1 Aralık 2019 Pazar

İğrenç (Parasite Filmi Dolayısıyla)






Julia Kristeva’nın yazdığı İğrençlik Üzerine Deneme’sini okuduğum sırada Güney Kore’li yönetmen Bong Joon-ho’nun Parasite’sini izledim.  Hoş bir tesadüf.


Tesadüfün daha güzeli hayattan geldi. Kapıcı, apartmanı silerken geride ağır bir deterjan kokusu bırakıyor dedi M., ayrıca bazen çamaşır suyu kokusu. Kapıcının bunu işini abartmak için yaptığını ekledi. Bu beni biraz düşündürdü. Keskin hijyen kokusunun gerçekte az temizliğin yerini tutması, yani böyle bir şeyin kapıcının kurnazlığı olabileceği. 

Aklıma Peter Handke’nin alt sınıfın temizlik tutkusuyla ilgili sözü geldi, şimdi kitaplığa bakıp o sözün geçtiği kitabı buldum. “Temizlik, yoksulları toplumsal kılıyordu. Toplumsal gelişme, aklanıp paklanma eğitiminden oluşuyordu; sefiller temizleşince, saygı belirten bir sözcüğe dönüşüyordu ‘temizlik’.” (1)


Ama M.’nin söyledikleri Peter Handke’nin sözünü doğrulamaya yaramıyordu. Bu iki söz yan yana gelince aksine bir temizlik ikilemi ortaya çıkmıştı şimdi. Ben her zaman birinin bir şeyi yaparken niyetini keşfetmektense onu o niyete sürükleyen bilinçdışını çözümlemeyi tercih ederim. Şuradan başlayacağız:


Alt sınıf iki defa kirli olan taraftaydı. Birincisi kendi kirini temizleyemiyordu, sürekli kendi kiriyle baş başa kalmak zorundaydı… temizlik bir faaliyet görünümü olarak onun için bu kenar semtte ve bu virane evde ona itibar kazandıracak belki de tek şeydi; kendisini üst sınıfla buluşturan bir yöntem olarak temizlik. İkincisi üst sınıfın atıklarını temizlerken onların geride bıraktığı kirine bulaşıyordu. Bu adın onlara dışarıdan takıldığının belirtisi; yoksa adlarının temizlikçi yerine ‘pisçi’ olması daha yakışık alırdı. Ama üst sınıfın ‘temiz’ itibarı temizlikçinin “itibarı”na bağlı, pisliği üstlenmesi adının bu ilişkiyi (nihayetinde pislik üst sınıfın pisliğiydi) deşifre etmesi yüzünden yanlış bir seçim olurdu. ‘Pisçi’ yerine temizlikçi demesi üst sınıfın ad verme yetkisini kötüye kullanmaktan kaçınması gibi bir nezaketten kaynaklanmıyor; aldanmayalım, ‘temizlikçi’ temizlikçinin itibarının ironize edilmiş hali. Adının temizlikçi olması tuhaf bir metafor potansiyeli de barındırıyor.  Mafyanın düşmanlarını temizlerken, olay yeri temizlikçisi diye cesedi, dna izlerini vb yok eden yan bir iş kolunun, sözcüğün yan anlamından doğması mesela. Bu metaforun ilginçliği, temizlikçi sözcüğünün patron ve işçi arasında kurduğu hiyerarşiyi mafyöz ilişkiye devredebilmesi.


Temizlikçi, sadece üst sınıfın kirini temizleyen değil, bu kirin sırdaşı da. Belki de sözcük metaforik anlamını tam da buradan alıyor. Bu ağzı sıkı olma yükümlülüğünü tanık olduğu bir şeyi saklamak olarak anlarsanız yanlış anlaşılırım... hemen müdahale ediyorum: Kirin sözünü etmemek, kir üzerine doğrudan temizlikçiyle konuşmamak uyulması gereken bir protokol. Parasite filmi bu protokolü anlatan son derece yaratıcı iki sahne sunuyor bize.


Yazının bundan sonrası filmi sonradan izleyecekler için spoiler içeriyor.


Erkek ve kız iki genç kardeş birbirlerini tanımıyorlarmış gibi zengin bir malikânede öğretmen olduktan sonra hileyle anne ve babalarını da işe alma yoluna giderler.


Kız kardeşe düşen hile, patronun şoförüyle yolculuk yaparken gizlice külotunu çıkarıp arabanın arka koltuğunun altında bırakmak. Ev sahibi patron, şoförünün sürdüğü arabasında daha önce kızın kasten bıraktığı külotu bulur, koltuğun altına tıkıştırılmış külotu kalemiyle alır, burnuna götürür ve irkilir. Sahne, patronun kirli olanla doğrudan karşılaşması ve kokudan tiksinmesi. Filmde koku ister istemez imgeselleşir. Çünkü koku seyirciye iletilemez ancak mimikle gösterilir. Tiksinmeyi bir ara form olarak mimikle yeniden oluşturan patronun bu hali aslında kokuyu iki kez imgeselleştirir; birincisi kötü kokmak, ikincisi cinselliğin artığı olarak kötü kokmak. Üst sınıf tiksinmenin düz anlamına daha yakındır; kokuyla  karşılaştığında hemen yüzde beliren tepki mimik. Yüze bulaşan değil, yüzünden dışarı atmak, diğerine yansıtmak için oluşan tiksinti.  Patron oturduğu yerden şoföre bakar (şoför onu görmez) ve ona bir şey söylemez. Neden söylemez? İşte sınıflar arası protokol dediğimiz şey. Adam eve gelince kanepenin ucunda yatan kadının (kocasının geliş saati olduğu için eğreti biçimde yatıyor; bu yatışı kadının varlığının eve nüfuz etmediğini, alt sınıfla kocasının sınıfı arasında tampon bölgede olduğunu gösteriyor) suçüstü yakalanmış gibi (mesai içinde kaytaran bir işçi gibi), ‘Geldin mi?.. Yemek yedin mi?’ deyişi ve adamın peşinden koşturması. Adam içinde külotun bulunduğu zarfı kadına uzatır (zarf, mektup gibi külotun varlığını dolayımlıyor, moda deyişle ötekileştiriyor) ve külotu arabada bulduğunu söyler. Nihayetinde şoförün arabanın arkasında bir kadınla yattığı ve kadının külotunu arabada bıraktığı ikisinin de hemen inandığı bir senaryodur. Adam, “Genç bir adamın seks hayatı elbette beni ilgilendirmez.” der, “ama neden benim arabamda yapıyor? Yapıyorsan da kendi koltuğunda yap! Olacak iş mi yani bu yaptığı? Koltuğuma spermlerini boşaltmaktan tahrik mi oluyor?.. Ama en garibi ne biliyor musun? Arabada seks yaptıktan sonra geride yalnızca birkaç tel saç ya da küpe falan kalır. Ama insan külotunu nasıl unutur ki?” Bu son soru külotun sahibi kadının uyuşturucu bağımlısı olduğu sonucunu doğurur. Patron adam karısına şoförü kastederek “Ona işten çıkarmak için bir bahane bulur musun?” der ve ilave eder, “Külottan ya da seksten bahsetme, onun kadar alçalmayalım… Ona iyi bir tazminat ver.”


Buraya kadar olanları maddeler halinde sıralayayım:

1.       Patron adam arabanın arka koltuğunda bir külot bulur. Bunu direkt şoförüyle konuşmaz. Konuşmamasının sebebi alt sınıfın kiriyle yüz yüze muhatap olmamaktır. Karısına söylediği gibi bu alçaltıcıdır.
2.       Haberi karısına verirken külotu zarfın içine koymuştur. Külotun arabada unutulması üzerine yürüttüğü muhakemede kadının uyuşturucu bağımlısı olduğuna karar verir. Bunu şoförle konuşmak daha da alçaltıcıdır.
3.       Adam şoförü işten çıkarmaya karar verir. Ama bunu kendisi söylemez, karısına söylettirir. Karısının iki sınıf arasında tampon bölgede olduğunu buradan da anlarız. Başka bir şey daha var, adam karısının seksten ve külottan bahsetmesini de istemez. Çünkü aleniyet iki sınıf arasındaki dengeyi bozar.
4.       ‘Ona iyi bir tazminat ver.’ başımıza bela olmasın, yani bu iş uzamasın.


