Bir gün köyüne döndü tek başına yaşamaya başladı.
Ev diye kaldığı bir damdı aslında. Kapısı açıktı, kafamı uzattım, girişte piknik tüpün başına çömelmiş çay demliyordu. Belki ellerinden vücuduna yayılan sıcaklık işini uzatıyordu. Selam verdim. “Merhaba Hocam.” dedi. İçeriye doğru karanlıktı. Karanlık, küçücük kerpiç evine bir derinlik vermişti. Penceresi yok muydu? Sormadım. “Otur” dedi, yerdeki tabureyi duvar dibine itti.
Mami dede diyorlardı. Hayattan yorulmuş, yaşı unvanını ele geçirmiş bir Alevi
dedesi. Sürekli üşüyormuş gibi bir hali vardı, bir de insanı tersleyen acısı.
Güldüğünü hiç görmedim, nezaketen bile olsa gülmezdi. İnsanlar iki tarafın da
beklentisi olduğu için gülerler. Mami dede beni gülmemeye alıştırdı.
“Demek burada yaşıyorsun,” dedim. “Ne
yaparsın Hocam.” dedi. Kendini anlatmaya hiç hevesli değildi, derisi incelmiş
kahverengi ellerinden gözümü alamıyordum, bileğine doğru mor cılız damarlarından...
Akşamları komşulardan birine yemeğe gidiyor, ısınıyor gece evine dönüyordu.
Gördüğüm kadarıyla sobası yoktu. Gözlerim karanlığa alışınca fark ettim holün
dibinde bir yatak yığını. Sanki ölmeye gelmişti buraya.
Başkasından duydum, hanımı geçen yıl ölmüş. İstanbul’da
çocukları varmış ama onların yanında fazla kalamamış.
Üç yıl sonra sömestr tatilinde Haydarpaşa’dan
Kars trenine atladım tekrar geldim köye. Kar yağıyordu. Sormasam kimse sözünü
etmeyecek gibiydi, Mami dede ölmüş.
Bazen soru katildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder