik. Okuma manyaklığı zamanla bir okuma terbiyesi de kazandırmadı değil,
külliyat halinde okuma tutkusu.
Turgenyevleri bitirince sonunda yer
yatağıma uzandım, ellerimi ensemde kenetledim, ayaklarımı yavaşça çarşafın serinliklerine
doğru kaydırdım. Isınmış ayakların serin çarşafla teması, Ah ne hazdır o…
Sonunda bir şey geldi: Turgenyev’de tanışma ritüelleri…
İnsanın birbiriyle tanışması tuhaf. İlle
aracı olacak. Ya mekân ya da biri. Ve başlangıç sözleri.
Beni tanışma ritüelinin döneme ait
özgünlüğü ilgilendiriyor.
Babalar ve Oğullar’dan başlayayım.
Romanın adı kadar meşhur kahramanı
Bazarov’u arkadaşı Arcade’in babasıyla tanıştırması. Romanın başında Arcade
arkadaşı Basarov’la köye dönüşte kendisini özlemle bekleyen babasına:
“Babacığım, sana mektuplarımda sıkça
bahsettiğim yakın dostum Basarov’u takdim edeyim. Bizim misafirimiz olmayı
kabul etti.” der. (1)
Burada dikkat etmemiz gereken şey,
Arcade’nin babasını Basarov’la tanıştırmadan önce ondan haberdar etmesi. Aynı şey
Basarov için de geçerli. Gıyabında yarı tanıma tanışmaya hazırlayan teşvik
edici bir rol oynuyor. Aracı olumlu anlamda diğerini mektuplarıyla dolduruyor. Herkes
diğerinde ne bulacağını biliyor. Önyargı tanışmanın selametle sonuçlanması için
psikolojik garanti. Misafiri taltif ederken yapılan şu inceliğe bakar
mısınız: ‘Misafirimiz olmayı kabul etti.’ Bunun tanışma ritüelinde eşitliği
bozan deplasmanda olma halini giderici bir hamle olmasını bir tarafa bırakalım
ve asıl iki kişiyi tanıştıranın varlığında gezinelim.
Turgenyev’in romanları bir tanışma
üçgeniyle ilerler. Birbirini tanıyan A ve B kişisi, diyelim B’nin A’ya
tanıştırmak istediği C kişisi. A ve B noktaları bir doğru çizerken hayali C
noktasının bir üçgen meydana getirdiğini düşünelim. İlişki kapalı alana dönüşüyor. C henüz
ortalarda yok; B için var ama A için yok. Hazır ilişki sadeyken B’ye
odaklanalım diyorum. B neden C’yi A’ya tanıştırmak ister? B, zaten C’yi tanıyor. İki kişiyi birbirinden
habersiz tanımanın mahzuru ne? Tabi soruyu böyle sormak Turgenyev’i de aşan bir
soyutlama gerektiriyor. Önce bu soyut ihtiyaca cevap vereyim, gerisi gelecek.
İnsanlar çoğullaşmak isterler. Her tanışma edimi diğerinin tanıdıklarından pay
sahibi olarak genişler. Yabancı olanla tanıdık olan arasında bitmeyen gerilim.
Yabancı, hiç tanımadığımız veya hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, görmediğimiz
biri değildir aslında. Yabancı az tanıdığımız ve tanımak istediğimiz biridir. Meçhul
kişi… az bilginin bize yetmediği biri; onu hep “yabancı” olarak tutan eksik
bilgi yüzünden (bazen bu eksik bilgi kasıtlı olabilir, yabancının gizemini
muhafaza etmek için). Bu eksikliğin tanımanın ilk adımı olması... B, A ile C arasında köprü görevi görürken İki taraf için
de eşit bir tanıştırma ediminde bulunmaz. Bu eşitliği bilmeden kendisi
kurgular. İki taraftan biri diğerine göre daha yabancıdır. Bu kurguda avantaj
yabancıdadır. B, A’yı tanımayı C’ye aksettirirken gıyabi, tahmin edilebilir,
şahsen tanımaya uygun bir portre çizer ama diyelim C’yi A’ya tanıtırken amacı
gizem uyandırmaktır. Bu gizemi aynı zamanda okuyucunun içine düştüğü tuzak,
sürükleyicilik efsunu olarak düşünün. Burada biraz duralım, bir şeyi iyi açıklamam lazım.
Tanıştırma ediminde eşitsizlikten söz ettim ya, aklımıza hemen A ile C
arasındaki eşitsizlik gelmesin. Bu daha çok B’nin A ve C ile olan senlibenliliği
arasındaki dengesizlikten kaynaklı bir parçalanma. C ötede olan A ise yakında
olandır.
Romanın kısa bir bölümünde Bazarov’un
hayranı Sitnikov diye birinin adı geçer. Silik, dikkat çekmeyen biridir ama
roman bu adamın yüzü suyu hürmetine akar. Onun yakın arkadaşlarına tanıştıracağı
tanıdık stokundan besleniriz. Bilirsiniz böyle kişiler bir ilişki merkezi gibi
işler, bir dağıtım şebekesi gibi. Tanıdıklarını arşivlerler. İşte Bazarov
sonradan âşık olacağı Madam Odintsov’la bu Sitnikov sayesinde tanışır. Bazarov
ballı adamdır. Sevdiği kadının karşısında iki kez ön tanıtımdan geçer. Hem
Sitnikov, hem de arkadaşı Arcade tarafından. Gittikleri baloda Madam
Odintsov’la tanışır ama ayaküstü, gelişigüzel bir tanışmadır bu. Madam Odintsov
daha çok Arcade ile konuşur. Bir ara ona uzakta dikilen Bazarov’u sorar.
“ ‘Bay Sitnikov (çöpçatan) sizi yanıma
getirdiğinde yanınızda duran bey kimdi?’
“Arcade dostunu anlatmaya koyuldu. Ondan
öyle detaylı ve coşkulu bahsediyordu ki, Madam Odintsov yüzünü ona dönüp
dikkatle dinledi.”(2)
Turgenyev sonradan bizde bu gıyabında
tanıma ile yüzleşerek tanıma arasında bir ikilem yaratır.
Benzer bir tanışma ritüeli için Rudin’e
bakalım. Rivayet odur ki Turgenyev Rudin’i bizzat tanıdığı ve etkilendiği
Bakunin’den esinlenerek yazmış. Roman bize baştan birkaç kişiyi tanıtır. Sonra
onların ‘Baron’ diye birinden söz ettiklerini duyarız. Herkesin merakla
beklediği bu Baron filozoftur, çok zekidir. Ama ‘Baron yerine Rudin gelir.
Rudin de Baron’a yapılan övgülerin müvekkiliymiş gibi davranır. Belki de
Turgenyev’in Bakunin’den aldığı bir intikam bu, bilemeyiz. Ama bu ön tanıma
sonrası hayal kırıklığı asıl aşkta kendini gösterir. Hiç de tanıdığımız gibi
biri değilmiş diyeceğimiz bir hayal kırıklığından söz etmiyorum, aksine hayal
kırıklığına uğradıkça zenginleşen ve değişimini merakla takip ettiğimiz
karakterler yaratmış Turgenyev.
Arefesinde romanında Bulgar milliyetçisi
İnsarov, romanın kahramanlarından Bersenev’in arkadaşı Şubin’e tanıştırmak
istediği kişidir. Bu tanışmayla aşk ilişkileri de çetrefilleşir. Aşk sanki bu
uzakta olanın tanışma ritüeliyle içeriye sızmasını bekler.
Ya Duman’da?