Şoförün yerine işe giren babanın hilesi: karısını hizmetçi kadının yerine işe sokmak için hizmetçi kadını tüberküloz gibi gösterir. Ev sahibi kadın tüberküloz olduğuna inandığı hizmetçi kadını işten çıkarmaya karar verir. Hileyi yapan babaya “Bunu sakın kocama söylemeyin,” der, “eve tüberkülozlu bir hizmetçi aldığımı duyarsa beni lime lime doğrar.” Baba: “Endişelenmeyin hanımefendi. Yalnız içimden atmam gereken bir şey var… Bu fitneleme olarak görülebilir.” Kadın: “Merak etme tüberkülozdan bahsetmeyeceğim. Sessizce işten çıkması için bir neden bulacağım.” Ev sahibi kadın hizmetçiyle konuşur ama biz bunu duymayız.


Her iki örnekte de alt sınıftan duyulan tiksinti direkt muhatabıyla konuşulmaz.


Üst sınıfın malikânesine sızan alt sınıf üyelerinin çürük turp gibi kokması değil, bu kokunun ev sahipleri tarafından direkt onlarla konuşulmaması sınıfsaldır. 


Koku damgalar. Kokuyu yok etseniz de baştan öyle kokmuşsanız; koku, çağrışımı en güçlü duyum olduğu için azıcık bir kalıntı, azıcık bir esinti sizi ‘kokuyor’ yaftasına geri götürür. Burun kokuyu alırken kokuyu kendine taşır aslında, yani koklayan kokmuş da olur; çünkü koku denilen şey hayalet değildir, partiküllerle gelir, son derece maddidir. Kokuyu ancak kokunun kaynağından uzaklaşarak (ya da başka bir kokuyla) savuşturabilirsiniz. Koku hafızasının kalıcılığı ‘iğrenç’in daha önce yaşanmış olmasıyla ilgilidir. ‘İğrenç’ tanınır bu yüzden, keşfedilmez; eskiyle bağlantısı kurulur. Üst sınıf kendi iğrençliğini alt sınıf üzerinde görünür kılar.


Ama ‘iğrenç’ olmakla bir şeye iğrenç demenin birbirini unutturduğu bir an gelir, iğrençlik farkında olmadan sınıflar arası özdeşlik yaratır. Malikâne sahibi kadın ve adam bahçede kızılderili çadırında kalan çocuklarını gözetim altında tutmak için salonda kanepede yatarlarken sevişmeye başlarlar, adam kadının göğüs ucunu saat istikametinde okşarken “Arabanın arka koltuğu gibi burası değil mi?” der. “O ucuz külot hâlâ duruyor mu? (Şoförün kız arkadaşının bıraktığı) Onu giyersen beni çok azdırırsın?” Kadın “Sahi mi?” der, “bana ilâç (yani uyuşturucu) al o zaman.”
‘İğrenç’ fanteziye dönüşür.


‘İğrenç’ sözcüğünün yeniyetmeler, sonradan görmeler arasında çok yaygın kullanılması; geldiği yerle veya içinde bulunduğu ortamla arasına koyduğu mesafe… sanki sözcüğün tanıdığı bir imtiyaz, sözcüğü kullanmak bir çeşit reşit olma hakkıyla geliyor; henüz sınıf atlamadan, sınıf atlamanın maddi gereklerinden daha kestirme, daha kültürel bir yol izliyormuşçasına. İğrenç bulma deri değiştirme gibi kendinden bıraktığını (terk ettiğini) diğerinde görmek: İğrenç!


Ne olursa olsun bir sınıftan tiksinmek için artı değerden daha iğrenç bir şey yok. Artı değer ise Marx’ın dediği gibi koklayarak anlaşılmaz.

(1) Peter Handke, Mutsuzluğa Doyum




20 Kasım 2019 Çarşamba

Bir Yakınlaşma Biçimi




Ziverbey Köşkü’nde 12 Mart sorgulamalarına katılan Mehmet Eymür, A.S. adında ilginç bir devrimciden söz eder. “İlginç” tabiri Mehmet Eymür’e ait; bence de ilginç ama Mehmet Eymür’ün anlattığı bağlamdan daha derin biçimde. Sorgulama, o hengâmenin dışında belki M. Eymür’ün de hâlâ farkında olmadığı başka bir ilişkiye vardığı için. Tabi benimkisi M. Eymür’ün yazısına dayanan analizin analizi olacak.

M. Eymür’ün Analiz kitabını okuyorum. Bir de oradan yakalım dedik.

Mahir Çayanların Maltepe Cezaevi’nden kaçışından sonra İstanbul’da gözaltı furyası başlıyor. A.S. de gözaltına alınanlar arasında. A.S. sorgulama sırasında hiç konuşmuyor. Sorgulama sözcüğünü M. Eymür kullanıyor, biz bunu işkence diye çevirelim. A.S.’nin konuşmaması M. Eymür’ün ilgisini çekiyor ve onu başka bir sorgu odasına alıyor. Ona kendisi konuşmasa bile birçok kişiden alınan bilgilerin birbirini tamamladığını, mantıksız bir davranış içinde olmaması gerektiğini söylüyor.  Onca işkencede ağzını bıçak açmayan A.S. birden çözülüyor.

“Tabi bana hemen her şeyi anlatmadı. Benim bilgi derecemi ölçüp ona göre cevaplar veriyordu.”



Buradaki çözülmeyi kötü polis iyi polis rolünü anlayamamış birinin saflığı olarak düşünmeyelim. Bu biraz psikanalizde analistle analizanın aktarım ve karşı aktarım hali. A.S. işkence sırasında birçok arkadaşının kendisi gibi dirençli olmadığını görüyor, içinde yer aldığı hareketin çok güç kaybettiğini, giderek yenildiğini de. Direncini sağlayan şey kendi kişisel onuru. Suskunluğu işkence sırasında yediği küfür ve hakaretlere karşı tepki; inatçılığı bundan,  örgütle ilgili sırları korumak ikinci planda. Ama M. Eymür’le baş başa kalınca sıralamada ilk harekete geçen, psikanaliz seansının tam tersi, önce karşı aktarım (M. Eymür)  gerçekleşiyor. M. Eymür’ün giziliden gizliye ona duyduğu şey saygı, belki de kıskançlık; onu yenmek istemesi ikinci planda.

“Yaptığı işleri tasvip etmemekle birlikte A.S.’ye sempati duyuyordum.”





Öyle ya, sakladığın şey değil, bu ağzı sıkılığın, bu metanetin sırrı ne? Yani örgütün sırları bir tarafa, kendi sırrın ne? İşte M. Eymür'ün bu meraklı dinleme hali, A.S.’yi çözüyor. İşlerin iyi gitmediğini sadece ülkesinde değil, kendi örgütünde de iyi gitmediğini gören ve bunları şimdiye kadar bir başkasına anlatamayan birinin gerçek umutsuzluğu kriz anında boşalıyor. Umutsuzluk, gerginlik, yalnızlık ve kendini aşağılama birden bir kriz anına dönüşürse bundan şunu anlamalıyız: İnsanın bu kriz anına tanık olacak kişiyi seçmesiyle krizin kendisi (iç dökme, birden boşalma) özdeşleşir. İtirafın aynı zamanda sırdaşını seçmesi gibi. Ama kriz anında gelen iç dökmeyle itiraf arasında önemli bir fark var yine de. İç dökmede sözcükler nidanın peşi sıra boyutlanır, beden dili ve sözcüklerin kişiye özgü ses karakteri sahicidir. İçe bastırma, drenaj kapağının kapalı olmasından ötürü çeperlere baskı yapan öz denetimli enerjiyi ifade etmez burada. Biri diğerini öncelemez. İçe atarken biriken şey sözcükler değildir çünkü. Sözcükler boşalmayla gelir: önce yola çık kervan yolda düzülür mantığıyla. İyi ama insan neden yoldaşının yanında değil de düşman safta yer alan birinin yanında yapar bunu? Bence her iki taraf da birbiri karşısında asıl misyonlarını askıya aldıkları için. Tabi bundan nihayetinde Mehmet Eymür kazançlı çıkıyor ama iki kişi arasında oluşan bu eğreti mahremiyet iki tarafı da bağlayan kendi psikolojik gerçekliğini yaratıyor.

