29 Nisan 2023 Cumartesi

ÇİFT ANLAM

 


Odunları tepeden dönerken gördüm, anayola inince hâlâ aklımdaydı. Fotoğrafını çekmediğim için hayıflandım. Ertesi gün kasabaya tekrar gelince yağmur altında odunlara kadar yürüdüm. İşim neydi? İşte bu fotoğraf o fotoğraf.

 

Umarım uzun uzun bakmazsınız, fotoğrafın sanatsal bir değeri yok, tesadüfen de olsa yok. Gerçi fotoğrafta diğer sanat dallarına göre tesadüfün rolü daha büyüktür. Buradaki tesadüf başka.

 

Fotoğrafta bulduğum şey iki ağacın arasına istif edilmiş odunlar gibi çevreci bir kontrast sunmuyor. Bunu baştan elemiş olayım. Eyvallah.

 

İki ağaç arası boşluk odunların yayılacağı hacmi belirlemiş. Odunlar tek taraftan ağaçlara yaslı ve istifli. İlk dikkatimizi odunların kapladığı alana ya da işgal ettiği yere verelim. Galiba işgal sözcüğü anlatmak istediğime daha uygun.“İşgal” diyorum çünkü burası yola ait, derme çatma da olsa bir yaya kaldırımı var; ve kamunun malı bir bank, oturup eğleşme yeri, artık ne derseniz. Kaldırımın karşı tarafında bitişik nizam tek katlı evler. Ama siz onları görmüyorsunuz. Odunların bu evlerden birine ait olduğunu varsayabiliriz. Muhtemelen odunun tam karşısındaki eve. Bir tahmin yürüteyim, ev sahibinin bu odunları koyacak yeri yoktu. Bunlar masum ilişkiler, ilk başta “işgal” sözcüğünü aklımıza getirip tepkimizi çeken şeyler değil. Henüz ilişkiyi nesneler arasında görüyoruz. Aradığım şey başka, devam edeyim.

 

Havanın yağmurlu olması odunların üstündeki naylonun tam da işlevini yerine getirdiği an. Keza üzerindeki odun parçaları ağırlık yaparak naylonun rüzgarda uçmasını engelliyor. Ama Karadeniz’de rüzgardan ötürü yağmur hep çapraz yağar, odunlar yanlardan illaki ıslanır. Odunların boyutuna dikkatinizi çekmek istiyorum şimdi, odunlar upuzun, sobaya girmesi için kesilmeleri gerek, belki de gelecek sene için ayrılmış. Demek ki naylonun varoluş dayanağı sayabileceğimiz aklımıza gelen rasyonel gerekçeler muallakta kalıyor. Bunları da eliyorum. Madem eleyecektim niye yazıyorum değil mi? Elemek bir muhakeme tarzını çürüğe çıkarmak değil burada, amacım asıl söylemem gerekenin ışığını parlatmak. Altın kuyumcunun vitrininde başka parlar, molozların içinde başka. 

 

Peki.

 

Şimdi geliyoruz çift anlama. Çift anlam, bir sözcüğün mecaz anlamı ya da yan anlamı değildir. Daha çok cümlelerin ve davranışların içinde gizlidir. Duble anlamdır. Anlamlar arasındaki birbirini beslemeyi simbiyotik yaşama benzetebilirim. Tıpkı simbiyotik ilişkide iki ayrı canlı türünün birbirinden yararlanarak ortak yaşam sürmesi gibi. Yine de simbiyotik benzetmesinin anlatmak istediğimi ideal biçimde temsil ettiğinden kuşkuluyum. Çünkü çift anlamdan en az birisi kaypak  anlamdır. Örneğim naylon, örtü ama sadece yağmurdan korumuyor hırsızlardan da koruyor. Bu kadar savunmasız bir örtünün hırsızdan koruması?.. Hırsızlığı özellikle birilerinin yaptığı suç olarak düşünürsek örtü insanlarla odun arasına koyduğu sembolik mesafe sayesinde bir ihlal hassasiyeti yaratıyor, diğerini düşeceği hırsız olma pozisyonuna karşı uyarıyor. Dur bakalım bu sözü anlaşılır biçimde yeniden söylemeliyim galiba, yani diğerinin nötr varlığı odunun varlığıyla bir çalma eğilimi haline geliyor. Hırsız değilken bile çalma eğiliminde olmak nasıl bir ruh hali? Aslında gözetlenme duygusu. Durduk yerde suç potansiyelini imal etmek ve diğerini olası suçuna karşı ikaz etmek de diyebiliriz. Güvenlik kamerası da aynı mantığa dayanmaz mı, bir şeyin çalınması kadar çalınmaması da izlenir, herkes kendi masumiyetini üretir; çalmanız için önce güvenlik kamerasını çalmanız gerekir. Örtünün dile gelmeyen ama herkesin anladığı çift anlamı da burada saklı zaten. Örtü sahiplik ilişkisini başlatıyor ve diğerini suç/masumiyet tarafına itiyor. Kamusal bir yeri işgal etmesi  yaya olarak odunların yanından zararsızca geçerken benim masumiyetim üzerinden kendini aklıyor. İşgal edebildiği için aklınıza “kamu” gelmiyor, siz yabancısınız orada… Hızlı gittim. Son cümle öncesinde sormam gereken bir soru vardı atladım, şimdi sorayım. Çift anlam, kendi bünyesinde barındırdığı her iki anlamın da anlaşılacağı konusunda neden bu kadar kendinden emindir?