“Bambayev, Litvinov’u çok iyi döşenmiş,
aydınlık bir salonun orta yerinde ayakta duran, büyük çiftlik sahibine
benzeyen, yakası açık, dar ve kısa ceketli, sabah pantolonlu, terlikli, kısa
boylu birinin yanına getirdiğinde yüksek sesle şöyle dedi:
“ ‘Gerçek bir Rus, güvenilir bir genç
olan Grigori Litvinov’u sizinle tanıştırmak isterim.’” (3)
Bambayev her zaman meteliksiz, aldığı
borçlarla yaşayan, geri ödemeyen ortalarda amaçsızca dolaşan biridir. Turgenyev
bize onu böyle tanıtır ama… izninizle tam da burada bir ayrım yapmak istiyorum:
Turgenyev bize karakterlerini kendi tanıtırken, karakterlerin tanışma faslında
sahneyi bu lüzumsuz adamların çöpçatanlığına terk eder. Yani bu adamlar hayatta
lüzumsuzdurlar belki ama, roman için son derece gereklidirler.
Ya Ham Topraklar’da… Yeter. Sonra devam ederim…
Biraz müzik.
Neden Ermeni düşmanlığı Rum ya
da Rus düşmanlığından farklıdır? Neden hakaret ve küfür Ermeniler üzerinden daha çok edilir? Ölçü, "ihanet" ve saldırganlıksa Ermeniler son sırada olmalı. Başka
bir şey var... kolay katledilmeleri (sahipsizler); sonrasında da katledilmiş
olmaları. Ermenilere karşı ırkçı nefret katledilmelerinden önce başlamadı bence,
katledilmelerinden sonra başladı (kendinden tiksintiyi de kamufle eder biçimde;
çiftanlama dikkat: Öldürülebiliyor, o halde öldürebilirim)… Naziler de
Yahudilerden asıl katletmeye başladıklarında nefret ettiler. Ölümü hem diğerinin
ölümü olarak izlediler hem de en ufak tereddüt göstermeden beden bulmuş
formuyla ölümü cezalandırdılar; ne vicdan, ne merhamet… ölüme karşı bu tür
yabancılaşma olası suçluluk duygusunu da cezalandırıyordu. Schindler’in Listesi’ni
hatırla… Yahudiler öldürülürken hiç gıkı çıkmaz. Mukavemetsiz ölürler. Diğerinin
ölümü kabullenmesiyle, berikinin cezayı veren cellat rolü arasındaki düzen
ancak ırkçı nefretle sağlanır.
Bir de ırkçılık eşitlik ihtimali
üzerinden başlangıç yapar. Zencileri köle olarak çalıştırırken Güneyliler henüz
ırkçı değildi. Irkçılık diğerinin özgürlük imkânından sonra başladı.
DÜĞÜNÜN
SON DAKİKALARI
İçkiler içilmiş, oyunlar oynanmış,
herkes yorgun. Herkes masasına çekilmiş. Meyve tabağında son üzüm taneleri… son
elma dilimleri, suyunu vermiş, rengi paslanmış. Son çiğnemeler. Derken bir
şarkı başlıyor: 'Benzemez Kimse Sana.' Kimi bağırarak eşlik ediyor şarkıya, kimi
belli belirsiz mırıldanarak. Ve herkes kendi ‘Benzemez Kimse Sana’sına
dalmışken şarkı da bu duyguyu anonimleştiriyor. Herkesin 'Benzemez Kimse Sana'sının ortak özelliği orada namevcut olması; ikinci tekil şahıs söylendiği halde gönüllerde üçüncü tekil şahıs olması... demek istediğim düğünün bu son
dakikalarında herkesin ‘benzemez kimse sana’sı nasıl son derece tekil bir anlama
geliyorsa o kadar da çoğul. İlginç olan bunun bir düğün ritüeline dönüşmesi…
hakikaten ya, benzemez kimse sana; ama bunu koro halinde söylemek istemedim.
YİNELEME
Kâmil Koç’un muavini otobüsün önünden
arkaya doğru tek tek her yolcuya ‘Su ister misiniz?’ diye soruyor. Nazik ve usanmış. Bazen ‘Siz ister misiniz?’ diyor bazen de sadece ‘İster misiniz?’
Bunu cam kenarında oturanlara söylüyor. Acaba yinelemeden kurtulmak için mi? İkramın su olduğu aşikâr, cam tarafında oturanın bunu anlamaması imkânsız; ama
buradaki sözcük tasarrufu yolcuya hürmet değil; muavinin yinelemeden kaçış noktası. Yineleme yine var ama en azından bir çeşitlilik
içinde.
ZAMAN
Bekleme (veya beklenti) olmayınca zaman
yoktur.
HAFIZA
Yanomamölerde ‘gerçeğe sahibim’ demek
diğerinin hafızasına sahibim anlamına geliyor. Eskilerde sözlü kültürün yazılı
kültüre benzer bir işleyişi olmalı. Bilge kişi hatırlayan kişiydi de. Bunun
doğrusu ne sorusunun cevabı için o kişinin hafızasına başvuruluyordu. Bilge
kişi hafıza yarışmasının birincisi değildi, diğerlerinin hafızasına sahip
kişiydi. O kişi belirlendi mi, diğer bütün hafızaların kerteriz noktası
kendiliğinden oluşuyordu. Al bunu Yunus Emre’nin ilahi aşkına uygula. İlahi
aşk, yasak aşkı gizleyen ikame aşk olabilir. Kaynağında öyle olmasa bile dilden
dile aktarımında.
Atatürk’ün en yaygın fotoğrafı. Bütün
okullarda duvara asılı; kaymakam, vali, bilumum makam odalarında da. Vaktiyle
bir kurul Atatürk’ün yüzlerce fotoğrafı arasından bu fotoğrafı seçmiş olmalı.
Karar verirken ne konuştular acaba? Belki de hiç konuşmadılar, tepeden biri bu
olsun dedi ve oldu.
Atatürk’ün devlet
kurumlarına asılan fotoğraflarının bir tarihçesi yazılabilir.
Bir tanesi
özellikle ilginç; masaya hükümran, kalemini oynatırken çekilmiş fotoğrafı. Objektife
bakmıyor, dolayısıyla biz ona bakabiliriz. Fotoğrafta bile izlemeyi
kolaylaştıran bir şey değil mi bu? Biraz dikkat edince bu fotoğrafın kendi
fotoğrafını imzalayan Atatürk olduğunu anlıyoruz. Ne var bunda? Fotoğrafın
gerçek hikayesini eleyen, sadece fotoğrafın imajına dayalı resmî bir Atatürk
yaratma eğilimi var. Bunun hesaplanmış, baştan itibaren stratejisi çizilmiş bir
uygulama olduğunu varsaysak bile beni asıl ilgilendiren toplumu yönetenleri de
yöneten dürtü.
Bu fotoğrafa ressam Rene Magritte’in Bu
Bir Pipo Değildir’i gibi ‘Bu Atatürk değildir’ demek geçiyor içimden.
Resmî Atatürk fotoğraflarının ortak
özellikleri:
-Yaşsızdır. İleri yaşın fazladan bir hürmet vesilesi
olduğu bizim gibi geleneksel toplumlarda genç yaş hiyerarşide sakınca yarattığı
için Atatürk’ün 50’lilerinde çekilmiş fotoğrafları, bürokratların ortalama emeklilik
yaşını da göz önüne alırsak gayet “isabetli”. Bakışlarındaki enerji ve
bilgelik onu yaşsız kılıyor.
-Resmi kıyafetli. Kolalı gömlek, koyu renk ceket, kravat.
-Sert, güçlü bir yüz ve dudaklarında gülümsemeye hazır
bir sempati. Belli bir mesafede herkesi kucaklayıcı.
-Bütün kişisel
sorunlarını halletmiş, uykusunu almış, karnını doyurmuş (çoğu fotoğrafında
sigara elindedir, rötuşla sonradan kaldırılır). Uzağa bakıyor. Uzağa bakma
sosyal ülkünün metaforu. Ve çene yukarı kalkık... gökyüzüne bakmanın gökyüzüne
değil, Atatürk’ün yüzüne yaptığı gönderime verin dikkatinizi, bu profil duruş
bakana bir konfor sağlıyor: Ferahlama…
-Atatürk odayı fotoğrafının asıldığı yere göre dizayn
ediyor. Merkezi bir konum alıyor. Koltuk ve masa fotoğrafın izdüşümünde
simetriyle ikiye yarılıyor. Odaya bir iç boyut katıyor, odayı kamulaştırıyor. Makam koltuğunun sahibi Atatürk'ü arkasına alıyor; mecazi anlamı düz anlamından daha güçlü... Sivil bir evi resmi bir kuruma dönüştürüyor...
