3 Aralık 2016 Cumartesi

Tuvalet ve İdeoloji



Zizek’in bok felsefesi dolayısıyla Ortadoğu’nun bokla ilişkisi:

Zizek söz etmemiş, kısa bir hatırlatma: Bokun özel hayatın bir ögesi olması çok yeni. Tuvaletin evin içine girmesi mesela; son zamanlarda banyoyla aynı mekânı paylaşması. Bunlar dünyada da çok yeni. Tuvalet tarihinde klozet devrim niteliğinde bir dönemi başlatıyor… bunu sağlayan ‘S’ borusu; tuvalete dair her şey ‘S’ borusunun icadıyla değişiyor. Bokla aramıza ‘S’ borusu sayesinde klozetin içinde sabit seviyede duran temiz su giriyor, koku ve pis görüntü ortadan kalkıyor. Hatta bir takım deterjanlarla ovulmuş, emayesi parlatılmış kapağı giydirilmiş klozet dekoratif çağrı yapıyor. Gösterilesi bir şey.

Adabı muaşeret tarihinde bokun nesnel aleniyetiyle dildeki kamufle hali arasındaki tezat ilham verici olabilir. Tarihte bok ne kadar görünürse adabı muaşerette o kadar yok sayılıyordu. Onca klasik roman okudum sıçarken betimlenen bir kahraman hatırlamıyorum. Aksine bugün ‘shit’ sözcüğü çoluk çocuğun ağzında. Ama burada da farklı bir kamuflaj devrede; ‘shit’ nesne olarak bokun çağrışımını eliyor, bokun kendisini değil iletimini temsil ediyor, bir aksilik olarak, yansıtma bir sözcük gibi, bir ses. ‘Shit!’ Hay Allah! Hay aksi! gibi bir eş anlamlılık yok bu söyleyişte, daha da ötesi insan bir zamanlar  bağlı olduğu bir adabı muaşereti de çiğnemiyor, aksine herkesin eşitleneceği bir seviyeden sesleniyor: Sınıflarüstü bir dil… çağımızda bokun mucizelerinden biri bu. Karıştırılmasın diye tekrar edelim, burada eşitleyici olan eylemin kendisi değil, dil. XIV. Louis de özünde bir serf gibi sıçıyor ama Paris’in bokunu koklamamak için Versailles Sarayı’na sıçıyor (yapımına 1661 yılında başlanan Versailles Sarayı’nın 1768 yılına kadar tuvaleti yokmuş).

Malûm, bizim batılılaşma maceramızda alaturka ve alafranga sözcükleri bir ikilem olarak yer etmiş, düşünmek gerekir, bu ikilem neden ille de tuvalette mücessem diye.

Tuvaletteki alafranga ve alaturka diye isimlendirilen modeller doğu batı sentezi diyebileceğimiz bir uzlaşı mimarisini de yarattı. Aynı ev içersinde (özellikle yazlıklarda) hem alafranga hem de alaturka tuvalet bulunması buna bir örnek. Geniş ailelerde kuşak çatışmasını ortadan kaldırıyor… Ama Ortadoğu toplumlarının arazide yaptığı defi hacetten evin dışına kurulan tuvalete, oradan evin uzantısı (ekleme) tuvalete ve nihayet evin içine alınan tuvalete geçiş Batı’yı çok geriden takip ediyor. Okullarda tuvalet eğitimi ciddi bir sorun. Zizek’in sözünü ettiği bokun üç hali ile Ortadoğu’nun klozetle imtihanı kıyaslama yapılacak durumda değil. Batı’da bokun klozette duruş versiyonlarıyla Ortadoğu’da deliğini tutturamama hali nasıl kıyaslanabilir? Tabi bir de bokun yapısal farkı var. 