“Bir kez (sorgulama sırasında) ikimiz araba ile dolaşmaya çıktık. Arabayı ben kullanıyor, o da yanımda oturuyordu. Şimdiki aklımla böyle bir riski göze alabileceğimi zannetmiyor(d)um.”

Kazançlı ve zararlı çıkmayı absürt kılan yakınlık. İşte diğer bütün dünyayı absürt kılan bu gerçekliğin edebi değerinin farkında değil M. Eymür. Güya bunu empatiyle kurmaya çalışıyor:

“Öğrencilik yıllarında, arkadaşlık duygusu ile masumane yürüyüşlere katılıp birkaç polis copu yedikten sonra kendimi olayların ortasında bulmam pekâlâ mümkündü.”

Oysa A.S.’ye karşı duyduğu empatiyi aslında kendine karşı duyduklarını gizlemenin bir yolu olarak anlatıyor. A.S.’nin ve diğer devrimcilerin naifliğinin farkında. Ama sanki tek taraflı farkında, yani diğerini naif gören (naifliği diğerine yakıştırmasının altında yatan dürtü kendini bağışlayan olarak yetkili kılmak, kendini böylelikle üstün görmek) M. Eymür bir adım daha atsa kendini de naif görecek. Ama yapmıyor, kötülük sanki hep öte tarafta bir yerdeymiş gibi ve kendisi de bunun farkında olanların tarafındaymış gibi davranıyor:

“Nerede tezgâhlandığı belli olmayan büyük oyunlar içinde, kendilerinin de büyük olduğunu zannederek kullanılan zavallı küçük insanlar…”


A.S. birçok yoldaşının yerini ihbar ediyor, hatta evin içini gösteren krokiler çiziyor. Bunu da arkadaşlarının çatışma çıkıp ölmemesi için yapıyor. Gerçekten de fiilen yaptığı bu. M. Eymür’ün söylediğine göre birçok devrimci, çatışmada ölmekten A.S.’nin ayrıntı vermesi sayesinde kurtuluyor, sağ salim yakalanıyor. 


Ama A.S. suçluluk da duyuyor:

“Benden başka adam yok mu? Hep bana söyletiyorsunuz. Beni hain haline getirdiniz.”

Buna karşı M. Eymür’ün aşağıda söyledikleri çok tuhaf, çok samimi, çok ironik ve çok naif. İçinde özlem de var. Hepsi bir arada, işin içinden çıkamadım. Buyrun:

“Bugün hayatta olan birçok insan yaşamlarını A.S.’nin bu zoraki hainliğine borçludurlar. İnşallah onunla ilgili bu samimi ifadelerim ona hak etmediği yakıştırmalar yapmazlar. Aradan geçen bunca zamandan sonra onun o tarihlerde arzuladığı gibi yurdun bir köşesindeki bakkal dükkanında sakin ve mutlu bir hayat geçiriyor olmasını temenni ederim.” (Dil yanlışlarına karışmıyorum)



Bana tarih nedir diye sorarsanız zamanı ne kadar eskiye götürdüğüne bağlı olarak insanı naif görme bakışıdır derim. Edebiyat nedir diye sorarsanız insanı tam da şimdiki zamanda naif görme sanatıdır derim.




11 Kasım 2019 Pazartesi

Ritüel Sesler




Bir ritüelin ilk nedeniyle (kökeni) onu sürdürme nedeni birbirinden farklıdır.

Önceki gün Tarlabaşı otobüs durağından Taksim’e çıktığımda akşam ezanı okunuyordu. Her zamankinden daha güçlü bir sesle. Yeri göğü inletiyordu mübarek. Yeni yapılmakta olan meydan camisine yaklaştıkça sesin dozajı yükseldi. Meğer cami bitmeden hoparlör faaliyete geçmiş.

Kutsal hoparlör.

Hz hoparlörü saygıyla selamlıyorum.

Müezzinin köklediği hoparlörün sesiyle aşağıdaki kalabalık arasında hem garip bir ilgisizlik hem de göbekten bir bağ var desem. Herkes kendi halinde; kalabalığın akışı sesle kesintiye uğramıyor, gülenler yine gülüyor, koşturanlar yine koşturuyor, heykelin önünde randevulaşanlar birbirine sarılıyor. Göz sesin kaynağına (şerefeye) yönelmiyor. Öte yandan tarihinde ilk kez bu kadar Ortadoğuluyu bir araya toplayan Taksim, yüksek sesli ezanla herkese kısa, yapıntı bir aidiyet de yaşatıyor: Siz benim tebaamsınız, hepinizi döverim sesi. Yalnız ‘Hayye ale’s-salâh’ın nakaratında ses detone oldu, ses derken hoparlörü kastediyorum…

Dönüşte de yatsı ezanına yakalandım iyi mi. Şans.


Dün sabah 10 Kasım için okula gitmeye hazırlanırken uzaktan gelen bir bas gitar sesi evin duvarında sancıdı. Sancımayı duvara sıkışmış başsız bir yılan vücudunun kıvranışı olarak hayal edin. Ses uzadıkça uzuyor, bir kadın sesi de arada ona eşlik ederek uluyor. Ne oluyoruz dedim, saate baktım dokuzu beş geçeye daha elli dakika var. Balkon kapısını açtım, ses Özgürlük Parkı’ndan geliyor, herhalde Atatürk’ün sevdiği şarkılardan birini çalıyorlar. Çalın tabi de bunu neden kalk borusu gibi çalıyorsunuz? Çocuk var, hasta var, yaşlı var… ben de varım… Acaba yüksek ses bu ülkede bir ontoloji sorunu mu? Asıl biz varız, siz sese maruz kalanlar, ancak dinleyerek (ya da en azından işitmiş olarak) varsınız gibi.

Okullarda saygı duruşuna ister istemez beş dakika önceden başlanır, öğrenciyi bir arada tutmak için bu gereklidir. Bekliyorum, insanlara bakıyorum; en sonunda bakacak bir yer buldum, okulun arkasında rezidansın bilmem kaçıncı katında, balkona çıkmış çekirdek bir aile görüyorum, pijamalarıyla... huzur pijamada.

Peki siz bir dakikalık saygı duruşunun tarihçesini biliyor musunuz?..

Serde az buçuk tarihçilik var ama benim asıl ilgi alanım antropoloji. Saygı duruşunun nerede ve ne zaman başladığı da önemli tabi. Önce ondan söz edeyim: Çok değil yaklaşık 100 yıl önce ilk saygı duruşu 1912 yılının Şubat ayında Portekiz’de gerçekleşmiş. Portekiz senatosu Brezilya'nın Rio Branco baronu olan müteveffa José Maria da Silva Paranhos Júnior'a 10 dakikalık bir sessizlikle saygıda bulunmuş. Aynı yıl Titanik faciasında ölenleri onurlandırmak için insanlar Amerika’nın her yerinde sessiz saygı duruşunda bulunmuşlar… On dakika, iki dakika ve en sonunda bir dakika. Bu bir dakika, adı bir dakika olmasına rağmen 10 Kasım dışında aşına aşına fiilen yarım dakikaya kadar düştü. 1 dakika olan adına dokunmadığın sürece sorun yok.