Enis Akın bir şiir eleştirisi yaz dedi bana Natama Yayınlarından çıkan kitapları gönderdi. Beceremedim. Benim yapacağım iş değildi. Ama bu sayede şiirler okudum. Kendime bir şiir saati bile ayırdım. Şiirin şifa verici etkisinden söz etsem... Babam öldü, yasını tutamamıştım. Aşağıdaki şiiri okuyunca tuttum, daha da tutacağım. Herkes ruh ikizini arar, babası ölen çocuklar birbirine benzer. Bir yaş gelir kaçınılmazdır, herkes birbirine benzer.
cehennem kırılanların buluştuğu yere denir
gözleri kocaman on yaşım soruyor:
babamın öldüğünü anlıyorum
ama neden gelmiyor eve akşam’lunca
o gelmeyince salata hep kalıyor (Enis Akın)
Devletin güvenliğiyle milletin güvenliği
karşı karşıya. Bu tuhaflığı daha da derinleştiren ve beni klavyenin başına
oturtan haber Konya’dan geldi.
“Konya'da
bir yıl önce 400 bin liralık yatırım yaparak, otomobil cam filmi için iş yeri
açan ve 10 kişiye istihdamsağlayanDurmuş Koç cam filminin yasaklanması nedeniyle iflasın eşiğinde.” (02.11.2017 tarihli gazetelerin haberi)
Konya bu haber için neden ilginç? Şimdilik Konya’nın mutaassıp bir yer
olduğunu aklımızda tutalım.
Arabalarda cam filmi neden yasaklandı?
Devlete millete zararı ne?
Bilinen resmi gerekçe cam filminin terör
saldırılarına kolaylık sağlaması ve sürücünün görüşünü kısıtlaması. Yani
güvenlik sorunu.
Arabalarına cam filmi
taktırmış sürücüler ve cam filmi üreticileri ise cam filminin
ultraviyole ışınlarından ve dışarıdan gelebilecek saldırılardan koruduğunu
söylüyorlar. İlave edeyim, cam filmi camın darbeye karşı tuzla buz
olmasını önlüyormuş, ben de yeni öğrendim. Yani onlarınki de güvenlik sorunu. Madem
güvenlik sorunuyla yasaklanıyor, arkası kapalı panelvanları, kamyonetleri, kamyonları ne
yapacaksınız? Haklılık terazisinde sivil vatandaşların kefesi daha ağır
basıyor.
Ama peşin söyleyeyim bu yazı ‘Cam Filmi’
başlığı taşısa da konunun taraflarca tartışmasına hakemlik vaadinde
bulunmuyor. Bu yazı cam filminin bir yıl arayla hem serbest bırakılması hem de
yasaklanması dolayısıyla biraz antropoloji, biraz dilbilim, biraz da felsefi
deneme kokteyli. Buyurun bakalım.
Yasaklama nedeniyle, insanların bu cam filmini kullanma nedeni arasında
bir çakışma olması gerek. Güvenlik kavramı bu çakışmayı sağlamıyor, birinin
güvenliği diğerine tehdit olduğu için değil, kavram totolojiye dönüştüğü için
sağlamıyor… O zaman bir art dil var. Yasaklama nedeninin bu art dilini deşifre
etmek istiyorum.
Cam filmi
özel yaşamı mahremiyete dönüştürüyor. Bu iddiamı bir ara başlık kabul edin.
Özel yaşam: privacy(ing.), privatsphare (alm.)
Mahremiyet: intimacy (ing.), intimitat (alm.)
Biraz açıklayayım. Bu iki sözcük genellikle yakın anlamlı, hatta
eş anlamlı kullanılır. Bu iki sözcük bırakın akrabalığı konumuz açısından düşman
bile sayılabilirler. En azından benim niyetim fesatlık edip aralarına nifak
sokmak.
Özel yaşam; bedenin dış mekânda sahip olduğu alanın bir dokunulmazlık
kazanması… Mimariyle başlar, günümüz teknolojisi ekipmanlarıyla devam eder:
kendine ait oda, dolap, çanta, cep telefonu, ajanda, günlük, ev, ofis,
facebook… Sosyal sözleşmelerle emniyete alınır. Özel hayatın çok eski bir
tarihi yok, Rönesans’tan sonra üst sınıflarda başlayan bir akım diyelim. Evet
önce bir akım, sonra ihtiyaç. Pantolon gibi.
Mahremiyet; bedenin bizzat
kendisidir. Bedenin örtünmeyle dış imalarının sınırlanması. Burada örtünmeyi
mecaz anlamıyla da kullandığımı belirteyim. Örtünmeyle ayıp yerler görünmemekle
kalmaz (elbette örtü çoğaldıkça ayıp yerler de çoğalır), diğerine yasaklanır
da. Yasak, örtünmede bu çift vurguyla güçlenir; göstermek de yasak bakmak da...
Mahremiyet sözcüğünün İslamiyet’te daha özgün bir anlamı var gibi.
Mahremiyetine dokunmak denir, alabildiğine geniş anlamda.
Bir kadının transparan hali kendi mahremiyetini aşmasıyla değil, diğer örtük
kadınların bedenini ifşa ettiği için mahrem sayılır. Kızlı erkekli bir arada
kalıyorlar diye öğrenci evlerine baskın yapanları düşünelim, aynı mantıktan
geçinirler. Yetkililer; apartman veya mahalle, ilgili evin dışında kalan
ailelerin mahremiyetine dokunduğu için bu baskınlara hakları olduklarını
söylerler. Mahremiyetin korunması adına
özel hayatın saldırıya uğradığı bu durum ancak Ortadoğu ülkelerinde görülür. Bunu
yazarken aklıma başka bir örnek geldi. İran’dan Pakistan sınırını geçen Özcan
Yurdalan gümrük binalarının olduğu alanda işemek için tuvalet arar bulamaz,
sonra yakınlarda derme çatma metruk bir binanın bu iş için kullanıldığını
öğrenir, tuvalet demeye bin şahit lâzım pis bir köşeye işerken arkasından bir
Pakistanlı yanaşır ve sert sesle “Müslüman değil misin sen?” diye sorar,
“Müslümanlar ayakta değil çömelerek işer. Günah değil mi bu yaptığın?” (1)
Bölmeli tuvalet inşa edip her bireye özel alan (privacy) tahsis etmek yerine, ayakta
işemenin Müslüman ahalinin mahremiyetini taciz ettiğini söylemek. Sosyal
alınganlığın böylesi. Bu yüzden Müslüman ülkelerde pisuvar tartışması hiç bitmez. Önünde
duran için pisuvarın geçici bir süre özel mekân olduğunu anlamazlar. Bu kafaya
göre erkek çömelerek işerken güya seksüel kimliğini kaybeder. Aslında
görünmezlik… çömelip işerken beden kendi kabuğuna çekilir, mahremiyeti bir
utanç şablonu haline getirir (bakanı da utanç eşiğinde bırakan bir feminen
duruşla). Ayakta işemede ise güya bir meydan okuma vardır, utancı kendisine bakanla paylaşır.
Ama her iki davranış bu kontrast içinde gerilimli bir anlam kazanır... Neyse buraya
fazla takılmayalım.