Çetin Altan Çanakkale ordularının komutanı Liman von Sanders’e yaver olarak atanan dedesinin tanık olduğu bir olaydan söz etmişti: Liman von Sanders Selimiye Kışlası’nın tuvaletlerini denetlemeye çıkmış. Hela taşının kenarında devasa bir bok kulesi. “Hiç böylesini görmedim,” demiş Liman von Sanders “kol kalınlığında ve dört lüle.” Sonra Çetin Altan’ın dedesine dönmüş “Hemen şifreyle haber verin, Alman Genelkurmayı’ndan bok mütehassısı göndersinler.” Alman bok mütehassıslarının verdiği rapor şöyle: "Türkler, yılda 25 yavru yaptığı için çok ucuz olan domuz etini yemediklerinden ve yılda tek yavru yapan koyunla, inek eti de çok pahalı olduğundan yüz gramlık biftekten alabilecekleri kaloriyi, iki okkalık somundan alabiliyorlar. O yüzden hazım için midelerinde yoğunlaşan kan, yeterince gidemiyor beyinlerine ve dışkıları çok kalın, göbekleri de büyük oluyor.") (1)

Şimdi bu tür konuları ele alırken klişe biçimde meseleyi Batı hayranlığı Doğu aşağılamasına çekenler olur. Türkiye’de garip biçimde sol ve sağ Batı düşmanlığında gizli müttefiktir; onlara milliyetçi birinin anlattıklarıyla cevap vereyim tedbir olsun diye. Atatürk’ün mutat zevat denilen en yakınlarından Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç Kore Savaşı hatıralarında anlatıyor. Seul yakınlarında karargâhtayken:

En büyük problem tuvaletlerin temiz tutulmasıydı. Bizden önce Amerikalıların kurup kullandıkları karargâhta tuvaletleri de onlardan devralmış ve maalesef değişik tuvalet âdetlerimiz yüzünden, çok geçmeden bozmuş ve kokuşturmuştuk.
“Tuvalet ve duşlar konusu, Kore’de –ve daha önce, nakliye gemisinde- en büyük problemdi… Erlerimiz alafranga tuvaletlere alışamıyor ve üzerlerine tüneyip pisletiyorlardı. Gemideyken, Gemi Komutanına refakat ettiğim teftiş turlarında, bu durumlar beni bir hayli utandırmıştı. Bir defasında çok garip bir duruma tanık oldum. Bir er, geminin giriş merdivenlerini aydınlatan büyük lambayı çevirip, büyük işini bunun içine yapmış… Gülelim mi ağlayalım mı? Yapacak başka bir yer bulamadığından mı, yoksa muziplikten mi, belli değil. Herhalde, asıl bilmece bunu nasıl becerdiği?” (2)

Doğduğum ama yaşamadığım, çocukken bayramdan bayrama ve yaz tatillerinde kısa süreliğine gittiğim Tirebolu’da çok keskin bir köylü şehirli ayrımı vardı. Kasabalıların her birisinin bir köyü olduğu ve yaz geldiğinde illaki köylerine fındık toplamaya gittikleri malûmdu. Buna rağmen şehirli ve köylü arasındaki kast düzeni hiç bozulmazdı. Köylülüğün uç sınırını marabalar temsil ederdi. Kasabalıların kendi marabaları üzerinde gösterdikleri kibarlık ve zarafet diğer köylüler nezdinde de görülebilir bir şeydi. Köylüler kasabaya geldiklerinde belli kahvehanelerde toplanırlar, belli bakkallardan alışveriş eder, hükümet konağında resmi işlemlerini görür ve köylerine dönerlerdi. Es kaza bir kasabalının evini ziyaret ettiklerinde ne olurdu? Tuvalete gidemezlerdi! Çünkü kasabalıların tuvaletleri pırıl pırıldı. Henüz o tarihlerde tuvaletler alaturka olmasına rağmen. Öyle ki bazı evlerde tuvalette kullanılan terlikle ev içinde kullanılan terlik ayrımı yoktu. Kimse dillendirmemişti ama tuvalet şehirliler ve köylüler arasında en önemli sınırdı.  Bunu bir tarafı övmek diğer tarafı yermek için söylemiyorum, nesnelliğe dikkat edin yeter.