 

Şimdi fotoğrafa tekrar bakalım ve durumu daha şeffaf biçimde ortaya koyalım:

1.       Naylon örtü odunları yağmurda ıslanmasın diye koruyor.

2.      Naylon örtü ve odunların istifli hali sahipli olduğunu gösteriyor… Burada bir anımı araya sıkıştırayım. Bir zamanlar öğretmenlik yaptığım köyde özellikle kış aylarında fırtına ve yağmurla azan dalgaların kıyıya getirdiği odun parçalarını toplamaya sahile inerdim. Benim için hem yürüyüş hem de kısa günün kârıydı. Çocukluğumun geçtiği sahil kasabasından kalma bir alışkanlık. Kütüklere ağaç köklerine dokunmazdım. Onlar Mahmut’undu. Sessiz Mahmut. Mahmut onları bir yerlerine çaput bağlayarak sahilde biriktirirdi… Çaput olmasa bile eğer iki odun üst üste konmuşsa bilirdim ki bu odunlar Mahmut’un. Ben Mahmut’un rakibi değildim ama sanıyorum o beni rakibi olarak görüyordu. Mahmut’a selam verirdim Mahmut merhaba yerine “Errabba!” derdi. Vantrolog gibi, dudağını kıpırdatmazdı. Dudağını kıpırdattığında da sesi çıkmazdı, muhtemelen küfrederdi. Kime olacak, bana.

3.      Odun bulunduğu yeri işgal ediyor. Mahmut’un odunlarından uzak dururdum. Uzak durmayı düz anlamıyla anlayın lütfen. Odunların bulundukları yer Mahmut’un yeriydi. Mahmut’un odunlarının iki metre uzağından yürürdüm. Sonra Mahmut bir gün gelir odunlarını parça parça traktörüne yüklerdi, sahil yeniden anonimleşirdi.

           

Çift anlamın içinde bize iletilen asli bir anlam var. İlk anlamların uzantısı olmadan ve dile gelmeden bizi kendine çekiyor. Üstelik aklımızla oynayarak yapıyor bunu. Çift anlam nasıl anlarsan öyle anla gibi çoklu anlamın bizi özgür bıraktığı bir durum değil. Diğer anlamlar çift anlamın kurgusal unsurları. Dolayısıyla çift anlamın “çift” sözcüğüyle yarattığı çoğul karakter bizi yanıltmasın, gerçekte diğer anlamların içinde kamufle olan tek anlam var.

 

 Herhalde anlatabildim. Başka bir örnek vereceğim.

 

Bu örnekle karşılaşmam da bir tesadüf. Biraz üzerine gittim biraz da spekülasyon yaptım.

 

