9 Mart 2019 Cumartesi

Sanılma İmkânı




Sende ben imkânsızlığı seviyorum.’

Nazım Hikmet’in ne kastettiğini biliyoruz. Âşık birtakım engeller yüzünden sevgilisine kavuşamıyor. Bu engeller aşkın sürekliliğini sağlıyor, kavuşmak için gösterilen çaba aşkı yüceltiyor, onu yeniden ve yeniden alevlendiriyor vb. İmkânsızlığın aşka platonik katkısı. 

İmkânsızlığın aşkı sağlama alan Nazım’ın kastetmediği bir anlamı daha olabilir mi?

Günümüzde imkânsızlığı arzuyu da kendine uyduran, terbiye eden ilke olarak düşünürsek. Sevgilinizle randevunuz var ama gitmek istemiyorsunuz. O da ne!.. şanslısınız, hesapta olmayan bir misafiriniz geliyor, sevgilinize duyduğunuz cılız arzu bu misafirin gelişiyle çakışıyor. Ya da sevgiliniz hasta oluyor, iki cılız arzu birbirini kırmadan mola veriyor. Mazeret uydurmuyorsunuz, imkânsızlık elinizin altında imdadınıza yetişiyor, ilişkiyi kurtarıyorsunuz. Hele bir zaman geçsin zaten özleyeceksiniz. Herkesin stepne bir imkânsızlığı vardır böyle. İmkânsızlık az sevenin çeyizidir. Gelin şöyle de diyelim: imkânsızlık eşittir diğerinin rızası.  İki kişinin aşk uğruna bir şeyleri terk etmeden, kırıp dökmeden üzerinde anlaştıkları sınır. Taraflar alıştıkları düzeni değiştirmezlerse, “imkânsızlık” ilkesine bağlı kalarak birbirlerini sevebilirler. İlke dedim, evet… Nazım’da imkânsızlık aşkın koşuluyken, günümüzde ilkesi.  Günümüzde aşk oyununun şiddetini artırmak imkânsızlığın abartılmasına bağlı. İmkânsızlığı bir tür mizansenle de olsa koruma görevini biri üstlenir. Bir taraf adı geçen imkânsızlığı aşmaya kalkıştığında öbürü imkânsızlığın arkasına sığınabilir, bu durumda aşk gerçek imkânsızlığı kendisi üretir. Bunun için blöf geçerli bir hamledir. İmkânsızlık korunan bir statü halini alır… Ne demişler biri sever diğeri müsaade eder, ama roller değişebilir. Farkındayım biraz karışık oldu, hep karışıktı zaten. Çağnam Erkmen’in Yıldızfer romanını okurken aşkta imkânsızlık ikilemini düşündüm.

Kadın bir romancının romanını erkek ağzından yazması hep tuhaf gelmiştir bana. Tuhaf ama vaatkâr. Eskiden erkek adı alan romancılar vardı, George Sand gibi, Bronte Kardeşler gibi. Bu ad değişikliğinin baştan bir statü koruma kaygısı taşısa bile hiç de sebebine sadık bir sonucu olmadığını biliyorum. Kendini gizleme kendini yeniden oluşturma etkisi de yapar. Yıldızfer’in anlatıcısının erkek ama yazarının kadın olması okurken beni sık sık falsoya düşürdü. Aslında anlatıcının kadınsı üslubu da başka bir etkendi. Şöyle bir yarılmayla: Dış dünyayı betimlerken erkeksi, kendi içine çekilirken kadınsı. Bir de erkeklik cinsel arzuda biraz argodan da destek alarak kurulmuş mu desem (kurulmuş doğru sözcük değil, yinelenmiş J). Yine de üslup biseksüel bir şüpheye itmiyor bizi. Hatta biraz önce yazdıklarımı yalanlar biçimde, Çağnam Erkmen’in erkek anlatı karakterine bürünmesinin (elbette romanda yazarını ele veren böyle bir magazinel mahremiyet aramadım), kadın cinselliğini faş ettiğini söyleyebilirim. Biraz sertçe, biraz yumuşatarak, ünisex biçimde. Kadınları benim gibi  romanlardan tanıyan biri için bulunmaz nimet…