Bu sınırı yumuşatan bir şey vardı, hâlâ var: Cami tuvaletleri.

Vaktiyle Turgut Özal Başbakanken karısı Semra Özal’ın başında bulunduğu bir vakıf adına bir araştırma şirketi, -o zamanki adıyla Zet Nielsen- umumi tuvaletler için bir temizlik anketi yapmıştı. En pisi cami tuvaletleriydi.

Cami müştemilatı olarak tuvalet ilginç bir yer. Üstelik defi hacetin büyük abdest, küçük abdest diye sanki ibadetle iç içeymiş gibi eylemi kamufle edici bir unvana bürünmesi de ilginç.

Zizek’e dönelim ve onun tasnif ettiği tarzda ekleyelim: Ortadoğulular sıçıp batırırlar.

Galiba bu yazının kokusu da çıktı, ayrıca bu yazıya gidecek bir müzik de bulamadım… Kestim...







(2)    Altemur Kılıç, Kılıç’tan Kılıç’a Bir Dönemin Tanıklığı, s. 172, Remzi Kitabevi, İst. 2005

27 Kasım 2016 Pazar

Kapı



“Bana bak sınır kapılarını açarım.” (Cumhurbaşkanı Erdoğan)

Şu kapı denen kavram. Tuhaf bir nesnenin adı. Kapatıyorsun kapanıyor, açıyorsun açılıyor. Sözcük de tuhaf, hem metafor hem gerçek. Bir yerde kapı varsa saf varoluş da bozuluyor, içerde veya dışarıdasın, kaçarı yok, bir psikoloji bu.

Kapının açık hali, kapalı hali yanında bir de aralık hali: dikkat edin, aslında "aralık" diye bir nesne yok, ama biz kapıyı değil aralığı görüyoruz.

Bakın kapının icadı diye bir şey de yok, menteşenin icadı var.

Sadece nesne değil, simge de. Otomatikman simgeselleşiyor. Mesela çelik kapı; kapının sağlamlığını iletmiyor sadece, içeride olanın dışarıya karşı korunmacı hassasiyetini  vurguluyor, güven duygusunu kasten abartıyor.

İstanbul’un meşhur sur kapıları, kapı adlarıyla semtleşmiş o tampon bölgeler: Edirnekapı, Topkapı, Ahırkapı… Kapı, kapı olarak eğreti bir varlıkken adı neden kalıcı? Kapının metaforu her zaman gerçek anlamını aşsın istenir de ondan. İnsanoğlu kapının enerjisine güvenir. Bir müeyyidesi var kapının.

Paris’in Zafer Tak’ı... şehir genişleyip sur olmaktan çıkınca sanki şehre örnek bir giriş yeri olsun istenmiş... devasa bir kapı gibi inşa edilmiş. Taklarda kapının model alınması ilginç değil mi? Bu mecaz anlamın makro boyuta taşması,  gerçek anlamı alt etmesi aynı zamanda. Bir kavram mecaz anlamlarını da kapsayınca kendine has bir gerçeklik de yaratıyor. 




Geçen kömürlüğümün kapısı alt tarafından parçalandı. Zaten kırık dökük bir kapıydı ama parçalanınca simgesi de parçalandı.  Parçalanmış kapıya şöyle bir yazı yazmak geçti içimden: ‘Bu bir kapıdır.’ Bu mesaj elbette okuması yazması olan insanlara gelsindi. Geceleyin sahilde ateş yakıyorlar, geçen sene odunumu çalan birini yakalamıştım.  Ama kapımı onlar parçalamadı, Kâzım’a saldıran köpekler parçaladı. Kâzım kedimizin adı.