Ve şimdi antropolojiye geçiyorum: Saygı duruşu ölmekte olanla eş zamanlı yaşanamayan tanıklığı şimdiki zamana taşıyan bir şey. Onurlandırmak; öleni düşünmek, sessiz tefekkür anlamına geliyor. Burada sessizlik esas, tefekkür herkesin kendine kalmış.

1. Dünya Savaşı’nda birbirine seslenecek kadar yakın cephelerde savaşan birliklerin ölülerini gömmek ve yaralılarını sevk etmek için kendi aralarında kısa ateşkesler ilan etmeleri saygı duruşuna başka bir yön vermiş. Haliyle bu ateşkes sırasında top ve tüfekler susar garip bir sessizlik olurdu. Ateşkesin sağladığı sessizlik dünyanın doğal hali değil de insanların imal ettiği bir şeydi sanki, cenazeler defnedildikten sonra ister istemez bir dakikalık saygı duruşunun da atmosferi. Sanki insan olmak için verilen kısa bir mola… ama absürt bir biçimde. Zaten antropolojide bir ritüel ancak absürt olduğu için tutar. Derken komutanın sesi: Hadi mola bitti bam güme devam… Yukarıda 1. Dünya Savaşı bittikten sonra Londra halkının ölenler için düzenlediği saygı duruşu törenini görüyoruz. Sonra bu tören bütün dünyada evrenselleşti. Garip olan da bu; evrensel ama her topluluk kendi yerelliğini yine bu ritüelle üretiyor.

Derken siren sesi, tam arkada hoparlör kulağımı deliyor. Adı sessiz saygı duruşu olmasına rağmen sessiz değil. Bu bir dakikalık saygı duruşuna siren sesi ne zaman ilave edildi acaba?.. Müziği hangi makamda?

Ama sirenin başka bir işlevi var. Sireni komik dizi filmlerde seyirciye rehberlik eden gülme efektinin trajik hali gibi düşünün; siren herkesin yerine uzun uzun ağlar. Bir duygu benzeşmesidir bu, salt eşzamanlılığa dayanan, sirenin bitimine kadar kulakla takip edilen tuhaf bir yas illüzyonu. Hazırolda, kıpırtısızca ve yüzde yas mimiğiyle duruş kolay değildir. Sirenin eşlik ettiği işitme meşguliyetine dönüşen bu duruş insanları olası bedensel gaflarından alıkoyar, sesin ulaştığı her yer bir yas mekânı haline gelir... Yine de ironik... bu toplumda bir dakikalık sessizlik için bile daha üst bir sesin gerekiyor olması yani. Siren yas sesi değil, size yas tutmayı emrediyorumun sesidir.


Sirenin tarihçesini biliyor musunuz?.. Neyse uzattım...







3 Kasım 2019 Pazar

Öğretmenlere Beyaz Önlük




“1 milyon öğretmen 1 milyon fikir” projesinden çıka çıka beyaz önlük fikri çıkmış.

Bu söz kalıp olarak Mao’nun meşhur Kızıl Kitap’ındaki ‘Yüz çiçek açsın bin fikir yarışsın’ mottosunu hatırlatıyor. Oradan da çıka çıka sadece Maoculuk çıkmıştı.

‘Bakan Selçuk, bir yıldır "1 milyon öğretmen 1 milyon fikir" projesiyle ilgilendiklerine işaret ederek, inanılmaz sayıda öğretmenin kıyafetlerle ilgili geri bildirimlerde bulunduğunu, bazı öneriler ortaya koyduğunu ve bu öneriler içerisinde de önlük konusunun çok fazla yer aldığını anlattı.’ (Anadolu Ajansı)

Haberin müjde gibi sunulması cabası. Önlük okullarda bedava dağıtılacakmış. İstanbul’u pilot bölge olarak seçmişler, seçilen birkaç okulda da bu yıl uygulamaya geçilecekmiş. Ama gönüllülük esasmış, isteyen öğretmen giyecek istemeyen giymeyecekmiş.

Önce işin ‘bedava’ kısmına değineyim. Öğretmenler ‘bedava’yı çok sevseler de hiçbir şey bedava değildir. Önlükler Türkiye'nin uluslararası moda markalarından Dice Kayek'in sahibi Ayşe ve Ece Ege tarafından tasarlanmış, önlüklerin üretimi ise LC Waikiki firması “gönüllü” yapacakmış. Burada ikinci kez “gönüllü” lafının geçmesi ilginç tabi. Seçimle arzuyu birleştiriyor. Birincide öğretmenler için gönüllülük zorunluluğu gizlerken, ikincide firma için gönüllülük fedakârlığı öne çıkararak ekonomik çıkarı gizliyor. Diyelim LC Waikiki bu işten hiç para almayacak. Bu yine de bedava sayılmazdı. Hedef kitlesi çocuk ve yeniyetme olan bir firmanın logosunu önlüğünde taşıyan öğretmeni hedef kitlesinin tam da yeri olan okullarda  bir reklam panosuna dönüştürmesi az şey değil. Ayrıca bu bağış belki de vergiden düşüyordur, bilemem yani. 
 
Öğretmenler eskiden beri önlük giyerler. Kıyafet zorunluluğunun olduğu dönemlerde (yasa devam etse de fiilen bu zorunluluk artık yok), şık giyinen öğretmenler için önlüğün sınıfın bulaşıcı kirinden (tebeşir, boya vb) koruyucu vasfı daha önemliydi. Bu sırada önlüğün şık giysiyi gizlemesi ile koruması arasında bir çelişki olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Önlüğün koruyucu olması zaten altındaki şık giysiyi ihbar ediyordu. Göstergebilimin terimleriyle söyleyelim; önlük hem gösteren hem de gösterilen burada.

Bakan Ziya Selçuk ise önlük kendi başına bir gösterge olsun istiyor. Şöyle diyor: "Öğretmenimizin duruşu, hitabeti ve kıyafeti bize başka bir anlam yüklüyor. Başka bir çağrışım yüklüyor. Önlük aslında sadece bir kıyafet değil, ustalığın simgesi. Olmuşluğun, muktedirliğin, muvaffakiyetin simgesi. İşe başlamış olmanın, çalışıyor olmanın, kolları sıvamanın, karşıdan görüldüğünde sorunları çözecek olan kişinin geliyor olduğunun, 'Ben buradayım, bilgimle, tecrübemle, yeteneklerimle buradayım.' demenin bir temsilidir. Aslında, mesleğin güçlü temsilidir."

Simge sihirli bir şey. Hatta sihrin ta kendisi: Sihirli önlük. Gösterge sadece sizin ne olduğunuzu göstermiyor, sizi göstergeye uygun bir şekilde dizayn da ediyor. Sihirli önlüğü giyiyorsunuz önlük size gerekli ustalığı, hitabeti (burada konuşma sanatını değil, lafı dinlenecek kişi telkinini anlayın), muktedirliği vb veriyor. Önlükle mücehhez oluyorsunuz. Önlük koruyucu giysi olmaktan çıkıyor, bir statüyle seviye atlıyor. Öğretmenler hep itibarsızlıktan söz eder ya, Bakan Selçuk önlüğe düzdüğü övgüyle aranan itibarı bulmuş gibi. 

Acaba öyle mi?