Romanda geçen özel isimler ilginç. Sosyal medyada kullanılanlardan, nick’lerden söz ediyorum. Bildiğimiz özel adlardan daha özel. İnsana biriciklik veriyor, teknik olarak başkasıyla aynı adı taşıyamıyorsunuz. Adınızı kendiniz seçiyorsunuz. Nick gerçek adınızı hem gizlesin hem de sizin hakkınızda bir fikir versin istiyorsunuz. Ama adınız bir tür kamuflaj topluluğunun nüvesiyse bu ‘özel’lik bir paradoks değil mi? Derrida özel adın gerçekte “özel” olmadığını yazmıştı(1). Anlattığı bir sınıflama bir mensubiyet olmaktan kurtulamayan özel addı… Ama Derrida’nın -kendisi değinmediği halde- bu tezini güçlendiren bir şey daha var: Takma ad (nick) bir yasağı deldiği için, aslında yasağı taşıyor; adla varlık arasında kurulan sorumsuzlukla… Ad varlığını inkâr ediyor, varlık adını. Takma ad sanki kurucu bir töz gibi işin içine giriyor; olgunlaşmış, bitmiş ürün olarak doğuyor. Böyle mi gerçekten? Hayır tam böyle değil. Dolandırılmakla bir sihirbaz tarafından illüzyona uğratılmak aynı şey değil… İkincide gönüllüyüz…

Roman bir twitter konuşmasıyla başlıyor, bir twitter konuşmasıyla bitiyor. Biz anlatıcının gerçek adını romanın sonunda öğrensek de aaa demek oymuş demiyoruz.  Çağnam Erkmen’in kahramanlarına verdiği özel adlar aslında onları yok etme biçimi, hayır yanlış söyledim onların varlıklarıyla aralarına koyduğu fesatça bir mesafe. Anlatıcı gerçek adını okuyucudan da gizliyor. Medyada kullandığı nick’i ‘@tekerlekler’. Felçli. Kendini Latin Amerika’da pedal çeviren bisikletli gezgin olarak tanıtıyor. İronik gibi duruyor ama aslında ironi zıtlıkta değil çift anlamda. Felçli olduğu için nick kendince tutarlı; @tekerlekler, hem bisikletin hem de tekerlekli sandalyenin tekerleği olabilir.

Romanda bir felçli daha var, @paraplejikkiz. Paraplejik Fransızcada felçli anlamına geliyor. Felçli kız nickiyle kendi hakkında hem direkt bir şey söylüyor, hem de bunu dolayımlıyor. Anlatıcının bunu anlaması için sözlüğe bakması gerekti. Burada nick’in ilettiği anlam kızın gerçekten felçli olmasıyla kısıtlı değil, çünkü ‘felçlikız’ daha şeffaf bir adlandırma olabilecekken nick’in aynı zamanda bir konuşma konusu haline gelmesi ilginç: itiraf edeceğim ama önce sen bir sor, istek senden gelsin der gibi…

@EsraSunayKansu gerçek adını nick olarak kullanıyor, çünkü gerçek adıyla şöhreti yakalamış. Siyasi aktivist, sürekli eylemlerde, fotoğraf çekip paylaşıyor, ben oradaydım diyor. Anlatıcının retweetlerine, beğenilerine cevap vermiyor. O hep takip edilen. @tekerlekler’in onda ne bulduğunu soruyorum şimdi. Birazcık değineyim gerisi saklı kalsın. Romanın ilk cümlesi şu: "@EsraSunayKansu'nun son tweet'ini beğendim." Son cümlesi de şu: "@EsraSunayKansu'yu engelledim." Beğenmekle engellemek arasında geçen sürede anlatıcı @EsraSunayKansu'nun ilgisini çekmeye çalışıyor, bir saplantı derecesinde paylaştığı her sözü, her görüntüyü, takip ediyor. Onun hakkında fikir sahibi olabilmek için nerede ne yaptığını bilmek istiyor. Aslında @EsraSunayKansu'nun roman içinde çok önemsiz bir rolü var ama  üzerine çektiği merakı @tekerlekler’in gizemi olarak da okuyabiliriz. @paraplejikkiz'ın @tekerlekler'de bulduğunun karşılık bulmamış hali olarak. İmrenme hiçbir zaman simetrisine kavuşmaz. Bu yüzden yansıtma duygu olarak kendi çeperinde kurban arar. Birini imren, biri tarafından imrenilen ol... @paraplejikkiz'ın söylediği "İnsan kendisindeki marazı imrendiği kişide saptayınca tiksinirmiş." (s.20) sözünü tersinden kurmak mümkün: İnsan kendisindeki marazı imrenen kişide saptayınca tiksinirmiş. Çünkü tiksinti kendinden tiksintiye çok yakın olduğu için bir savunma biçiminde harekete geçer. Çünkü köken olarak imrenmeyi başlatan kişinin kendisidir... Sanıyorum romanı okuyunca herkesin kendine göre bir cevabı olacak.