Anlatayım:

Yıllardır kedi bakmıyorum. Çoğalıyorlar ve ölüyorlar. Ömrü kısa olan bir şeyi sevemezsiniz. Artık kapıya gelen sokak kedilerine bakıyorum arada. En son Şerafettin’e bakıyordum. Şerafettin’in asimetrik bir yüzü vardı, bir kulağı dik, bir kulağı aşağıda, yüzünün bir tarafı façalı. Tüylü, kabarık, sert bakışlı tam bir kış kedisi. Ne kışlar geçirdi. Bütün köpekler korkardı ondan. Bir gün bahçede ölüsünü buldum. Bir mezar kazdım ona. Bu son olsun dedim. Olmadı.

Geçen bir arkadaşım geldi oturduğu apartmanda bakamadığı kedilerini bana verdi.  İki kedi. Kafka ve Milena. Dedim ki arkadaşıma bu kediler ev kedisi, burada yarı vahşi yaşayacaklar. Başlarına bir şey gelebilir. Böyle dedim ve işin vicdani yükünü üzerimden attım.  Kömürlükte onlara yer yaptık, kapının altında sadece onların geçebileceği oyuk hazırdı zaten. Birkaç gün sonra arkadaşım Milena’yı kısırlaştırmak üzere götürdü. Kafka’yla baş başa kaldık. Kedi sevenler bilir, siz onları okşadıkça onlar sokulganlaşır, mırlar, o kadar sevimli olurlar ki, canlarını yakasınız gelir (gerçek sevgide okşayan el, bu tensel kararsızlığa düşmez mi, söyleyin). Ama Kafka’yla böyle olmuyordu, bir türlü yakınlaşamıyorduk. Sonunda anladım. Ona Kafka derken aramızda kendiliğinden bir resmiyet oluşuyordu. Kafka sevilmez. Soğuk. Kafka’ya saygı duyarsınız, Kafka’yı anlarsınız, yazma yeteneğini takdir edersiniz falan ama sevemezsiniz. Kafka size ince hastalığa yakalanmış biri gibi öyle uzaktan uzaktan bakar. Keşke hiç fotoğrafı olmasaydı. Keşke arkadaşı Max Brod’a bütün eserlerimi yak yerine bütün fotoğraflarımı yak deseydi. Kafka benim için özel ad değil, sizi sürekli anonim bir halin içinde gören bir çift kara bakış. Ve bir gün Kafka’yı severken ona ‘Kâzım’ dedim. ‘Kâzım!’ Daha senlibenli, daha sataşkan. Kasabalarda lâkapların da benzer bir rolü yok mu? Çocuğu ailesinin korumacılığından almak ona sokağın kimliğini vermek. ‘Kâzım!’ İşte bu. Bu isim değişikliği kediyi değiştirmedi, beni değiştirdi. Kâzım’a yemeğini suyunu veriyorum, eve alıyorum, seviyorum, okşuyorum, bir köşede uyutuyorum ve uyanıp huysuzlaşınca (kakasını, çişini yapacak bir yer arıyor köftehor) ‘Olmaz Kâzım!’ diyorum, Kâzım’ı, dışarı, kapının önüne bırakıyorum.

Bir hafta sonu, öğle sonrası… Kâzım dışarıda, ben de uzanmış Thomas Hardy okuyorum. Dışarıdan bir gürültü geldi, ardından bir köpeğin acı acı bağırışı. Kitabı elimden bıraktığım gibi koştum, baktım iki köpek kömürlüğün kapısını zorluyorlar. Köpeklerden biri, göttenbacak olanı kafasını kapının altındaki oyuğa sokmuş. Ben bağırınca kaçtılar. Peşlerinden bir odun parçası da fırlattım. Vurasıya değil, korksunlar bir daha gelmesinler diye. Kapının alt tahtalarını parçalanmış görünce keşke vurasıya atsaydım dedim. Kâzım beni köpek düşmanı etti. Kömürlüğü açtım. Kâzım, odunların üstünde, iyice kamburunu çıkarmış, ürkek; benden bile korkuyor. Kediler korkunca tehlikeyi genelleştirirler. Güçbelâ aldım Kâzım’ı oradan. Baktım, kuyruğunun alt tarafında ve sağ bacağında yaralar var. Eve götürdüm, yaralarını pansuman ettim. Birkaç gün evde kaldı.