Tektip giysi tektip oluşundan değil, üstünüzde size emir verip bak sadece bunu giyeceksin diyen biri olduğu için tektiptir. Giysinin insanları tektipleştirmesi tam da bu yüzden gerçekleşir. Mahkûmlar tektip elbiseyi mahkûm oldukları belli olsun diye giymezler, zaten mahkûm oldukları, bu giysiyi normal hayatlarında asla giymeyi istemedikleri için; tektip elbise cezanın ta kendisi olduğu için giyerler. Hadi kabul edeyim mahkûm örneği biraz aşırıya kaçtı. Anlatmak istediğim tektip giysinin ister istemez tektip düşünceyle ortaya çıkan koşutluğu. Bak sen bunu giy de öğretmen olduğun anlaşılsın diyen bir telkin karşısında öğretmenlerin suspus halleri… tam da bu sünepelik tektipleştirir. Önlüğün propagandasını yapan bir bakan bunu öğretmenlerin gönüllü seçimine bıraksa da tektipleştirmeyi kafasına koymuş demektir. Nitekim pilot seçilen okullarda bu uygulama muhtemelen bir zorunlulukla gerçekleşecek.

Aşağıda 1900 yıllarından bir New York fotoğrafı. Tüm erkeklerin başında şapka var. Oysa o yıllarda şapka takmayı zorunlu kılan bir yasa yok. İnsanların bu tektipleşme eğilimi neden? Ama o dönemde şapka tıpkı pantolon gibi adaba göre giyilmesi gereken bir şeydi. Gözlem yeteneğimizi şapkaların tek tip olup olmadıklarında yoğunlaştırırsak farkı takip edebiliriz. Asıl soru 1920’lerden sonra şapkanın yavaş yavaş günlük hayattan neden çekildiği. En bariz neden kapalı araçların yaygınlaşması; otomobillerin basık tavanları şapka takmayı imkânsız kılıyordu. Otomobil üst sınıfların sahip olduğu araçlar olduğu için diğer insanlar da sonradan onların şapkasızlığını taklit ettiler. Diğer bir neden II. Dünya Savaşı’ndan sonra askerde şapka takma zorunluluğuna tepki olarak insanların sivil hayatta şapkadan vazgeçmesi.


Asıl soru öğretmenlerin önlüğü zamanla neden terk ettiği. Tebeşir tahtaları kalktı. Öğretmenler akıllı tahta, bilgisayar, projeksiyon kullanıyorlar. Soba yakmıyorlar. Önlük bir iş görmenin alameti olmaktan yavaş yavaş çıktı.

Bunun yanında Türkiye’de Kılık Kıyafet Yönetmeliğinin türbanla delinmesinin öğretmen kıyafetinin demokratikleşmesine gayri ihtiyari bir katkısı da oldu. Takım elbise ve kravat sektörü zafiyete uğradı. Tıraş bıçağı sektörü de. Öğretmenlerin genel itibarsızlığı bizzat öğretmen tarafından kontrol edilebilir hale geldi: Varsın kıyafetimle ve sinek kaydı tıraşımla öğretmen olduğum anlaşılmasın tavrının sistemi içten içe iğnelemesiyle. Galiba iktidar bunlar artık çok oldu demeye getiriyor.  Sayın Bakan  türbana karşı serbest kıyafetin bozduğu müesses nizamı önlüğün yeniden düzenleyeceğine inanıyor olmalı. 




Yazıdan sonra Bağdat Caddesi’ne indim. Kâğıt toplama arabasıyla Göztepe durağından karşıya geçmeye çalışan esmer adamı gözlerimle takip ettim. Her iki kulağında da kulaklık vardı.  Karşıya geçince çöp kovasının yanında duran kolileri açıp çuvalının içine koydu, gözü hep benim tarafımdaydı, sanki birine bakınıyordu. Baktığı tarafa ben de baktım, solumda bir kâğıt arabası daha. Karşıdaki adam gülerek el sallayınca solumdaki kâğıt toplama arabasının sahibinin geldiğini ve onun da el salladığını gördüm. Her ikisi de bu karşılaşmadan sevinçliydi. Yeni gelen adam da –biraz daha uzun boyluydu- karşıya geçti,  onun da bir kulağında kulaklık vardı,  kısa olanın baktığı çöp kovasına bir kez de o baktı. Sonra gidip arkadaşının yanına, çiçek tarhına oturdu. Gülüştüler, birbirlerinin omuzlarına dokundular, birer sigara yaktılar. Samimiydiler. Karşıya geçtim. Yanlarına gittim, eğilerek… bu eğilmede alçakgönüllülüğümü abartmış olabilirim:

“Türkçe konuşuyor musunuz?”

“Türkçe?.. Evet konuşuyoruz.”

“Özür dilerim, sadece merak ettiğim için soruyorum, neden kulaklık takıyorsunuz?” Bunu söylerken kulağımı işaret ettim.

“Kulaklık?” İkisi de kulağını işaret ederek söyledi bunu. “Biz çalışıyoruz, meşgulüz ya; birisi ararsa duymuyoruz, o yüzden takıyoruz.”

“Yaa!” dedim. Ama sahte bir şaşkınlıktı benimkisi. Yine de duymak istediğimi duymuştum. ‘Meşgul’ sözcüğü doğruydu ama başka bir bağlamda. Kulaklık onların duyma meşguliyetini  dış dünyaya kapatmak için savunmaydı: Aşağılanmaya, itilip kakılmaya, kötü söze karşı onlara kendi halindelik veriyordu.

Buralarda çöp toplayıcılar hep Suriyeli ve neredeyse hepsi kulaklık takıyor. Bu yine de tektipleşme sayılmaz. Tam tersine Suriyelilere karşı nefretleriyle tektipleşenler bu yaftayı daha çok hak ediyor…



Ben gönüllülük hakkımı kullanacağım, önlük falan giymeyeceğim...




27 Ekim 2019 Pazar

Güven, İtimat ve Bitcoin






İngilizcede trust ve confidence sözcüklerinin Türkçe karşılığı ‘güven’. Ama İngilizcede her iki sözcük arasında ayrım yapılabiliyor. Öyle de olsa bu iki sözcüğün birbiri içinde erimeyeceği net iki tanımı yok, muğlak. Güzel olan tarafı da burada, bu muğlaklık insana özgürlük veriyor. İki ayrı sözcükle düşünmeye başladığımda her iki sözcüğün dünyayı farklı algılama biçimleriyle kendi günlük kullanımlarından sıyrıldığını gördüm. Bir deneyin derim; sözcük, ister istemez kavram olmaya terfi ediyor.

Vaktiyle bu ayrımı misafir kaldığım bir evde okuduğum bir çeviri kitapta görmüştüm, sonra bu kitabı satın almaya kalktım. Meğer kitabın adını yanlış hatırlıyormuşum. Bu yanlış hatırlama yüzünden kitabın gerçek adını hepten unuttum. Sanıyorum ilgili kitapta trust: güven, confidence: itimat sözcükleriyle karşılanmıştı (ama emin değilim tersi de olabilir, aradan yirmi dört yıl geçti).

Güven sözcüğü daha çok psikolojik; bir kişi veya kişilerle duygusal yanı ağır basan ikili ilişkilere dayanır. İtimat sözcüğü ise daha çok nesnel kriterlerle belirlenir, bir firmaya itimat edersiniz. Eğer Arçelik buzdolabı aldınız ve bozuk çıktıysa bunun firma tarafından değiştirileceğini bilirsiniz. Ama aynı firmada çalışan Rıfkı’nın bile bile size bunu satmış olduğunu düşünseniz ve Rıfkı artık güvenilmez birisi deseniz bile bu durum Arçelik’e olan itimadınızı ortadan kaldırmaz. Doktora itimat edersiniz, ama size doktor tavsiyesi veren arkadaşınıza güvenirsiniz falan… Kitap iki sözcük arasında ayrımı benzer örnekle açıklıyordu.

İtimat duygusu bir icat, poliçenin icadıyla başlıyor.

Güven duygusu garip biçimde birini öyle olmaya zorlama yeteneği aynı zamanda. Yani ben sana güvenerek seni belirli bir konumda bulunmak üzere sabitliyorum. Senin öyle olup olmamanı güven duygumla denetliyorum. Güven şüphenin enerjisini en aza indiren bir tasarruf aslında. İtimat ise sosyal tasarrufla bu yolu daha da kısaltıyor. 