@tekerlekler’in kız kardeşinin adı Tunca… yaygın bir ad değil, üstelik erkek adı olarak da kullanılıyor. Sanki bu ad seçimi cinsiyetleri harmanlamış, romanın   üslubuna cinsiyetçiliğe karşı müphem bir hava vermiş.

Ve Yıldızfer…

Yıldızfer telefonunda önemli mesajlara bakar gibi dışa kapalıydı.” (s. 231)

Romanda deneme tadında üzerinde düşünmeye değer birçok betimleme var. İşte somut davranışı anlatırken evrenselleşen beden diline bir gönderme.

‘Önemli mesajlara bakarken dışa kapalı olmak…’ Bir akım bu, yirmi otuz yıl önce başlamış ve giderek genel bir davranış halini almış suni dalgınlığımız. Sevdiklerimiz yanımızdayken, çok güzel bir sohbetin ortasındayken bile yaparız bunu. Telefona bir mesaj gelir, dikkatimiz oraya kayar, buradayım ama değilim. Küçük uzaklaşmalar. Avucunuza sığan bir cihazın size bahşettiği özerklik. Güya dışa kapalı olmak; dışa kapalı olmanın alternatifi içe açık olmak (içe dalmak) değil tabi, telefonun ucundaki diğer dışarıya kapılmak. Sosyal medyanın çekiciliği üyelerine birer mülk vermesinde. Kendi mülkünüze birilerini misafir edebilirsiniz, kovabilirsiniz, daha da önemlisi orası sizin evinizdir; içeri girebilirsiniz. Oh, yeni bir özel hayat. Mahremiyetin gerçek uzuvlarından; dokunma, koku, tat duyumlarından arındırılmış … başınızı belaya sokmayacak söz ve görüntünün yettiği muhayyel dünya.  Böyle bir mahremiyet diğerinin mahremiyetini talep edebilir. İnternet mahremiyetin tutucu (duyumdan arındırılmış) yapısını ortadan kaldırmıyor, onunla uzlaşırken diğerinin mahremiyetini dikizleyecek biçimde yeniden kuruyor. İcat zekice ama işlevi absürt! Sanal dünya mahremiyeti "yeniden" kurmasıyla absürt; herkes kendi varlığında bir sır küpü haline geliyor: Hem bak bu benim diyen birisi hem de sen kimsin diye sorması (bunun için icazete tabi bir nezaket sahibi olması) beklenen diğeri...