Sosyal Bilgiler dersinde bu olayı anlatırken çağrıştı (aslında sürekli bozulan ve tamir edilen bir sınıf kapımız da var), çocuklara sordum:

“Evin kapısı içeri açılırken neden kömürlük kapısı dışarı açılır?”

Önce anlamadılar, uygulamalı sordum. Sınıfın kapısı da dışarı açılıyordu, ama her ikisinde mantık farklı işliyordu (sınıf kapısı; yangın, deprem gibi bir felaket olduğunda kapı önünde izdiham olmasın diye dışa açılıyordu). Kafaları karıştı… Çünkü mantık tersti, anlatmak istediğime uymuyordu. Ben de anlatmaya başka bir terslikten başladım, evlerin kapısından. Evinizin kapısını dışarıdan biri tıkladığında açarsanız kapı onun kafasına vurur. Ev kapısı açılma yönüyle içeri davet eder, kömürlük kapısı dışarı açılır böylece mekân daralmamış olur. Bu açıklamamın dülger mantığına dayanan daha geçerli bir ilk nedeni vardı muhakkak. Ama insanlar bir uygulamanın istikrar kazanmasıyla ilk nedenini birbirine karıştırırlar. Sanki ilk neden sonradan da nedenmiş gibi.


“Bana bak sınır kapılarını açarım.”

Osmanlı’da saray kapılarından sorumlu kapıcıbaşı diye bir mevki vardı tabi.

Güney kapısından giriş yapan Suriyeliler, batı ve kuzeybatı kapılarından Batı’ya kaçmak istiyorlar. Bu insanlar yoksullar ama Türkiye devletinden geçinen insanlar da değiller. İnsan kaçakçılarına döviz ödüyorlar, ucuz işgücüyle taşranın vahşi orta sınıfını palazlandırıyorlar. Yabancı ve sığınmacı oluşlarının verdiği itaatkârlıkla, minnetle sonradan görme yerli patronlara ekstra itibar kazandırıyorlar. Suriye iç savaşı başladığında kapıları açtığını söyleyenler aslında Şam’da cuma namazı kılmak için kendi Osmanlı iştahlarına da kapı açmışlardı. Yani bu kapı kovboy filmlerindeki ‘saloon’ kapısına benziyordu, insanın hareket yönüne göre açılıyordu.

“Bana bak sınır kapılarını açarım.”

Bir tehdit bu. Ama bir itiraf da. Tehditten korkmazsan geriye kaba bir itiraf kalır. Bildiğin kimya.

İki gün önce bir Güneykore filmi (Handmaiden) izledim. Genç kız çalışacağı malikâneye yolculuğu sırasında otomobilin korna sesiyle uyanır.  Önlerinde geniş bir kapı açılır. Kız geldiğini sanır. Ortalık zifiri karanlıktır. Otomobilin şoförü “Uykuna dön” der, “eve hâlâ çok var.” Gerçekten de malikâneye vardıklarında güneş çoktan yükselmiştir. Bu sahne bize arazinin büyüklüğü hakkında net bir bilgi verir. Kapıların yarattığı sahiplik ve hiyerarşi hakkında da. Mesela birinin statüsünü kaç kapıdan sonra ona ulaşılabildiğiyle ölçebiliriz. Araya mesafeleri de koymak lazım tabi. Bizim kapımız Batı’nın dış kapısı aslında.

Bu ülkenin kapıyı kırıp odun etmek diye bir deyimi de var. Boşuna söylenmemiş.

Cumhurbaşkanı’nın kapısıyla benim kömürlüğümün kapısının bir ilgisi yok. Yazı olsun diye imgesel bir bağ kurmaya kalkışmak da abes olur. Ama sözcüğü kavramlaştırınca ilgi kendiliğinden geliyor.


Kâzım iyi. Okul dönüşü her akşam kapının önündeki balkonda bizi bekliyor denize karşı. Eee Kâzım’a manzara lâzım...