Almancada  ‘Halz und Beinbruch’ motomot çeviride boynun ve bacağın kırılsın anlamına gelirken (bizde ‘boyu devrilesice’) deyim anlamı ‘iyi şanslar’ demektir. İbranice konuşan Yahudilerin ‘Harzlacha we berache’ deyişiyle ses benzerliği vardır. Ama İbranice ‘Harzlacha we berache’ hem motomot hem de deyim anlamıyla başarı ve bereket dilemektir. Bir Yahudi diğer Yahudi’yi yolcu ederken  başarı ve bereket diler, gayet makûl. Peki bir Alman neden boynun ve bacağın kırılsın derken bunun iyi şanslar dileme olarak anlaşılmasını ister? Şimdi burada önce kendi spekülasyon kotamı kullanıyorum: Soykırım öncesi Yahudilerle bir arada yaşayan Almanlar Yahudilerin iyi dilek sözünü ses benzerliğiyle kendi dillerinde iğnelemeye, düşmanlığa çeviriyorlar. Yahudilerin de olduğu bir ortamda bir Alman diğer Alman’a ya da bir Yahudi’ye ‘Harzlacha we berache’ ses benzerliğiyle ‘Halz und Beinbruch’ diyor. Almanca  söz deyimleşirken kendi geçmişini unutuyor. Bugünün Alman etimologları ise dilin taşıdığı bu lekeden kurtulmak için başka bir argüman üretiyorlar: İnsanlar kadim çağlardan beri olumlu bir şey meydana gelmesi için olumsuz bir şey dileyerek kötü ruhları kandırmaya çalışır. Aksi takdirde dileklerinin tersine döneceğinden korkarlar, denizcilikte başarı dilemenin direk ve sac kırılması şeklinde söylenmesi gibi (Mast und Schotbruch). Antisemitizm sırasında üretilen çift anlam ve daha eskiye giden etimolojik çift anlam.

 

Bu yazı bitmedi.

 

İnsanların mekânla ilişkileri çift anlam yüklü. Nerede olurlarsa olsunlar. Mukim olmak muhkem olmak…




18 Nisan 2023 Salı

Mami Dede

 


Bir gün köyüne döndü tek başına yaşamaya başladı.

 

Ev diye kaldığı bir damdı aslında. Kapısı açıktı, kafamı uzattım, girişte piknik tüpün başına çömelmiş çay demliyordu. Belki ellerinden vücuduna yayılan sıcaklık işini uzatıyordu. Selam verdim. “Merhaba Hocam.” dedi. İçeriye doğru karanlıktı. Karanlık, küçücük kerpiç evine bir derinlik vermişti. Penceresi yok muydu? Sormadım. “Otur” dedi, yerdeki tabureyi duvar dibine itti.

 

Mami dede diyorlardı. Hayattan yorulmuş, yaşı unvanını ele geçirmiş bir Alevi dedesi. Sürekli üşüyormuş gibi bir hali vardı, bir de insanı tersleyen acısı. Güldüğünü hiç görmedim, nezaketen bile olsa gülmezdi. İnsanlar iki tarafın da beklentisi olduğu için gülerler. Mami dede beni gülmemeye alıştırdı.

 

“Demek burada yaşıyorsun,” dedim. “Ne yaparsın Hocam.” dedi. Kendini anlatmaya hiç hevesli değildi, derisi incelmiş kahverengi ellerinden gözümü alamıyordum, bileğine doğru mor cılız damarlarından... Akşamları komşulardan birine yemeğe gidiyor, ısınıyor gece evine dönüyordu. Gördüğüm kadarıyla sobası yoktu. Gözlerim karanlığa alışınca fark ettim holün dibinde bir yatak yığını. Sanki ölmeye gelmişti buraya.

 

Başkasından duydum, hanımı geçen yıl ölmüş. İstanbul’da çocukları varmış ama onların yanında fazla kalamamış.

 

Üç yıl sonra sömestr tatilinde Haydarpaşa’dan Kars trenine atladım tekrar geldim köye. Kar yağıyordu. Sormasam kimse sözünü etmeyecek gibiydi, Mami dede ölmüş.

Bazı ölümlerin yaygarası yoktur.

Bazen soru katildir.





15 Nisan 2023 Cumartesi

'SAYIN...'


 


 

 

Fransa’da kurtuluş kutlamalarında Cumhurbaşkanı E. Macron kendisine “Ne haber Manu?” diye hitap eden gence “Bana Sayın Cumhurbaşkanı diye hitap edeceksin.” demiş. Türkiye’de ise sözcük direkt muhatabının dışında dolayımla korunabiliyor. Bir sokak röportajında izlemiştim, konuşmacı “Erdoğan” deyince dışarıdan biri “Terbiyesizlik yapma, Sayın Cumhurbaşkanım diyeceksin,” diye araya girdi. Bir tür isim bekçisi olarak.

 

Özel isim çağrıdır. Hepimiz çağrılırız. Öte yandan hepimiz hakkında konuşulan kişileriz. Özel isim bizi imler. Şöhretli insanlarla sıradan insanların birbirini tanıması eşit olmadığı için özel isim birinde aleniyetin diğerinde sen kimsin sorusunun karşılığıdır. Şöhretli kişilere isimleri onu tanıyanlar tarafından verilir.  Tekrar, bir tür armağandır.

 

Popüler kişilerle şöhretli kişiler arasında bir ayrım yapmak gerekir. Özel ismin iki değişik kullanımı beni buna zorluyor.

 

Tarkan’ın soyadını çoğu insan bilmez, Tarkan deyince herkes tanır. Onun özel ismi sanki bir dönem başlayan akımla özel ismi de temsil eden marka isim olmuştur. Solo şarkıcıya uygun solo isim, ya da solo isimlerden oluşmuş grup; Mazhar Fuat Özkan gibi. Tekli isim aklımızda senli benlilik çağrıştırıyor ama tanıma tanınma ilişkilerinden ötürü hitap eşit gelişmiyor. Özel ismin bir tanınma tarafı var bir de hitap tarafı.

 

  Diyelim bir hayranıyla Tarkan  ayaküstü  konuşuyor:

 

Hayran: Tişörtümü imzalayabilir misiniz? Bakın kalemim de yanımda.

Tarkan: İsminiz ne?

Hayran: Muazzez.

 

Tarkan tişörtün omuz kısmına Muazzez’e sevgilerimle yazar ve imzalar. Burada popüler tanıma-tanınma ilişkisinin eşitsiz halini görüyoruz. Yüz yüze karşılaşmada popüler olan diğerinin ismini yeni öğreniyor, diğeri popüler olanın ismini zaten bildiği için ona ismi yerine ‘Siz’ diyor.‘Tarkan’ dese kaba olacak. Senlibenlilikte birine izin var diğerine yok. Özel ismin ancak söylenmemesiyle özel olduğu garip bir durum. Daha garibi Muazzez tişörtünü göstererek ancak arkadaşları arasında ‘Tarkan’ diyebilirken Tarkan Muazzez’i unutacak.

 

Futbolcular ta baştan beri tek isimlidir. Onlarda şöhret ve popülarite ayırt edilemez. Tanju, Rıdvan, Lefter vb. Neden? Soruyu soruyor ve bırakıyorum.

 

Anaokulun ya da ilkokulun birinci gününü hatırlayalım, tanışma faslı gözümüzün önüne gelsin. Öğretmen ismini soy ismini söyler, sonra öğrenciler tek tek isimlerini soy isimlerini söylerler. Bazı uygulamalarda öğrencilerin isimleri öğretmen aklında tutabilsin diye  yaka kartlarına yazılıdır. Öğretmen kendiliğinden bir tasarrufa gider, soy isimleri kırpar öğrencilere hitap ederken sadece isimlerini kullanır (Batı’da kırpma işlemi isimler üzerinden yapılır, bu da ayrı bir yazı konusu); aynı isimde olanları belki soy isimleriyle beraber. Öğretmen ise özel isminden sıyrılır ‘Öğretmenim’ olur. Özel ismin sıradanlaştığı genel ismin ise yüceltildiği bu durumu nasıl açıklayacağız? Ters bir durum gibi görünüyor. Bir çözüm buldum galiba. Anne, baba da genel isim ama çocuk sadece bir kişiye anne veya baba diyerek (başka kişilere anne baba dendiğinde sözcük otomatikman lâkap haline geliyor, Süleyman Demirel’e ‘Baba’ denmesinde olduğu gibi) genel ismi özelleştirir. ‘Öğretmenim’ sözcüğünde im sahiplenme eki kelimenin gerçek anlamıyla kısmen böyle bir özelleştirme halidir. Dil bu tuhaf kullanımlarıyla bize nezaket dersi de vermiş olur.

 

Politikacılarda şöhret ismi ve popüler ismi bir arada görüyoruz. Şöhret ismi Recep Tayyip Erdoğan, popüler ismi Reis; şöhret ismi Kemal Kılıçdaroğlu, popüler ismi Bay Kemal vb. (Şöhretli olup da popüler ismi olmayan politikacıların yapıntı ciddiyetleri sorgulanabilir.)

 

Politikacılarda ve yüksek bürokratlarda özel isimleri bütün haliyle söylenir. Ne isim tek başına ne de soy isim tek başına. Öyle ki özel isim bir terkip haline geldiği için tek tek ismi yutar ve tanınmaz hale getirir. Recep Tayyip Erdoğan bir türlü ‘Recep’ olamaz. Düşünsenize ‘Recep’ sadece ‘Recep.’ Böyle yalın haliyle söylerseniz küçümseme kastı oluşuyor. Bir başka garip durum değil mi: İnsanın kendi özel ismiyle küçümsemeye maruz kalması?.. Neyse savcıları uyandırmayalım yeni bir hakaret davamız olmasın. Ama Derrida’nın kulaklarını çınlat, onun özel isim hakkında yazdıklarını hatırla; o zaman soralım küçümsenmeye tepki mi eşitlenmeye yasak mı?

