Bir ritüelin ilk nedeniyle (kökeni) onu
sürdürme nedeni birbirinden farklıdır.
Önceki gün Tarlabaşı otobüs durağından Taksim’e çıktığımda
akşam ezanı okunuyordu. Her zamankinden daha güçlü bir sesle. Yeri göğü
inletiyordu mübarek. Yeni yapılmakta olan meydan camisine yaklaştıkça sesin
dozajı yükseldi. Meğer cami bitmeden hoparlör faaliyete geçmiş.
Kutsal hoparlör.
Hz hoparlörü saygıyla selamlıyorum.
Müezzinin köklediği hoparlörün sesiyle aşağıdaki kalabalık
arasında hem garip bir ilgisizlik hem de göbekten bir bağ var desem. Herkes
kendi halinde; kalabalığın akışı sesle kesintiye uğramıyor, gülenler yine
gülüyor, koşturanlar yine koşturuyor, heykelin önünde randevulaşanlar birbirine
sarılıyor. Göz sesin kaynağına (şerefeye) yönelmiyor. Öte yandan tarihinde ilk
kez bu kadar Ortadoğuluyu bir araya toplayan Taksim, yüksek sesli ezanla
herkese kısa, yapıntı bir aidiyet de yaşatıyor: Siz benim tebaamsınız, hepinizi
döverim sesi. Yalnız ‘Hayye ale’s-salâh’ın nakaratında ses detone oldu, ses
derken hoparlörü kastediyorum…
Dönüşte de yatsı ezanına yakalandım iyi mi. Şans.
Dün sabah 10 Kasım için okula gitmeye hazırlanırken uzaktan
gelen bir bas gitar sesi evin duvarında sancıdı. Sancımayı duvara sıkışmış
başsız bir yılan vücudunun kıvranışı olarak hayal edin. Ses uzadıkça uzuyor,
bir kadın sesi de arada ona eşlik ederek uluyor. Ne oluyoruz dedim, saate baktım
dokuzu beş geçeye daha elli dakika var. Balkon kapısını açtım, ses Özgürlük
Parkı’ndan geliyor, herhalde Atatürk’ün sevdiği şarkılardan birini çalıyorlar.
Çalın tabi de bunu neden kalk borusu gibi çalıyorsunuz? Çocuk var, hasta var,
yaşlı var… ben de varım… Acaba yüksek ses bu ülkede bir ontoloji sorunu mu?
Asıl biz varız, siz sese maruz kalanlar, ancak dinleyerek (ya da en azından
işitmiş olarak) varsınız gibi.
Okullarda saygı duruşuna ister istemez beş dakika önceden
başlanır, öğrenciyi bir arada tutmak için bu gereklidir. Bekliyorum, insanlara
bakıyorum; en sonunda bakacak bir yer buldum, okulun arkasında rezidansın
bilmem kaçıncı katında, balkona çıkmış çekirdek bir aile görüyorum,
pijamalarıyla... huzur pijamada.
Peki siz bir dakikalık saygı duruşunun tarihçesini biliyor
musunuz?..
Serde az buçuk tarihçilik var ama benim asıl ilgi alanım
antropoloji. Saygı duruşunun nerede ve ne zaman başladığı da önemli tabi. Önce
ondan söz edeyim: Çok değil yaklaşık 100 yıl önce ilk saygı duruşu 1912 yılının
Şubat ayında Portekiz’de gerçekleşmiş. Portekiz senatosu Brezilya'nın Rio
Branco baronu olan müteveffa José Maria da Silva Paranhos Júnior'a 10 dakikalık
bir sessizlikle saygıda bulunmuş. Aynı yıl Titanik faciasında ölenleri
onurlandırmak için insanlar Amerika’nın her yerinde sessiz saygı duruşunda
bulunmuşlar… On dakika, iki dakika ve en sonunda bir dakika. Bu bir dakika, adı
bir dakika olmasına rağmen 10 Kasım dışında aşına aşına fiilen yarım dakikaya
kadar düştü. 1 dakika olan adına dokunmadığın sürece sorun yok.
Ve şimdi antropolojiye geçiyorum: Saygı duruşu ölmekte olanla eş
zamanlı yaşanamayan tanıklığı şimdiki zamana taşıyan bir şey. Onurlandırmak; öleni düşünmek, sessiz tefekkür anlamına geliyor. Burada sessizlik esas,
tefekkür herkesin kendine kalmış.
1. Dünya Savaşı’nda birbirine seslenecek kadar yakın cephelerde
savaşan birliklerin ölülerini gömmek ve yaralılarını sevk etmek için kendi
aralarında kısa ateşkesler ilan etmeleri saygı duruşuna başka bir yön vermiş.
Haliyle bu ateşkes sırasında top ve tüfekler susar garip bir sessizlik olurdu.