Otomobil yarı özel-yaşam mekânı. Gerektiği yerde güvenlik görevlilerine
açık. Camlardan içerisi göründüğü için herkesin bakışına da açık. Otomobil,
erotizmi zaten bu yarı açıklığın verdiği teşhir gücünden almaz mı? Otomobilin cam filmiyle büründüğü
tesettürle kazandığı erotizm ise başka. Dilin söylemekten imtina ettiği nesnellik iki kesimi uzlaştırıyor burada. Bir videoda izledim, bir sürücü otomobiline cam filmi taktırma nedenleri arasına kızının, eşinin otomobil içinde dışarıdan görünmelerini istememesini de katıyordu. Erkekler başlarının belaya girmemesi için cam filmiyle kadınlarını katmerli bir tesettüre sokuyorlardı yani. Mutaassıp çevre için son derece uygun. Ama öte yandan kaçamak yapan çiftler sevişmelerini, oynaşmalarını cam filminin aynı tesettürüyle emniyete alıyorlardı. Buna tesettürün ikilemi diyelim. Cam filmi müşteri portföyünü kendiliğinden zenginleştiriyordu. Kaçamak gerçekleşmese de gerçekleşme ihtimali için bir ön yatırım sayılabilirdi. En kötüsü için de yatırımdı: kaçamak hiç yaşanmasa bile olmayan bir sevgiliyi gizleyebilirdi (sadece varlığını değil yokluğunu da gizleyen... işleve bakın, daha ne olsun). İşte suskunluk bu oksimoron uzlaşının bedeli. Diğerinin görmesine değil hayal gücüne seslenen bir erotizm
iş başında burada. Çiftlerin cam filminin koruyuculuğunda arabanın içinde
yaptığı icraat devletin iffetine dokundu. Cam filmiyle trafikte dolaşan, yol
kenarında park eden, bulunduğu yeri “müsait” yere dönüştüren kara yağız otomobillerin
cinsel teröründen söz ediyorum.
Cam filmini bizi Madam Bovary'ye götürecek bir zaman makinası olarak kullanılabiliriz. Madame Bovary’nin yayımlanışından hemen sonra yasaklanma gerekçesi Emma’nın
sevgilileriyle etrafı kapalı faytonda zina yapmasıydı. Emma’nın zina yaptığı
mekân, bütün faytonları zan altında bırakmıştı. Fayton dedik ama aslında doğru
ad pencereleri ve üstü kapalı bir fayton çeşidi olan Landau. Faytonların zan
altında kalması Flaubert’in suçu değildi elbette, Flaubert bu tür faytonu zina
simgesi olarak da görüyordu. (2) İroni mi dersiniz bilmem Hamburg’da Madam Bovary’nin
yayımlandığı yıl, cinsel ilişki amacıyla araba kiralanabiliyor ve bu arabalar
Bovary adıyla biliniyordu.(3) Recaizade Mahmut Ekrem’in Bihruz Bey’i (Araba
Sevdası) de bu landau arabalarının kurbanıdır aslında. Landau yarı müstehcen bir sözcüktü. Şöyle de diyebiliriz: gerçek yalın haliyle o kadar da müstehcen değildir, dil müstehcendir. Landau'ları yasaklamaktansa Madam Bovary'i yasaklamak daha ekonomikti.
Cam filminin yaydığı başka yan anlamlar da var tabi. Araba sahibinin
lehine statü bulanıklığı sağlıyor. Gizemleştiriyor. Mafya imajı tam da bu
bulanıklaşmayla faydalı hale geliyor. Gizemin tehlike boyutu cinsellik
boyutuyla müttefik. Güvenlik görevlileri cam filmli arabaları kontrol
edince neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlar; zengin, nüfuzlu birileri mi,
iş pişiren birileri mi (bu durumda otomatikman utanç tarafına düşüyorlar)? Bir
de içeriyi görme çabasının küçük düşürücülüğü vs.
Şimdi… hal böyleyken iki taraf da cam filminin bu asli cinsel rolüne
ilişkin tek laf etmiyor. Bu suskunluk ya da varsaymamak neden acaba?
Rumelifeneri’ne giderken
Koç Üniversitesi’ni geçtikten yaklaşık iki yüz metre sonra yol hem sola doğru
keskin bir virajla kırılır hem de sağa doğru eğimli bir alana açılır. İzbe bir
yerdir burası. O zamanlar cam filmi falan yok, on beş yıl öncesi. İnsanlar
arabalarını bankete ya da eğimli alana çekip Boğaz’a doğru manzara kesiyorlardı. Sonbaharda
göçmen kuşları gözlüyorlardı. İnsanların orada bulunmalarının meşru nedeni. Ama burası aynı zamanda kaçamak için biçilmiş kaftandı. Çiftler burada aşna fişne ederlerdi. Bir gün devlet geldi buraya bütün giriş yerlerini iptal eden bariyerler yaptı. Nedenini de şöyle
açıkladılar: Yolun altına arabalar uçuyor. Özellikle aşna fişne konusuna
değinmediler. İşin tuhafı bariyerlere karşı çıkan insanlar da değinmediler. Bu ketum ağız birliği bir uzlaşmaydı aslında. Nesnenin çoğul anlamı (sote bir yer, manzara yeri, kuş gözleme yeri, kaza yeri vb), yasaklamada tek anlama iniyor, bu anlam da başka bir anlamla gizleniyor.
Bir cam filmi imalatçısı ürünün reklamını yaptırsaydı cam filminin bu
cinsel kamuflaj işlevinden söz etmediğini görürdük. Alıcı ve satıcının bu ağız
sıkılığı ürünün onurunu korumak için gerekli bir şey. Bu iki suskunluk
birbirine benziyor. Güvenlik konusu burada ikame bir dil olarak sorunun üzerine
çullanmış durumda ama birbiriyle çakışmıyor. Aradığımız çakışma suskunlukta. Bu,
cinsel baskıya tepki olarak gelişen freuden ikame kavramından farklı. Çünkü bu
ağız sıkılığının bir dili yok ama yine de bir dil. Çünkü buradaki ikame dil
değişim değerinden cam filminin kullanım değerine kaymış; ürünün kendisi düz
anlamıyla bir dil olmuş. Dil cinselleştiği anda ürünün kullanım değerine zarar
veriyor. Dil halihazırda meşru kullanım değeriyle barışık: güneşin ultraviyole
ışınlarından koruyor, hırsızlık olaylarına karşı camın parçalanmasını önlüyor
vb. Bu bilginin sakladığı şey cam filminin opaklığıyla örtüşüyor. Yani ürünün meşru düz anlamı ürünün satışının teminatı yan anlama kefil oluyor. Belki şu kusurlu reklam demek
istediğimi daha iyi anlatır: Bir zaman önce fındık için yapılan cinsel çağrışımlı
aganigi naganigi reklamı fındığın satışını düşürmüştü. Öyle ya cinsel gücümü
artırsın diye fındık alacaksam, bu benim cinsel güçsüzlüğümü de ele veren bir
şey olmuyor muydu? Hem yarısı kadın olan tüketici kesimini yok saymak pek
akıllıca değildi. Fındığın böyle cinsel sağaltıcı etkisi vardıysa bile bu daha
meşru faydalarının arasında gizlenmeliydi.
Nesnenin sağladığı ortak değeri dil bozuyor.
Cam filmi
cinselliğin tesettürü
Cam filmiyle gizli olan gösterilen olur. Ama bu gizlilik, gizli olanı
arayanın bakışına dönüşür. Yani gizliliğe (cam filmine) bakan kendini görür.
Ama yine de gösterilen, bakanın camda yansıyan sureti değildir. Tahmindir. Devletin
nezdinde bu durum panoptik bakışı devletin aleyhine çevirir. Görene görünmezlik
sağlayan sorgulama odasının ayna-camını düşünelim. Aksine cam filmiyle devlet
zanlı pozisyonuna düşüyor. Alın bunu röntgenciyle karşılaştırın. Röntgenciye
utanç tarafında olmasını veren şey görmesi ama görünmemesi değildir; görünmemek
için çaba sarfetmesidir, saklanmasıdır (saklanırken bedeninin aldığı çarpılma ne gülünçtür). Babam ben çocukken geceleyin penceremizi dikizleyen
(tabi bu dikizlemede daha çok kulak faaliyettedir) bir röntgenciyi yakalamıştı.