Piyasanın yeni para birimi hem de emtiası olan BİTCOİN'in yükselişi üzerine düşünürken bu iki sözcüğü de yeniden düşünmek farz oldu. İnsanın absürt ve rasyonel varoluşunun birbiriyle ilişkisini düşünmek buna eşlik etmese olmaz…

Tanrım bana uzun ömür ver…




31 Ağustos 2019 Cumartesi

Bir İnsan Hakları Sorunu Olarak Parfüm



                               resim: pierre amédée marcel-béronneau


KOKU


Klima çalışıyor ama yetmiyor... Antalya aşırı parfüm kokuyor, dedi.

Klimayla parfüm bağlantısını anlayamadım, dedim.

İnsanların olduğu her yer parfüm kokuyor dedi, yüzünü buruşturdu.

Biliyor musun dedim, yüzünü buruşturman çok kadınsı.

 Nasıl, dedi zaten kadın değil miyim?

Parfümün kokusundan çok ucuzluğuna saldırı, dedim, bir kadın diğer kadının parfümünün kokusunu aldığında ilk tepkisi kokunun kendisi değil, parfümünün markasıdır. Markadan kastım parfümün pahalı mı ucuz mu olduğu. Eğer kadın güzel ama parfümü ucuzsa… bu gözlem seni rahatlatıyor…

Bir kahkaha attı (orta kapının önünde demire tutunmuş bir kadın bize döndü). Gözlemin ilk aşamaları dürtüden beslenir, dedi, gerçek gözlem için ilk aşamayı elemek gerekir, hadi ikinci aşamaya geçelim.  

Biraz duraksadım. Acaba  sürülen koku kadar havanın sıcaklığı da etken olabilir mi, dedim. Sıcak ve aşırı buharlaşma yüzünden; nihayetinde aşırı buharlaşma kokuyu birden yayıp tükettiği için parfüm yeniden sürülüyordur.  Bu durumda aşırı parfüm kokunun nedeni değil, döngüsü sayılabilir.

Belki dedi.

Bir de dedim parfümde bulunan alkolün serinletici etkisi bir yanılsama yaratıyor olmalı.

Ben sana başka bir yanılsama söyleyeyim dedi, insanlar genellikle deodarantla parfüm arasındaki farkı bilmezler, sanıyorum sen de aynı… dur sözümü kesme, bilenler de en önemli farkın işlevsel olduğunu sanırlar, deodarant kötü kokuyu yok etmek için, parfümse güzel kokmak için falan... işin aslı hiç böyle değil, doğrusu biri göze batmamak için sıkılır, diğeri öne çıkmak için sürülür… koltuk altına sıkarsın, atardamarlara sürersin (bilek ve boyun gibi)... oysa devamı var: güzel koku denilen rayiha bizim koku duyarlılığımızı mahvetti, temiz havayı yavan bir kokusuzluk olarak algılamamıza yol açtı... biz bir başka şehirden geliyoruz, burnumuz o şehrin ortalama kokusuna alışkın; diyelim şimdiki gibi böyle kalabalık bir otobüsteyiz ve otobüsün içi alışkın olduğumuz koku düzeyini aşmış bir parfüm istilası altında, ister istemez kokunun kaynağının makyajı en yoğun kadınlar, ya da boynunda zincir taşıyan efemine erkekler olduğu zehabına kapılırız. İlk gözlem hatası. Oysa parfüm kokusu herkesten gelebilir. Bir çocuktan bile. Bilir misin babalarının annelerinin parfümünü kullanmak çocukların en kolay işledikleri kabahattir. Asıl soru suni rayihaların hayatımızda neden bu kadar yaygınlaştığı. Kötü kokular yüzünden mi? Evet başlangıçta belki sebep  buydu, ama artık değil. Artık sanki rayihanın yokluğu kötü koku anlamına geliyor. Rayiha kendi kötü kokusunu yarattı. Bana kalırsa parfüm bir bağımlılık... uyuşturucu gibi. Mesela bali bağımlılığı gibi. Varoş çocukları kötü koku yayan bakteriyel ortamlarda yetiştikleri için bali, tiner gibi antiseptik kokuların cazibesine kolay kapılırlar. Koku kendi sınıfsal kökenini terk etmek için yanlış bir algı doğurur. Tiksintiyle gelir. Bu tiksintiyi kendi alt sınıf kökeninden nefretin metaforu olarak düşün. 

Tam klimanın altındaydım, serin esinti değişik parfümleri karıştırıp kokteyl halinde ciğerlerime dolduruyordu. Kaçış yok. Parfümün bir insan hakları sorunu olduğu hiç aklına geldi mi diye sordum. Nasıl dedi. Biri parfüm sürüyor ve sen kokluyorsun. Teklifsiz, patavatsız bir şey. Bir koku eşiğinden kaçsan diğerine yakalanıyorsun, illa sana bulaşıyor. Demek istediğim hele böyle sıkış tıkış bir belediye otobüsündeysen tamamen korunmasızsın...  Orhan Gencebay’ın oynadığı Rexona reklamının başka bir versiyonunu düşün. Bu reklamı çekenler belli ki bir ikilemde kalmışlar; genelde deodarant kullanmayan insanımızın halini göz önüne alarak markalar üstü didaktik bir dil ve öte yandan reklamın bu zaafını gidermek için aleni olarak söylenmesi gereken marka ismini mahremiyetten (kulağa fısıldama) elde etmek arasında. Zekice.

Çözüm değil, ikilem zekice, dedi.

(…) Ama dediğim gibi reklamın ağırlıklı tarafı didaktik özendirme üzerine kurulu. Şimdi reklamın olası başka bir versiyonuna geliyorum: Bu kez koltuk altına deodarant sıkmış ama deodarant ter kokusuna karıştığı için kötü kokan kızcağıza duş yetmez yerine ucuz deodarant yetmez rexona kullan diyen bir Orhan Gencebay… Bunun sonu yok… Parfüm ya da deodarant bir koku totalitarizmi yaratıyor. Tüm dünyada kokunun globelleşmesi… düşünelim bunu.

Tamam dedi.

Otobüs Terracity (Antalya’nın en büyük avm’lerinden) durağında yolcuların yarısını indirdi, koku seyreldi.


CUMA NAMAZI

Lara’da bir caminin civarında cuma namazı için park etmiş araba kalabalığı. Her yer araba. Dağılma sırasında oradaydım ama gözlemem gereken husus şimdi aklıma geldi. Arabalar sürücülerden başka kaç kişi almıştı? Bu soru şunun için önemli: Acaba cuma namazı diye bir hediye çeşidinden söz edebilir miyiz? Gel sana bir cuma namazı ısmarlayayım gibi... Daha önce defalarca gördüm, caminin cuma dışında çok az cemaati var, taş çatlasa beş kişi. Cuma namazına sekülerleşme açısından bir de şöyle bakalım: müminleri günde beş vakit namazdan kurtaran bir tür telâfi namazı; kaza namazı. Hıristiyanların Pazar sabahı ibadetinin muadili. Kalabalığa karışmak hem görünmeyi hem de kamuflajı sağlıyor. Kamuflajı ibadetsiz geçen altı günü gizleyen görünme biçimi olarak düşünün.


SEÇİM

Kadınlar beni nezaketle dürüstlük arasında bir seçim yapmaya zorladılar hep.



UTANÇ

Bir konu hakkında söyleyecek bir şeyi olmamak onu utandırıyordu, bu yüzden konu değiştirme uzmanı olmuştu.