Ateşkesin sağladığı sessizlik dünyanın doğal hali değil de insanların imal
ettiği bir şeydi sanki, cenazeler defnedildikten sonra ister istemez bir dakikalık saygı
duruşunun da atmosferi. Sanki insan olmak için verilen kısa bir
mola… ama absürt bir biçimde. Zaten antropolojide bir ritüel ancak absürt
olduğu için tutar. Derken komutanın sesi: Hadi mola bitti bam güme devam… Yukarıda
1. Dünya Savaşı bittikten sonra Londra halkının ölenler için düzenlediği saygı
duruşu törenini görüyoruz. Sonra bu tören bütün dünyada evrenselleşti. Garip olan da bu;
evrensel ama her topluluk kendi yerelliğini yine bu ritüelle üretiyor.
Derken siren sesi, tam arkada hoparlör kulağımı deliyor. Adı
sessiz saygı duruşu olmasına rağmen sessiz değil. Bu bir dakikalık saygı
duruşuna siren sesi ne zaman ilave edildi acaba?.. Müziği hangi makamda?
Ama sirenin başka bir işlevi var. Sireni
komik dizi filmlerde seyirciye rehberlik eden gülme efektinin trajik hali gibi
düşünün; siren herkesin yerine uzun uzun ağlar. Bir duygu benzeşmesidir bu,
salt eşzamanlılığa dayanan, sirenin bitimine kadar kulakla takip edilen tuhaf
bir yas illüzyonu. Hazırolda, kıpırtısızca ve yüzde yas mimiğiyle duruş kolay
değildir. Sirenin eşlik ettiği işitme meşguliyetine dönüşen bu duruş insanları
olası bedensel gaflarından alıkoyar, sesin ulaştığı her yer bir yas mekânı
haline gelir... Yine de ironik... bu toplumda bir dakikalık sessizlik için bile
daha üst bir sesin gerekiyor olması yani. Siren yas sesi değil, size yas tutmayı
emrediyorumun sesidir.
Sirenin tarihçesini biliyor musunuz?.. Neyse uzattım...
Güzel bir uzatma olmuş, seslere karşı (yükseklikle doğru orantılı artan şekilde) benim de huysuzluğum var. Sonunda dağın başına kaçtım, huzur içinde uyuyorum, derken bizim bey "of uyuyamıyorum dalgaların gürültüsünden" demesin? Hakikaten dikkat ettim okyanus gibi evin içi, patlamalar şakırtılar ve ben huzur içindeyim bu gürültüde. O zaman anladım, doğanın sesi ne kadar yüksek olursa olsun, dert değil ama yapay sesler ve özellikle de insan sesi.... Geriyor beni. Çifte standart.
YanıtlaSilTeşekkür ederim, dağ başına imrendim...
YanıtlaSilOn yıl kadar ‘denize bakan bir ev’de yaşadık, dalga ve rüzgar seslerinden müthiş zevk alırdım. Bazı yaz sonu gecelerinde şimşek gürültüleri müthişti. Ama sahile park etmiş bir arabadan gelen müzik bu zevkin içine etmeye yeterdi. Çoğu zaman riski göze alarak arabaların yanına giderdim. Kibarca sesi kısmalarını söylerdim. Her zaman kibarca olmazdı tabi. Her halükârda ses kısılırdı… aradan bir çeyrek saat geçtikten sonra sesi yine açarlardı. Her seferinde aynısı olurdu. Yani aşağı yukarı. Ses önce yavaş yavaş açılır sonra tekrar kısılırdı, gelgit biçimde devam ederdi böyle. Bu gelgiti benden tedirgin oluşlarına yorardım ve bu beni kısmen rahatlatırdı. Sanki deneyle standart bir psikoloji yaratmıştım. Hatta saat bile tuttuğum oldu.
Bir keresinde elinde bira şişesi olan bir adam dalga seslerinden rahatsız olmuyorsun da müziğimden mi rahatsız oluyorsun dedi. Bunun nedenini öğrenmek istiyor musun dedim. Evet dedi. Dalga sesi doğal dedim. Doğal olmasının anlamı şu, kulağımız bu seslerle uyumlu… bu sesler sanki sağır olmadığımızın kanıtı gibi, işitiriz ve sesi kolayca terk ederiz. Doğal sesler ritmik değildir. Yapay sesler ise ritmiktir, kulağımızı esir eder, ondan vazgeçemeyiz; ancak kanıksayabiliriz. Adama baktım, sanıyorum ilk birasını içiyordu ve tatava yapacak birine benzemiyordu, beni dinleyişini samimi buldum ve devam ettim. Ona sesin şiddetinden ve ses aralığından söz ettim… ritmik seslerin vücutta yarattığı rahatsız edici rezonanslardan. Bakın dedim belki de ben misofanik biriyim. Misofanlar sesin ritmini kendi içlerinde bir kısır döngüye dönüştürürler. Demek istediğimi hemen anladı. Böyle olsa bile bu sizin müzik dinlemenizin masum olduğunu göstermez. Çünkü bu müziği bana da dinletiyorsunuz. Sesini açmanızın sebebi dalgaların sesini bastırmak değil başkasının da duyması. Asıl bu keyfilik rahatsız edici dedim. Bu aramızda zorunlu bir ilişki değil…