Bunu gülerek anlatmıştı. Muhtemelen röntgencinin çarpılan bedenine tanık
olmuştu. Ama burada şöyle bir not düşelim: Röntgencinin izlenen tarafından
görüldüğü an, karşılıklı belki bu görme anı kadar kısa süren eşit bir utanç
yaşanır. Röntgencinin olay yerinden kaçmasını sağlayan da bu izleneni duraksatan utanç
anıdır.
Devlet gözetlerken utanç tarafında olamaz.
Görülmeden görmek bir dikizleme tekniği olduğu halde arabanın cam filmi
tam da bu tekniğe icabet ederek dikizleme konumunu karmaşaya düşürüyor. Bununla
kalmıyor dikizlenme riski olanın eline dikizleme silahını veriyor. Şöyle
düşünün, cam filminin güvencesiyle arabanın içinde iş pişiren çifti görmeye
çalışanlar bu halleriyle içerdekilerin dikizledikleri olurlar.
Nesnenin işlevi çoğaldıkça nedensellik de çoğalır. Bir nesneyi satın
almanızın birden çok nedeni olabildiği gibi her nedene uygun farklı farklı
müşteri de olabilir. Bu anlam çoğalmasına karşı yasak görünüşte genel bir “zarar”
ilkesinden hareket eder. Mesela kenevirin yasaklanması keyfin değil zararın
yasaklanmasına tekabül eder. Gelgelelim ( bu sözcüğü de ilk kez kullanıyorum, ‘gelgelelim’…
gelelim abi) keyif de bu yasak payından en az “zarar” kadar nasiplenir. Keyif hiyerarşiyi
bozar çünkü. Yani keyfin toplum disiplinine verdiği zarar da hiç küçümsenemez. Totoloji tam
kıvamına geldi işte şimdi: Arabanın tesettürü toplumun mahremiyet güvenliğine
zarar veriyor.
19. Ve 20. Yüzyılın sonlarına kadar çalışma hayatını aksatan cinsellik
genel bir sosyal disipline bağlanmıştı. Viktoryen tutuculuk sanayi devrimiyle
uyuşuyordu. Günümüz dünyasında çalışma hayatı daha gevşek (en azından disiplin
inandırıcı değil, daha çok işten atılma tehlikesiyle mobbing gibi uygulamalara
karşı psikolojik geri çekilme var), üstelik cinsellik her şeye katışabilen bir
meta artık ve her yerden pörtlüyor. Aslında yazının tarihi arka planı da olsun diye tam
bundan söz edecektim, yoruldum.
Konya haberinin kendi içeriğini de aşan haber değerini sizin yorumunuza bırakıyorum...
Dinlenme zamanı...
Şu parça güzel…
(1)Özcan Yurdalan, Pakistan Yolculuğu, Om Yay. İst. 2002
(2) Haz. Philippe Aries, Georges Duby, Özel Hayatın Tarihi, Çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yay. 4. cilt, s. 327, İst. 2008
(3) Julian Barnes, Flaubert'in Papağanı, Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yay. s. 187, İst. 2001
Haberin başlığıyla anlattığı olay
arasındaki mesafe, tereddüt; hatta çekinmeden kafa karışıklığı
diyeyim. Haberin içeriği tam da bu zaten. Daha açıkçasını haberi okuma sürecini öğelerine
ayırarak söyleyeyim: Başlık beni kendine çekiyor. Neden çekiyor? Hayret duyguma
sesleniyor çünkü. Ama birbirinden farklı iki hayret duygusunu art arda uyandırınca başarıyor bunu.
Tuzağa düşüyorum. Başlıktan sonra okuduğum haber metninin başlıkla çelişmese de birinci hayret duyguma yakışmayacak biçimde sıradan olduğunu anlıyorum.
Bu ikinci hayret duygusunun bir tür hayal
kırıklığıyla; öte yandan anlatılanlarda başlığı yalancı çıkaracak hiçbir şey
yokmuş hissiyle baştaki güçlü hayret duygumu söndürmesi ilginç. Haberin içeriği
denilen şey algımızı sürükleyen bu labirent işte.
Şimdi haberin başlığını okuyorum: Çin
Füzesi ABD Tankını Yok Etti.
Bu başlıkta bir tatmin yok mu? Haset üzerinden
gelen bir intikam.
Kahrolsun ABD diyen bir yanımız hazır zaten. Vurdu ya da
isabet etti değil ‘Yok etti’…. Sürecin ikinci ayağı başlıktan sonra bir beklenti
içine girmemizle başlıyor. Şahsen benim kafamda bir sahne hemen uyanıyor: ABD tankının mevzilenebileceği
en yakın coğrafik konum Çin’in Vietnam sınırı. Geri plandaki bilgim bu
mizansenle uyumlu. Vietnam epey zamandır Çin’le toprak sorunlarından ötürü ABD’nin
kendisine uyguladığı silah ambargosunu kaldırması için uğraşmıştı. 2015
yılında Vietnam, ABD ile Ortak Vizyon Anlaşmasını imzalamıştı. ABD ile Çin’in
doğrudan karşı karşıya geleceği yer orasıydı. Çin, Vietnam sınırından tampon bölgeye giren ABD
tankını füzeyle vurmuştu. Süper iki devlet arasında dünya barışını tehdit eden
ciddi bir sorun. Hemen devamını okuyalım... Peh! Haber metni bu hayalimi boşa çıkarıyor. Meğer
Peşmergelerin elinde olan Çin füzesi Irak’ın elinde olan ABD tankını vurmuştu. İnsanlar
arasındaki savaş sanki nesnelerin menşei arasındaki savaştı. Sanki ABD ve Çin
Irak’ta düzenlenen silah fuarına katılmışlar ve gösteri yapıyorlardı. Cümleyi ‘sanki’yle
şartlasak bile bunun gerçeğe hiçbir zararı yoktu. Absürt olan buydu. Olası bir Kürdistan devletine karşı İran
ve Türkiye’yle müttefik olan Irak’ın ABD tankına, ABD’nin el altından
desteklediği Kürtler Çin füzesiyle karşılık veriyordu. Vekalet savaşı ama sanki
silahların müvekkil ilişkisi sürekli değişiyordu. Bütün bu karmaşayı başlık
sadeleştiriyor ve aşağılık yanımıza sesleniyordu: Kahrolsun imrendiklerimiz!
Çin füzesi, ABD tankını yok etti
ABD yapımı M1A1 Abrams tankı, Çin yapımı HJ-8 füzesiyle vuruldu.
(Sol gazetesinin 27 Ekim 2017 haber başlığı)
* * *
Augustinus İtiraflar’ının henüz ilk
sayfalarında 16 yaşındayken arkadaşlarıyla karıştığı bir olayı anlatır.
“Bağımızın yakınlarında bir armut ağacı
vardı, armutlar öyle iştah açıcı da değillerdi. Ben ve bir sürü genç gece
yarılarına kadar alanlarda oynadık. Gecenin karanlığından yararlanarak armut
ağacının yanına gittik ve ağacı silkeledik ve düşen armutları topladık.” (1)
Augustinus bu ergenlik kabahatini abartarak kendini hırsız diye suçlar. Kendine karşı bu cüretkâr kıyımda ilginç
bir kurnazlık vardır aslında. Bir kere bu “hırsızlık” itirafına tam 7 sayfa
ayırır. Kendini o kadar suçlar ki Tanrı’ya bir şey bırakmaz. Böyle diyeceğiz
ama biraz dikkat edince itiraf etmenin bundan çok daha öte bir amacı olduğunu
anlarız. Nihayetinde Tanrı’nın bildiği bir günahı itiraf etmiş de sayılmazsınız
değil mi? Augustinus da insanlara itiraf ediyordu?
Hangi insanlara?