Flört için internet telefondan daha mı arsız? Arsız sözcüğünün ahlaki bir çağrışım yapmasını istemem, daha çok cüretkâr anlamında alın. Şöyle düşünelim, birbiriyle uzun süredir mesajlaşan iki insan telefonda konuşmaya karar verdiklerinde ruh hallerinde tedirgin bir kesinti olur, etkileyici bir filmden gerçek dünyaya çıkmak gibi. Hımmm… bu benzetme tam oturmadı, çünkü telefon da gerçek dünyanın bir adım berisinde. Ama telefonda diğerine ilettiğim ses bana ait, her ne kadar gerçek sesim elektronik değişime uğrasa da. Bunu neden anlatıyorum; amprik dünya ile muhayyel dünya arasında yaptığımız seçimler çok da iradi değil artık. Sanal dünyayı gerçek karşıtı olarak tanımlayarak kendimize haksızlık yaptığımızı bir düşünsek demeye çalışıyorum. Şuradan bakalım: arzularımız, eğilimlerimiz ancak sanal dünyada gerçeklik haline geliyorsa, orada görünüyorsa; yani sanal dünya gerçek olmasa da gerçeği gösteren bir şeyse… mikroskoptaki görüntü gibi; mikrop gerçek ama mikroskoptaki büyütülmüş haliyle değil. Ama biz mikrop gerçeğini, “gerçek” boyutunda olmayan mikroskobik abartısında görebiliyoruz ancak. Bunun bir adım ilerisi atomun parçalarını görmek (gerçek kılmak) değil mi? Rakamlara indirgenmiş gerçek ya da dijital modellemelerle koskoca bilgisayar ekranında... Başlangıçta çok az bilim insanının bulduğu bu gerçeklere nasıl oluyor da milyarlarca insan adapte olabiliyor? Soruda dikkatimizi çekmesi gereken milyarlarca insanın zerrece katkısı olmadığı bu çığır açıcı yenilikler karşısında nasıl gafil avlanmadığı olmalı. Daha açık konuşayım, neden iki ayrı insan türü oluşmadı? Darwinci anlamda insanın genel adaptasyon yeteneğinden mi, yoksa yenilikler ancak böyle bir hazır bulunuşun üzerine bina edilebildiğinden mi?

İnsan metafizik bir varlık. 

Mevlana’nın tersine, olduğu gibi görünemeyeceği ya da göründüğü gibi olamayacağı biçimde her şeyi bünyesine kabul etmeye hazır. Ama buradan Mevlana’nın çağrısının muteber olduğu gibi bir sonuç çıkmasın. İnsan ancak göründüğü gibi olmazsa, olduğu gibi görünmezse bir gerçeklik haline gelebiliyor. Daha düz söyleyeyim: İnsan tam da göründüğü gibidir. Sosyal medyada insanlar kendilerini olduklarından farklı gösteriyor olabilirler; ya da Çağnam Erkmen’in dediği gibi ‘Gösterdiğin kadar sanılma imkânı’nın cazibesine kapılmış. Bunu düalist bir bölünme olarak anlamak zorunda değiliz. Sanılma imkânı diğerinin sanma ihtimaline cevaz veriyorsa bütünlüğü yeniden kurabiliriz. Peşin peşin kabul edelim ki hiç de makbul bir bütünlük olmayacak bu. Çünkü düalist bölünmede gösterilenin ardında davet edeceğimiz orijinal bir kendilik de yok.

Çağnam Erkmen insanın bu düalist bölünmesiyle oynuyor. Hem de acımasızca.

Romanda felçli adam ‘@tekerlekler’in dikizleme eylemi ikiye bölünmüş. Evinden, perdenin arkasından, binada yankılanan seslerden dikizledikleri ve  sosyal medyada dikizledikleri. Sosyal medyada yazıştığı iki kadın var, biri kendisi gibi felçli ‘@pareplejikkiz’ diğeri ‘@mutfaktezgahı’. Felçli olduğunu gizleyerek ikisiyle de flört ediyor. Zekice kurgulanmış diyaloglar bizi birden senlibenliliğin peşinden sürüklüyor. (Senlibenlilik sosyal medyada hem daha kestirme -adeta sökün ediyor- hem daha imkânsız.)  Bu iki flört aynı şekilde sonuçlansa da (takipten vazgeçme, engelleme) bize sözünü ettiğimiz düalist bölünmenin iki ayrı dayanağını veriyor. ‘@pareplejikkiz’ yüz yüze görüşmek istiyor, ‘@mutfaktezgahı’ yaptığı yemeklerin, tatlıların tadılmadan ‘beğeni’lmesiyle yetiniyor. Kahramanımız ‘@pareplejikkiz’ın ısrarını tehdit olarak algılıyor, ‘@mutfaktezgahı’nın ‘imkânsız’a sığınan risksiz yaşamını ise sahte bir sevgi gösterisi olarak –blöfle çökertiyor onu. Çağnam Erkmen felçlinin arzusunun libidosuz ham halini gösteriyor bize. Burada felçliyi hem alegorik hem de metafor olarak düşünelim. Alegorik, yani çocuk gibi ergenleşmemiş. Metafor, yani felçli; internet karşısında diğer bütün insanlarla eşit (internet herkesi felçli kılıyor çünkü)... Akıllı telefon aldığımdan beri her hafta ekranıma bir not geliyor: Bu hafta ortalama 2 saat 51 dakika telefonunuzu kullandınız. İçimden hikikomori olmama bir on saatlik süre kaldı diyorum.