GALATAPORT’UN AÇILIŞI

Galataport’un lansmanıyla ilgili toplantıda konuşan Doğuş Holding başkanı Ferit Şahenk’i dinledim. Karaköy’ün bin iki yüz metrelik sahil şeridi 200 yıldır yaya trafiğine kapalıymış. Kapalı olduğu malûmdu da iki yüz yıl bayağı uzunmuş. Nisan 2020’de yaya trafiğine açılacakmış. Sevindim, güzel dedim, öte baş beri baş gezmeye bir yerim daha oldu. Şahenk Bey bir yığın teknik ayrıntı verdi, dünyada ilk defa yerin altında pasaport kontrollerinin yapılacağı bir terminal dedi, üç metrelik bariyer dedi. Yalnız gemi limana indiği sırada terminale inmek için sadece turistler sahil şeridini kullanacaklarmış, halk için yol yaya geçişine yine kapatılacakmış. Ancak gemi limandan ayrılınca yeniden açılacakmış. Hayalimde öte baş beri baş gezmeye başlamışken burada zınk diye durdum. Göstergenin büyüklüğüne bakın, gemi var yürüyemezsin, gemi yok yürüyebilirsin. Ta Kadıköy Rıhtımı’ndan görürüm ben bunu. Reddedilmeden  vaziyet almak. Teknoloji, paralı turisti yerli halktan koruma ilişkisini yumuşakça değiştiriyor, ikisini birbirine göstermeyerek. Bir zamanlar Esenboğa Havalimanı'ndan şehir içine hareket eden yabancı diplomatların görüş alanlarını kapatmak için yol boyu yapılmış gecekonduların önüne sıralı paravanlar konmuştu. Hayır hayır bu analoji demek istediğime yakın durmadı. Başka bir şey var. Daha sosyolojik bir şey. Ne? Nisan 2020’yi bekliyorum…




19 Temmuz 2019 Cuma

Don Juan'ın Evrimi









Bende Don Juan merakı Peter Handke’nin aynı adlı romanıyla başladı. Sonra işi azıttım, okuma maceramı Moliere'ın, Lord Byron'ın, Kierkegaard'ın, Apollinaire'in ilgili kitaplarıyla sürdürdüm. Ne yapayım huy…  Son okuduğum kitap olan Persli Don Juan(1) diğerlerinden farklıydı, Don Juan adının verdiği çağrışımı karşılamıyordu. 16. yüzyılda sonradan Katolik olmuş İranlı bir Şii’nin kendi dönemini anlattığı bir tarih kitabı. Sonlara doğru gezi notları. Aslında etnoloji çalışmalarının tersinden ilk örneklerinden diyebilirim. Tersinden çünkü anlatıcı Doğulu biri. Ama Katolik olunca kendisine Don Juan adı (gerçek adı Uruç Reis) verilmesi, bunun henüz edebiyat tiplemesi Don Juan ortalarda yokken(2) olması bana ilginç geldi.



Don Juan dışarıdan bir adlandırmaydı. İspanyollar acaba neden Don Juan adı vermişlerdi ona? Yerelleştirmek için verilen bu ad aynı zamanda yerlinin dönmeyle arasına koyduğu bir mesafe anlamına da gelebilir miydi? Tabi günümüzde böyle bir kitabın yayınlanmasının bir İranlı nezdinde asıl Don Juan’ı biz icat ettik gibi gizli, gurur verici bir saiki olabilir. Bir dincinin mikrobu Akşemsettin buldu demesi gibi. Bu kitabın bizim cenahta başka bir versiyonu daha var: Azerbaycanlı Don Juan, yazarı Elçin Hüseyinbeyli. Meğer Persli Don Juan'ın annesi İspanya'dan korsan Türklerin esir alıp bir Yahudiye sattığı Himena adında Valencialı bir kızmış. Sonra Yahudi de esir kızı bir Persli sultana satmış. Sultan kızı muta nikahıyla karısı yapmış ve ona Zeynep adını vermiş. İşte Zeynep'in oğlu Uruç Bey annesi Himena'nın katettiği yolu tersinden giderek İspanya'da Don Juan oluyor.    Don Juan adının kitabın albenisini artıran bir vaat olduğu belli. Tabi sahte bir vaat. Ya antropolog Carlos Castenada’nın Kızılderili Don Juan serisine ne demeli?


Albert Camus’nun söylediği Donjuanizmi (3), Don Juan’ın karakter özelliği olarak değil, tarihte bu kadar çok versiyonu yaratılan (bir yerde beşyüz küsür olduğunu okumuştum) bu edebi tiplemenin bolluğu olarak da düşünmek gerekir. Edebiyatta (hatta Mozart’la müzikte) nedir bu Don Juan bolluğu?

Adlandırmayla ilgili bir şey daha söylemeliyim. Edebi bir tiplemeyi yaşayan bir ad haline getiren şey illaki birilerine bu adın yakıştırılması değildir. Yakıştırmanın ilgili davranışlara biçilmiş kaftan olması önemli olsa da, Don Juan tabirinin horlama ya da yüceltme işlevi daha sonra gelir. Orijinal bir Don Juan (edebiyatta), Don Juan tabirine maruz kalan erkeği bir taklitçiye çevirir. Ve taklitçinin her zaman normale dönme imkânı vardır.   (Don Kişot’ta durum biraz farklıdır; Don Kişot zaten asil bir şövalyenin taklididir, Don Kişot tabiriyle yaftalanan biri taklidin taklidi olarak  alaya alındığını bilir.)


Don Juan’ın tarihçesini araştırırken Moliere’in aynı adlı kitabının gerçekte Don Juan değil Dom Juan olduğunu  öğrendim. Belli ki Moliere harfle oynamış İspanyolca ünvanı çarpıtarak çapkın kahramanını hicvetmek istemiş. Acaba çarpıtmaya gerek olmadan da dönemin İspanyolcasında bu terkip adın zaten gülünç bir tınısı mı vardı? Juan'ın etimolojik kökeni Yuhanna Tanrı’nın adlarından biri, Tanrı’nın her iki cinsiyete de göz kırpan zarafetini ifade ediyor. Kabul edelim ki biseksüel bir Tanrı, cinsiyetsiz bir Tanrı’dan daha çekici. İspanyolcada Juan’ın dişi hali Juana ya da Juanita. Don Juan yazarlarının Don Juan’ı daha baştan adının bu biseksüel çağrışımıyla teşhir etmeleri ve cezalandırmaları akla yatkın geliyor. Öte yandan 'don' unvanının seküler eğretiliği sanki İspanyol asil sınıfıyla bir oksimoron oluşturuyor, sonradan görmeliğe vurgu yapıyor gibi...


Bana kalsa okuduğum bütün Don Juan kitaplarında karakterin baskın ruh halinin zamparalık değil, gezginlik olduğunu söylerdim… Biseksüel doğuştan gezgindir, onun için gezmek yeni yerler görmek değil, olduğu gibi kabul göreceği ya da kendini gizleyeceği yerler aramaktır: kronik gezme hali… Biliyorum adı zamparaya çıkmış biri için garip bir tespit. Soru şu: Don Juan için kadın gezginliğin meyvesi mi, yoksa gezginlik bir kadından diğer kadına gitmenin kendisi mi? Bak hâlâ kadın diyorum, Don Juan'ın kadın düşkünlüğü yoksa bir kamuflaj mı?