 

Amaç her türlü senlibenlilik eğilimini bertaraf etmek. Özel ismin kurucu olduğu informal mesafeyi (soğukluğu da diyebilirim) inşa etmek. Bu yüzden özel isme takviye geliyor: ‘Sayın.’

 

İlk Atatürk kullanmış. 1 Kasım 1934’te Meclis’i açarken milletvekillerine “Sayın TBMM üyeleri” diye seslenmiş. Ama “Sayın” hitabını yaygınlaştıran B. Ecevit.

 

Sözcüğün etimolojisine hiç girmeyeyim. Bu konuda naçizane kendi görüşüm olsa da şimdilik bende kalsın .

 

Bir sözcük yaygın olarak kullanılmaya başlanmışsa orada sözcüğün önceki anlamından kopan bir değişim de başlamış demektir.

 

Önce taklit. Taklit zamanlamayla ilgilidir ve içinde hep bir geç kalmışlık taşır. Şunu da söyleyeyim, taklit edilen ilgili davranışını sonradan terk etse bile taklit sahibi taklit davranışını sürdürerek de geç kalır.

 

Batı’nın soyluluk unvanları ya da cinsiyetçi bay bayan sıfatlarının ikamesi olarak ‘Sayın.’

 

Sayın sözcüğü sıfat olarak kullanılıyor. Ama özel isimden özerk bir kullanımı yok. Sıfat, önünde nitelediği ismi kaldırırsanız otomatikman isim olur. Mesela uzun adam yerine sadece uzun derken. Aynı işlevi‘Sayın’dan da beklerdik ama olmuyor.  Bu anlamda edata benziyor. Özel isimle bir terkip haline gelmesi ilginç. Nüfuzlu kişilerde özel ismin vazgeçilmez ekipmanı. Tıpkı özel isim gibi ilk harfi büyük yazılıyor. Yazım kurallarına girdiği için kurumsal bir söylenişi var. O zaman sözcüğün bürokrasiden kaynaklı kendi bürokrasisini yarattığını söyleyebiliriz.

 

Batı taklitçisi gibi görünmek istemeyen İslamcılar özünde yine taklit olan başka bir sözcük seçiyorlar: ‘Muhterem.’ Taklidin nazire üzerinden yapıldığı bir başka gariplik. Muhterem Erbakan Hocamız yerine Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. O kadar tedrici ve sinsi olarak gerçekleşiyor ki bu değişim, değişim olduğunu bile fark etmiyoruz. Çünkü devleti yönetmeye başlayan muhteremler devletin dili olan ‘Sayın’ı hemen benimseyiveriyorlar.

 

Artık televizyonlarda bol bol ‘Sayın’ duyuyoruz. Konuşmacı Cumhurbaşkanı Erdoğan diyor, ardından Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan diye düzeltiyor. Bunu bir hata düzeltmesi olarak düşünürsek yanılırız. Kasten ‘Sayın’ı ikinciye saklayarak sözcüğü bir vurgu haline getiriyor. Facebook’tan arkadaşım Nilgün Aras bunun özellikle eleştirilerde yapıldığına dikkatimi çekti. Diğerinin şerrinden korunma bariyeri olarak ‘Sayın.’

 

‘Sayın’ın demokratize eden bir tarafı da var. Birincisi sizin ‘Sayın’ olmanız benim söylememe bağlı, ikincisi sizden çok daha düşük profilli birilerine de ‘Sayın’ diyebiliyorum. Kavramın bu vasatlığı kendi gülünçlüğünü de hapsediyor içine. Bence kavrama anlamını veren bunu söylemek zorunda kalma durumu. İroni de tam burada zaten, söylemek zorunda olmanın nezaket gibi görünmesi…

 

Yukarıdaki fotoğrafta Erdoğan’ın sağında 10 kişi (arkada sırtı dönük kişiyi saymazsak) solunda 9 kişi var. Erdoğan aritmetik olarak ortada değil ama geometrik olarak tam ortada. Bir de ellere bakın. Kendilerine verilen biblo formunda ödülü tutan eller aynı zamanda itaat formunda.  Yalnız, kadının yanındaki kişi işi bozuyor, o kişi aritmetik fazlalık olabilir. Bence 'sayı'nın 'Sayın'la ilişkisini bu fotoğraf çok iyi anlatıyor.