“@paraplejikkiz erişimimi engelledi… sanal ikonik reddedilme, dünyevi reddedilmelerden daha okkalı sarstı.” (s.176)

‘@pareplejikkiz’ın ‘@tekerlekler’i engellemesi … burada katmerli bir engelleme var, katmerli bir ironiyle. Somut yaşamda sevgiliniz sizden ayrıldığını bir daha sizinle görüşmek istemediğini söylediğinde aranıza sizin de riayet edeceğiniz bir uzaklık koyar. Riayet burada kilit sözcüktür; uysallık anlamına gelmez, uzaklık gereği yoluna çıkmamak ve restini gördüm tavrını saklı tutar. Böylelikle iki tarafın da onuru korunmuş olur. Dijital dünyada engelleyen doğrudan diğerinin onuruna saldırır. Nasıl bir onurdur bu? Elbette indirgenmiş, yapıntı bir onur. Arzu ve arzunun tatmininin diğerinin arzusuna bağlı olduğu ve diğerini kontrol edebildiği tampon mıntıkaya çöreklenmiş onur. İki tür engellenmenin farkını şu örnek daha iyi açıklayabilir belki: İmrenilen bir malikânenin demir kapısında ‘Dikkat köpek var!’ levhasıyla, ‘Köpekler giremez!’ levhası arasındaki fark. Birincide imrenebilirsiniz ama giremezsiniz, ikincide giremediğiniz gibi imrenemezsiniz de. Birincide köpek bir alt tür; imrenenle imrenilen aynı dili konuşsa da köpek ikisi arasında bir bariyer, dışarıdakini dolaylayan muhatap; ikincide köpek metaforu doğrudan bir alt tür olarak dışarıdakini mimler… Engellendiğinizi ancak onun sayfasına girerek anlayabilirsiniz. Engelleme burada dikizlemenin yani arzunun engellenmesidir. Eğer bir daha onun sayfasına girmezseniz (ona arzu duymazsanız diyelim) engelleme fiilen gerçekleşmiş de sayılmaz, engelleyen açısından fare dağa küsmüş olur. Engellemenin kanıtını bizzat engellenmiş olan yaratıyor, ki bu arzunun kanıtıdır. Demek onu dikizlemek istiyorsun. Dikizlemede aslolan diğerini görmek değil, diğerinin bundan haberinin olmamasıdır. Diğeri seni engelleyerek seni dikizleme arzunla baş başa bırakıyor, engellenmiş arzunla yeniden (bu kez çoğalarak) arzu duyacağını varsayıyor. Engelleme kapıyı sıkıca kapama değil, kapıya asılan levhadır. Ancak kapıya bakarsan görebilirsin. Görürsen de daha çok arzu duyarsın. Bu bir varsayım, ama inanç kadar güçlü. Arzuya ket vurmanın arzuyu çoğaltacağını bildiği için engelleme bu engellemenin etkisi olarak çoğalmış arzuya ket vurma anlamına geliyor. Dolayısıyla engellemede öncelik diğeriyle ilişkiyi koparmak değil, diğerine ceza vermektir. Ama öbür taraftan engellemek kendini de engellemek olduğu için bir yalan söyleme biçimidir…


“Bunca yıl uzaktan takip ettiğim kadınla suratlarımızın arasındaki mesafenin bir karıştan daha az olmasını garipsedim.” (s. 159)


Uzaklığın garantörlüğünde kurulan iletişimin en kaygılı anı diğerine en yakın olduğun andır…

Çağrışımı bol bir roman. İlginç…


(1)    Jacques Derrida, Gramotoloji, Çev. İsmet Birkan, BilgeSu Yay. s. 166, 167, 168, Ank. 2011