Don Juan’ın ilk yaratıcısı kabul edilen Tirso de Molina eserinde Don Juan'ı baştan çıkarıcı iki vasfıyla tanıtıyor: dil ve tebdili kıyafetle. Bu iki vasıf Şeytan’ın yeryüzündeki sureti olmaya yetiyor. Ama Şeytan için dil ve tebdili kıyafet (aldatma olarak)  arzunun kendisiyken, sureti Don Juan için araç. Bu farkı nasıl anlamalıyız? Önce benzerlik: Şeytan ve sureti Don Juan kadını baştan çıkararak suçu üstleniyor. Ama dil ve tebdili kıyafet başka bir şeye de aracı (bu araç asıl aracı olduğu şeyi gizlemesiyle baştan çıkarıcı zaten): kadının o zamana kadar belirti vermeyen uyuklayan arzusunu onu suç ortağı yapmadan ancak böyle bir aldatmayla ortaya çıkardığı için baştan çıkarıcı. Kadın sanki geçici olarak baştan çıkarak deyiş yerindeyse ara bir varoluşta erkeğin semptomu oluyor. Don Juan baştan çıkmış kadının pasif görünümüne halel getirmeden iffetini koruyor!.. Kadın baştan çıkmasına rağmen koruyor. Kadınları baştan çıkarıyor ve iş onların bağlanma talebine gelince yüz çevirip  gidiyor. Gitme hem ayrılma hem de yeni sevgili için yelken açma anlamında.  Aile hayatına ters. Sanki Don Juan’ı yaratanlar  bakın bu adam yalancı, o sizi güzel sözlerle ayartır ama sakın ola ona bel bağlamayın hayal kırıklığına uğrarsınız demek istiyorlar. En azından başlangıçta böyle olduğunu varsayıyorum. Peki Don Juan'ın ilk yazarları bu baştan çıkarıcılıktan kimi haberdar etmek istiyorlar daha çok, kadınları mı erkekleri mi? Önce erkekleri. Çünkü o zamanın tiyatro eserleri tiyatral biçimde yazılıyordu ve eserin manzum biçimi belâgat olarak ayartıcıydı zaten, insanlar uyaklı ölçülü söz dinlemekten hoşlanıyorlardı. Yani Don Juan'ın baştan çıkarıcılığı tiyatronun manzum baştan çıkarıcılığıyla çakışıyordu. Ve tiyatro seyircisi ağırlıklı olarak erkekti. Don Juan muhtemelen başlangıçta yadırganmıştı, avangart bir tipti. Nihayetinde itibarsızdı. Bu itibarsızlığı ikilemin sosyal çözümü olarak görebiliriz. Don Juan ikilemi: Birçok kadınla birlikte olmakla elde ettiği itibar, öte yandan onları yüz üstü bırakmasıyla hayasız. Sosyal çözüm, hikayenin sonunda Don Juan'ın ölerek cezasını bulması. Yazar, onun gibi olursan cezanı bulacaksın demek istiyor genç erkeklere... 

Ölüm Don Juan tiplemesini masumlaştırıyor, izlenebilir hale getiriyor. Ama sorun tam da burada karmaşıklaşıyor. Don Juan ahlaksızlık suçlamalarını yazarı adına üstlenirken (yazarını koruyacak biçimde) ahlaksızlığı bir stereotip olması hasebiyle kendi üzerinden konuşulacak kıvama da taşıyor. Ahlaksızlık şeffaflaşıyor; gizli bir uzlaşma bu. Öyle ya sevmediğiniz bir tipi neden okursunuz, neden izlersiniz? Ahlaksız gördüğünüz şeye katlanma cüretiniz varsa (cüret evet, sabır değil) önyargılarınızla oynamaya başlamışsınız demektir... 

Ama Don Juan'ın kadınlarda bıraktığı aşk izi orta yerde herkesi tedirgin edici biçimde verasetini aramaya devam ediyor.  Lord Byron ne güzel söylemiş bunu: İlk tutkusunda kadın âşığını sever ya/ Sonrakilerin hepsinde Aşk'tır sevdiği...(4)


Lord Byron’ın Don Juan’ı, doğudan batıya giden Persli (ya da Azerbaycanlı) Don Juan’a nazire batıdan doğuya gidiyor. Esir düşünce köle pazarında satılıyor, görünümü işine yarıyor ve hayatta kalıyor: Oğlanımsı yüzü nedeniyle onu erkekten saymamışlardı(5) (Pers versiyonunda ise Don Juan'ın annesi Himena'yı esir alan Türkler onu oğlan çocuğu sanmışlar.) Aslında kadın sanılması kadın kılığına girmesini kolaylaştırıyor. Kadınlarla haremde yaşıyor. Don Juan’ın fiziksel özelliği kadın dünyasına sızmasını sağlayan bir avantaj. Bir de şöyle düşünün: Doğu zaten Batı'dan gelen her şeyi feminen görmeye hazır (Batı'dan gelene yüklediği feminen anlam, yerel haremlik selamlık ilişkisinin ikamesi gibi işler). Bu yüzden Doğu'da, Batı'dan gelen her şeyi (yeniliğin muhtevası olarak) feminenleştirmek Batı'nın tutucu ataerkil reddinden bir nebze daha yüksek olmalı ki kendi erkeksiliği taçlansın. Ama bunu Don Juan'ın savunması olarak da düşünün: Kadınsı bir Don Juan kendini erkeklerin kıskanç hiddetinden koruduğu gibi partneri kadınları da koruyor... Gençti, tığ gibiydi, her kalıba girebilen/ Bir vücudu vardı işte.(6) Don Juan'ın baştan çıkardığı evli Julia'nın hizmetçisi Antonia bir telaş anında efendisine söyler şunları : Siz yaşamınızı yitireceksiniz, ben de işimi ve/ Hanımefendimi, şu kız suratlı genç uğruna(7)...

Yine de amaç feminen bir Don Juan yaratmak değil burada, feminen Don Juan kadınları baştan çıkaran erkeksi bir Don Juan'a gelecek tepkileri baştan yumuşatan bir tedbir, sansüre karşı bir otosansür. Ama otosansürü salt sansürü delmek için yaratılmış bir  ifade biçimi olarak düşünmemek gerekir. Asıl modernist etki kadınların içinde bulunduğu hetoroseksüel baştan çıkma potansiyelleri. Don Juan'ın kadınlardan aldığı zevkin, iffet timsali kadınların Don Juan'dan aldıkları zevkin yanında esamesi bile okunmaz. Don Juan'ın efemine görünümü haz dolu kadınları gizleyen bir otosansür.




Hem unutmayalım Don Juan diye biri yok. Gerçekte Don Juan yazarın kendisi. Don Juan’ın bütün erotizmi yazara ait. Cinsellik üzerinden gelen modernizmin kahramanı Don Juan, bunu bir anti kahramanmış gibi yapmak zorunda. Kadınlara kolay ulaşma becerisiyle erkekleri yaralıyor, kadınları elde edip uzaklaşması ise kadınları. Yazarların evrimi Don Juan’ın evrimini de getiriyor. Ve ekleyelim, Don Juan erkek tarafının bir tiplemesi, erkek tarafı derken erkek bakış açısıyla yaratılmış: Rakip. Bu önemli.







Don Juan’ın bu potansiyelini ilk fark eden Moliere’di (1665)... Burada pilim bitti, aşağıdaki satırları içi doldurulacak ara başlıklar olarak düşünebilirsiniz. Bu yazıyı zaman zaman değiştireceğim, bir gün son noktayı koyarım. Bakalım ne zaman. Tabi yazacak adam lazım.

Don Juan arzularımızı başkalaştıran tarihi bir otosansür…

Erkek yazarlar Don Juan’ı kadınsılaştırarak ondan intikam almışlar. En başta böyle.

Don Juan asıl erkek tarafını yaralamış, kadınlar için ayartıcıyken, erkekler için provokatif.

Don Juan doxalar için provokatif…

Guillaume Apollinaire’nin Genç Don Juan’ını okuyun dediğimi anlayacaksınız...


            (1)   Münasebetler Persli Don Juan, Çev. Hikmet İlhan, Avesta Yay. İst. 2012
            (2)   Don Juan'ın ilk kayıtlı hikâyesini Tirso de Molina yazmış,1620’lerde yayınlanmış.
(3)   Sisifos Söyleni, Albert Camus, Çev. Tahsin Yücel, Can Yay.
(4)   Don Juan, Lord Byron, Çev. Halil Köksel, YKY, İst. 2013, s.144
(5)   Age, s.199
(6)   Age, s. 74
(7)   Age, s.75