Bunu tesadüfen Michael Parenti’nin Gizem
Olarak Tarih’ini okurken buldum. İsa’nın çileci, yoksul ve bağnaz takipçilerine
kendilerini beğendirmek isteyen varlıklı kilise liderleri kendi zengin köklerini
küçümser göründüler. Augustinus da başlarda, Hippo piskoposu olarak görev
yaptığı sıralarda şu duyuruyu yaptı: “Pahalı bir giysi… bir piskoposun giyeceği
bir elbise olarak kimi zaman bana hediye edilebilir, ama bu, fakir bir ana babanın kendisi de fakir olan
oğulları Augustinus’a yakışmaz.”(2)
İtiraflar’ını okurken anlıyoruz ki Augustinus
hiç de fakir değilmiş, ailesinin bağı bahçesi varmış. Bunu güzelce itiraf ediyor, “bağımızın
yakınlarında” diyor. Sahiciliğin tam da daha önce söylediği bu yalanı itiraf
etmeye dayanması gerekirken, armut çalma itirafındaki abartı diğerini gölgede
bırakıyor. İtirafın işlevi doğrular arasından seçim yapmaktır.
İnsanlar matbaanın icadından önce kime yazıyordu?..
Otobüsün hoparlöründen bir kadın sesi
her durağa yanaştıkça tekrarlıyor bunu. Herhalde otuz saniyede bir. Kimsede ne
yadırgama, ne huysuzlanma.
KANIKSAMAK: Tekrarı
dış dünyanın bir özelliği olarak olduğu gibi kabul etme. Dış dünyayı her şeyin
yolunda gittiği örüntü olarak algılamak.
ALIŞMAK: Tekrarı
dış dünyanın ritmi olarak içselleştirmek.
Hayatla uyum için gerekli iki meleke.
İkisi de bende yok. Seslere karşı savunmasızım. Önceden bağışıklığım vardıysa
da artık yitirdim.
İETT otobüslerinde bu anons ilk ne zaman
başladı? Bu sorunun cevabı ben bu anonstan ilk ne zaman rahatsız olmaya
başladım sorusuyla muhatap değil. Demek benim de anonsu kanıksadığım bir zaman
dilimi varmış. Zaten yukarıda yaptığım ayrımdan bu yönde bir fayda bekliyorum.
Kanıksamak rüya görmek gibidir, birden rüyanın içine düşersiniz, nerden çıktı
bu demezsiniz. Reddetmek aklınıza gelmez. İlgili dış dünya nüvesini hemen
benimsersiniz. İşin ilginci ne zaman benimsediğinizi unutursunuz. Nasılsa
rüyada uykuya dalma zamanının dışına itildiğinizi bilmiyorsunuz. Alışmakta ise
dış dünyaya uyum sağlama yarı uyanık çabayla sürer, ama alışınca da döngü sizi
içine alır. Benim durumum hangisine giriyor? Karışık efendim… Sorunu bu karışık
durumdan başlatmak istiyorum.
Galiba üç ay önceydi. Sıcak güneşli bir
öğle sonrası. Tek başımaydım. Otobüsün ortasında ikili koltukta oturuyordum,
yanım boştu.
Hoparlör tam tepemdeydi, ses sonuna
kadar açıktı. Şoförün yanına gittim, sesi kısmasını söyledim. Kıstı. Kıstı ama
sesi duymaya devam ettim. Kanıksama durumum ilk o zaman bozuldu. Mürtet olmak
gibi bir şeydi bu.
Şoför beylere buna benzer müdahalelerim oldu peyderpey.
Başımdan geçen hikâyelerin çoğunun
mekânı toplu taşım araçlarına ait. Çünkü kendimi riske ettiğim tek yer oralar.
Birçok risk. Bunların arasında trafik kazası en sonda geliyor. Normal biriyim
ben. Kastettiğim risk seslerle ilgili. Otobüsün aksamından çıkan gıcırtılar,
bariyeri aşarken tabanın asfalta temasından çıkan sürtünme sesi (kamaştırıcı
bir ses ama bereket her zaman olmuyor), klima uğultusu, dışarıdan gelen korna
sesi… hayır bunlar da değil. Herkes gibi bu seslere alıştım. Bakın burada
‘kanıksadım’ demiyorum, ‘alıştım’ diyorum. Bu sesler ruhumda makul birer tınıya
sahip. Zorunlu sesler. Hem işitiyorum o halde var, hem işitiyorum o halde varım
sesleri. Alışamadığım iki ses yolculuğu berbat etmeye yetiyor. Biri kulaklıktan
taşan benim müziğin cürufu dediğim ‘dum tıs’ sesi, diğeri kahkahalarla ve
hayret nidalarıyla uzadıkça uzayan telefon konuşmaları (daha çok kadınlar
yapıyor bunu; ergen olanları ve şehirde nispi özgürlük yaşayan yarı köylü
olanları). Zorunlu olmayan keyfi sesler. Yani rahatsızlığımın adaletle ilgili
etik bir temeli var. İsaiah Berlin’in ‘negatif özgürlük’ kavramı için güzel bir
örnek olabilir bu. Dalayım mı bu konuya? Yok böyle iyiyim…
Rahatsız olduğum
seslere bir üçüncüsü eklendi: Devletin sesi.
Devletin sesi zorunlu mu, keyfi mi?
Üç hafta mı iki hafta mı ne önceydi.
Günlerden Pazar, hava güzel, otobüsün cam tarafına oturmuşum. Yanım boş. Dışarı
bakıp eğretileme yapmak için birebir. İkinci durağa varmadan başladı:
Dikiz aynasında şoförü aradım… öyle ya
konuşulacak biri mi? Ablak suratlı. Dalgın. Daha önce görmediğim bir adam. Saçları seyrek ve uzun. Islak ıslak keline doğru yaymış. Aksi bir şey var saçlarında. Bir izlenim, bir genelleme… tamam hatırladım, bu saç şekli bana
eski Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’u hatırlattı. Hani vatandaşa gavat diyen
Vali. Bu çağrışım sanki içimden geçenlere karşı bir tedbir koydu; kendi kendime telkinde bulundum, otur oturduğun yerde dedim.
Bütün durakları ezbere biliyorum. Otobüs
durağa varmadan içimden sayıyorum: ‘on, dokuz, sekiz, yedi…’ sıfır der demez
başlıyor: ‘Yüzelliiki…’
Migros Durağında yanıma bir adam oturdu.
Kalın enseli, minik gözlü bir adam. Sesli sesli soluyor. Belki de adamın bu
sesli sesli soluması bardağı taşıran son damla oldu.
Durum tuhaf geldiği için değil kendi
tahammülüm tuhaf geldiği için başladı eylem.
“Müsaade eder misiniz?” dedim adama. Ayağa
kalktım. Omuz çantamı kimse yerime oturmasın diye koltuğa bıraktım. “Şoföre bir şey
soracağım.” dedim. “Bana sorun.” dedi adam. “Yok, sizlik değil,” dedim. Şoförün
yanına gittim. Bu kez ayrıntılara gireceğim. Hüseyin
Avni Coş falan takmıyorum. Radikal bir teklifle söze girdim:
“Şu anonsu kapatsanız,” dedim. Cidden
radikal. Daha önce ‘Şu sesi kısar mısınız?’ diyordum.
Şoför bana gözlüğünün üstünden bakarmış
gibi baktı. Ama gözlüğü yoktu.
“Niçin?” dedi.
“Ses rahatsız ediyor.” dedim.
“Kapatamayız, talimat var.”
“Bu anons kimin için?”
Bir süre duraksadı. Cevabını bilmediğini
anladım. Yine de şunları söyledi:
“İşitme engelliler için.”
Bu kez duraksama sırası bendeydi. İşitme
engelliler için ses! Herhalde işitme problemi olanları kastetti dedim içimden.
“Bu işitme engelliler aynı zamanda görme
engelli mi? Monitörden okuyabilirler.”
“Dediğim gibi talimat var… şimdiye kadar
sizden başka rahatsız olan olmadı.”
Son söz saldırı. Olageleni normalize
ediyor. İnsan zihninin yuvası: çoğunluk. Çoğunluk o anda gösterilebilir bir
olgu olmamasına rağmen onu imal ediyor; ve oraya yerleşiyor. Ben sormadan önce
bir fikri yoktu, şimdi var. Sayemde fikir sahibi oluyor Hüseyin Avni. Michael Foucault
dispozitif kavramını tarif etmedi, şimdi bu durum üzerinden edebiliriz: İktidar
en üstten en alta devredilebildiği için bütün toplumu kuşatan gizli bir şebeke
gibi işler… Uzatmadım. Buruk biçimde şunları söyledim:
“Sizin işiniz daha zor,” dedim,
“sabahtan akşama aynı şeyi dinliyorsunuz.”
Benden nefret ediyor, ben de ondan.
Dikiz aynasından peşimden bakıyor, hissediyorum.
Kös kös yerime oturdum. Yanımdaki adam
meraklı, “Neydi?” dedi.
“Şu ses,” dedim, "rahatsız ediyor."
Adam bana “Geçmiş olsun” dedi iyi mi?
Sanki bir kulak rahatsızlığım varmış gibi. Hakikaten acaba münasip bir kulak
rahatsızlığı mı bulsam kendime; ‘ben vertigo hastasıyım, bu ses vertigomu
tetikliyor.’
“Siz rahatsız olmuyor musunuz? Sürekli
aynı şeyi tekrar ediyor.” dedim adama.
“Hayır,” dedi adam, “ neden rahatsız
olayım? Bu gerekli bir şey… görme engelli var, okuma yazma bilmeyen var.”
“Görme engelli sorsun… hem görme
engellilerin mesafe algısı bizden daha iyi. Anons onların bu yeteneğini
öldürüyor bence.” Bu dediğim doğru. İlk ve son arabamı bir köre satmıştım.
Arabayı kontrol için beni bir tanıdığının yanına götürdü. Yolu o tarif etti,
çetrefilli sokaklardan geçtik. ‘Bak ilerde Emniyet Amirliği var, onu geç sola
dön.’ dediydi. Sözümü eksik bırakmayayım, arabayı kayınbiraderi kullanacakmış.
“Nerelisin?” diye sordu. Nefretlik bir
soru. Yine de söyledim.
“Neresinden?” dedi.
Söyledim.
Şivesi değişti. Doğu Karadenizli.
“Bu milletin yarısı okuma yazma
bilmiyor,” dedi.
“Yarısından çok fazlası biliyor,” dedim.
“Bilmiyor,” dedi.
“Otobüslerde bir saha çalışması mı
yaptınız?” dedim.
“Ben gemi kaptanlığından emekliyim,
bütün dünyayı gezdim.” dedi. “bu anons Amerika’da bile var.”
“Bu anons durak adlarını söylese iyi,
sürekli hattın adını söylüyor.” dedim.
“Amerika’da da söylüyor, bütün Avrupa
ülkelerinde söylüyor. Ben bütün dünyayı gezdim."
Öfkelendim.
“Nerelisin sen?” dedim.
“Ofluyum.” dedi.
Kestim. Bir keresinde bir Oflu bana
medeniyet dünyaya Of’tan yayıldı demişti.
Bu yaşadıklarımdan bazı dersler çıkardım.
İşte:
KANIKSAMA
KALIPLARI: İnsanların maruz kaldıkları uyarıcı seslerin zamanla süreklilik
kazanması, durağanlaşması, olduğu gibi kabul edilmesi. Başlangıcı yokmuş gibi,
sanki biz bu seslerin arasına misafir gelmişiz gibi. Düğün konvoyunun korna
çalması; asker yolculukları sırasında taşkınlıklar; hoparlörle ezan, sala; cumhurbaşkanı
geçerken trafiğin durması ve savulun diyen korna sesleri; bitmeyen yol kazı çalışmaları; öğretmenlerin
hazırladığı günlük planlar (pardon bu sonuncuda ses yok).
KENDİNİ
EĞRETİLEŞTİRMEK: Her tür pasif halin kendini olumladığı avunma.
Kendini eğretileştirme iki temel dayanak noktası buluyor. Birincisi mekânın
sahibi, ortağı, hissedarı hissetmeme hali; ikincisi birazdan orayı terk edecek
olma hali.
HOPARLÖR
SESİ: Hitler şu sözleri Alman Radyosunun Kılavuzuna yazmış: "Hoparlör
olmasaydı eğer, asla Almanya’yı fethedemezdik.” Belli ki Hitler sesin kalabalıklara duyulabilirliğini artıran hoparlörün teknik yanından söz ediyordu. Halbuki hoparlörün Hitler’in
kendisinin de farkına varmadığı asıl etkisi sesi
kimliksizleştirmesiydi. Bu üst sese ancak ya sahip olabilirdiniz ya da
olamazdınız. Hoparlör sesi dinleyenle sesin sahibi arasına üçüncü bir kuvvet olarak
yerleşiyordu. ‘Hoparlör kimin elindeyse o konuşur’ gibi sesin sahibine bir
imtiyaz tanıyarak. Bu sesin şiddetinden başka bir şey. Devletin sesi hoparlör
sesidir.
ENGELLİ: Ankara’da
bir dönem akbil cihazından 65 yaş üstünü belli edecek sesler çıkıyormuş. 65 yaş
üstündekiler bundan rahatsız olmuşlar. Bu rahatsızlık yaşın belli olması gibi
bir hassasiyete dayandırılsa da bence buradaki rahatsızlık bedavacı görünmeye
bir tepki. Faydalanmak ama görünmemek. Engelliler üzerinden yapılan düzenlemeler
de herkesin engelli olabileceği bir duruma normal insanları da hazırlama
provası gibi işliyor. Demek istediğim başka bir şey: Acaba toplu taşım
araçlarında anons engelliler ve okuryazar olmayanlar için gizli bir örtbas (‘gizli’ ve ‘örtbas’
birbirine yakın anlamlı bu iki sözcük işbirliği halinde burada) işlevi mi
görüyor? Ama öte taraftan herkesin birbirine yabancılığını garanti altına alan
bir gizleme.
ANONS:
Sala gibi.Sizin bir
yakınınız ölmese de sala sesi herkesi ölenin yakınıymış gibi eşitliyor. 'Sizin
de başınıza gelebilir.'
TEKRAR: Sürekli
tekrar eden ses bizde hafıza olmasını istemiyor gibidir. Bir otobüs dolusu alzheimer
hastası. Anonsun düz anlamı: bilgi vermek. İşlevsel anlamı: engelliler için.
Yan anlamı: ses tekrarının oluşturduğu salaklık. Salaklığın toplumsal bir engellilik hali olduğunu nasıl anlatacağız? Düz anlam yan anlamı gizliyor.
Aslında yok sayıyor da diyebiliriz. Sesin amaçlamadığı olgu tepkiyle (elbette
benim tepkim), tepkiye karşı umursamaz davranarak ötelenmiş bir amaç haline geliyor.
Geçen hafta sonu bir polisiye belgesel
izledim. Amerika suç tarihini anlatan filmlerden biri. Katil, kurban, gizem, soruşturma ve çözüm… Kafam bir yerlere takıldı, dün yeniden izledim.
Kitty Genovese 1964’te geceleyin
NewYork’ta evine yakın bir sokakta uğradığı bıçaklı saldırıda civarda oturan en
az otuz sekiz kişinin olaya tanık olduğu halde yardım çağırmamaları yüzünden
ölmüş.
Haberin sunuluş biçimi bu.
Dikkat edilirse burada sadece saldırgan
değil, cinayet esnasında kılını kıpırdatmayan otuz sekiz tanık da ölümün nedeni
arasında sayılmış. Zaten cinayetin iki aşamada gerçekleşmesi bunu anlamamızı
sağlıyor. Saldırgan ilk bıçağı sapladığında Kitty tüm sokağı imdat çığlığıyla
inletiyor ve onu herkes duyuyor. Çığlığın şiddetinden mi, yoksa tanıklardan
birinin pencereyi açmasından mı saldırgan kaçıyor. Ama kimse Kitty’ye yardım
etmeye gelmiyor, telefon açıp yardım çağırmıyor. Yaralı Kitty yardım çığlığı
atmaya devam ederek can havliyle bir sokak kadar yürüyor. Diğer sokakta
arabasında oturan katil otuz beş dakika sonra kimsenin kendisine müdahale
etmeyeceğini anlayınca geri dönüyor, yarım kalan işini bitiriyor, Kitty’yi defalarca
bıçaklıyor ve tecavüze yelteniyor.
Haberi bu skandal karakteriyle ertesi gün
manşete taşıyan The NewYork Times, henüz ele geçmeyen katil, ya da ölen kız
hakkında tek bir bilgi vermezken 38 tanığın “izleme” hallerini imgeleştiriyor, bir eşkal haline getiriyor: Diğerkâm olmayanların
eşkali. Bu eşkali tasvir edebiliriz: olaya müdahil olmamaları, yardım etmemeleri
bir yana; asıl yardım çağırmamalarıyla kafamızda resmi çizilen sinirleri
alınmış künt bir topluluk.
Kim bunlar? Basında geçen bir isim, bir fotoğraf yok.
Bir durum. Dünyaya kayıtsız bu bencil insanlar nasıl olmuş da bir araya
gelebilmiş?
Bencillik tek tek bireyleri birbirinden ayrıştırırken suç mahalli onları
bu kez ortak davranışın içinde toplu gösteriyordu. Soyutlamanın ön yüzü tecritse arka yüzü tümevarımdır. Bu soyutlamayı diyelim sosyologlar yapar. Ama bu kez kamuoyu
kendine karşı yapıyor. Olayın özgünlüğü (haber değeri) de tam burada zaten. Bu
soru konunun sürekli gündemde kalmasını sağlıyor, çünkü bir gizem yaratıyor.
Bütün iş gizemi muhafaza edebilmek. Somut durumun somut nedenlerini bulup
çözümlemektense sorunu insanın içine düştüğü ahlâki bir yoksunlukla askıda
bırakmak gizemin ömrünü uzatıyor. İnsanlar kendi aralarında fısıltıyla makul
nedenler arıyorlar. Mesela Nazilerden kaçmış kollarında Yahudi damgası bulunan
mahalle sakinlerinin sırf resmî soruşturmaya uğramamak için olaya
karışmadıkları söyleniyor. Bu akıl yürütmenin yargısı peşinden geliyor: 'Ama daha önce toplumun duyarsızlığı yüzünden
katledilmiş bir halkın asıl diğerkâm olması beklenmez miydi?' Sorular soruları
getiriyor. Verili bir olgu mutlak gerçek kabul edilince sorular bu gerçeğe
toslayacak biçimde yeniden dizayn ediliyor. Bir kurgu. Bu kurgunun
mimarlarından A. M. Rosenthal hikâyeyi mahvedeceği gerekçesiyle tanık
ifadelerine hiç yer vermiyor. The NewYork Times’ın otoritesi tüm ulusal medyaya editörlük yapıyor. Haberin
verilişi herkese diğerkâm olma imkânı bağışlarken şunu telkin ediyor: onlar
öyle ben değilim. Bir arınma fırsatı.
Bu haber diğer basın organlarında
tv’lerde aylarca, yıllarca yayınlanıyor, okullarda sosyoloji ders kitaplarında
okutuluyor. Olay sonradan acil arama hattı 911’in kurulmasına giden bir misyon
bile ediniyor.
Bütün ABD medyası The NewYork Times
öncülüğünde otuz sekiz imgesine karşı bir diğerkâm projesi başlatıyor.
İdeolojinin diğerkâm ayağının ilk etkisi:
Hiç kimse bu otuz sekiz tanığın gerçekliğini sorgulamıyor.
Kitty Genovese’nin ölümünden kırk yıl
sonra (2004) The NewYork Times olayı yeniden ele alıyor, bu otuz sekiz tanığın
haber edilişi hakkında bir takım kuşkular beliriyor. Acaba Kitty’nin komşuları
bu kadar duyarsızlar mıydı? Kırk yıl önce yazdığı gibi olaya kayıtsız kalıp yataklarına
mı dönmüşlerdi?
Hayır, aslında tanıklarla kimse konuşmamıştı! Kitty’nin küçük
erkek kardeşi Billy 50 yıl sonra olayın yeniden peşine düşüyor.
İlk soru, otuz sekiz tanık nereden çıktı?
Billy dava zabıtlarından başlıyor. Oysa
tanık olarak ifadesi alınan sadece yedi kişi var, bu yedi kişiden sadece biri
sağ ve 86 yaşında. Kitty’nin kapı komşusu bir kadın. Saldırgana ikinci gelişinde kapının eşiğinde müdahale eden kadın; Kitty onun kollarında ölüyor. Tanıklardan başka bir kadın polisi aradığını söylüyor, polis kadına olaydan haberdar olduğunu
daha önce olayın ihbar edildiği cevabını veriyor. Yani yardım çağrılıyor! Öte
yandan mahalle sakinlerinin büyük bir çoğunluğu olaya gözle değil kulakla tanık
oluyorlar. Ve çoğu insan bu olayı bir adamla karısı arasında geçen sarhoş
kavgası sanıyor.
Meğer otuz sekiz tanık sayısını ortaya
atan basınmış!
Billy Genovese’nin belgeselde
sormadığını biz soralım şimdi: Toplum acaba bu otuz sekiz duyarsız insanın
varlığına inanmaya neden bu kadar eğilimliydi?
Çünkü diğerkâmlık her şeyden önce bir
iletişim biçimi. Yani bir grup insanın diğerkâm olmamaları üzerinden gösterilen
öfkeyle işe başlayan iletişim diğer insanlara bedavadan erdemli tarafta olduklarının
güvencesini dağıtıyor.
Bir kere cinayetin genel karakteriyle
duyarsızlığın lokal hali birbirinden ayrışmıştı. Polis, yardım durumunda
kendisine ulaşılması gereken bir güç olarak orada hazırdı. Birtakım
vatandaşların duyarsızlığı polisin elini güçlendirecekti. Nitekim Kitty’nin
ölümünden beş gün sonra katil sivil bir “zenci” tarafından yakalanmasına rağmen
polis tarafından yakalanmış gibi lanse edildi. Kahramanımız zenci, katil zenci
Winston Moseley’i bir zenci mahallesinde televizyon çalarken yakaladı. Üstelik
televizyonu başka birinin evinden çalıyordu, yani kahramanımız olayı "izlememiş" ve anında müdahale etmişti. Sorgu sırasında Winston'un katilin profiline uyduğunu fark
eden bir polis onu itirafa zorlamış ve başarmıştı. Elli yıl sonra kahraman
zencinin hayatta olmadığını öğrenen Billy, onun oğluyla görüşmüştü. Oğlu
babasının kahramanlığını gurur duyarak anlattı. Billy kahraman zencinin oğluna
teşekkür edince, zenci oğul şimdiye kadar babam için kimse teşekkür etmedi
dedi.
Winston Moseley
Bu bize neyi gösteriyor?
Diğerkâmlığın maniple edilebileceğini.
Öldürülen Kitty’nin kardeşi Billy Genovese
(meşhur suç ailesi Genoveselerle ilgisi yok) olaydan iki yıl sonra 18
yaşındayken gönüllü olarak Deniz Kuvvetlerine yazılıyor ve Vietnam’a gidiyor.
Vietnam’da iki bacağını kaybediyor. Vietnam’a gidişini anlatırken şöyle diyor
Billy: “Bu hikâyeyi gerçek kabul eden ve ona göre davranan bir ortamda büyüdüm.”
Billy’nin söyleyemediğini biz
tamamlayalım: Diğerkâm olmayanlar yüzünden öldüğünü sandığı ablası için
diğerkâm duygularla savaşa katılan Billy iki bacağını "feda" ediyor.
Billy Genovese
Bu diğerkâm ideolojisi her daim sesleniyor:
Bak şurada katliamlar oluyor, bak şurada çocuklar ölüyor…
Bir diğer asli duygu İNTİKAM… Hollywood’un
asla terk etmediği bir duygu…
The Witness intikama karşı bize Derrrida’nın bağışlanamayacak
olanı bağışlama anının örneğini de gösteriyor. İzleyin derim.