29 Ekim 2016 Cumartesi

Fikirsiz Entelektüel



Eskiden satın alacağım kitapları elime alır seçerdim. Ankara’da ayakyolu yaptığım Zafer Çarşısı: yeraltında olmanın emsalsiz hali. Merdivenden aşağı inip yeryüzünden yitince, kitapların kanatları altına girerdim. Her gün uğrardım oraya –bazen günde birkaç kez- ama parasızlık yüzünden ayda üç dört kitap ancak alırdım. Satın alamayacağım kitaplara bakarken (ön kapağına, ya da arka kapağındaki tanıtım yazısına bakmaktan söz etmiyorum, bizzat içinden birkaç sayfa okuyarak)imrenme duygumu öldürürdüm (imrenme zaten imrenme duygusunu öldürme arzusu değil mi?) onlar hakkında ayaküstü fikir sahibi olurdum. Bu tutumum kitaba sahip olmanın hileli bir yöntemiydi ama işe yarıyordu. Zamanla “iyi” kitabı “kötü” kitaptan ayıracak keramete kavuştum. Artık birkaç sayfa değil, kitabın rastgele bir sayfasından rastgele bir cümle okumam yetiyordu.

Son on yıldır kitaplarımı internetten ısmarlıyorum. Dolayısıyla ısmarladığım kitaplar arasından “çöp” kitaplar da çıkıyor. Kitapları seçerken genellikle yazarın adına bakıyorum, ya da kitap dergilerinde çıkan tanıtım yazılarına, olmadı okuduğum bir yazarın referansına… ama araya, verdiğim paraya değmeyecek kitaplar da karışıyor. Hem pişman oluyorum hem aldatıldığımı hissediyorum (bu iki duygunun bir arada bulunması bir tedbir gibi; biri diğerine karşı avutucu). Talal Asad’ın Dinin Soykütükleri böyle bir kitap. Üstelik kitabı Metis basmış. Adam hakkında biraz araştırma da yaptım. Youtube'dan videosunu izledim. Talal Asad Suudi kökenli. Batı’da eğitim görmüş, bibliyografyası zengin. Ama adamda fikir yok. Tipik yaranmacı, İslamcı (öyle olmadığı halde öyle görünmeyi beceriyor; Batılı imajı için cümleyi şöyle de kurabilirsiniz: İslamcı olduğu halde öyle görünmemeyi beceriyor) Ortadoğu kafası. Madem para verdik ziyan olmasın okuyalım karmaşası sayesinde ilginç bir şey fark ettim, fikirsizliğin zımni bir üslubu varmış: zımniliği korumak... Adamın yazdıklarını araştırayım derken adamın kendisi bir araştırma nesnesine dönüşmeye aday.

4 Ekim 2016 Salı

Can Sıkıntısı



Canım sıkılıyor demenin maliyeti yok, aleniyete en yatkın duygu. Ama canının sıkıntısını anlatmaya henüz başlamışken birden her şey ilginç olabilir. Hikâyene ev sahipliği yapan mekânın vaadidir bu.

Canını sıkan ne? İşte aklın hareket noktası. Bu sorudan uzaklaşmayan kendi bireyselliğini keşfedebilir. Tamam mola ver, ama hep oraya dön. Zaten ister istemez oraya dönüyorsun, bu kez hazırlıklı ol.

Can sıkıntısının da statüleri var. Dağ başında birinin sıkıntısıyla Paris’te bulunan birinin can sıkıntısı aynı olmaz. Baudlaire Paris Sıkıntısı derken can sıkıntısına bir marka kazandırdı.


Meşruiyetin dışına çıkmak için soralım:

Can sıkıntısı ne demek?

Almancada can sıkıntısını anlatan birkaç sözcük var, en çok kullanılanları ‘die Langeweile’ ve ‘der Missmut’. Heidegger Varlık ve Zaman’da ‘Missmut’u kullanmış. İlgili kitapta can sıkıntısı başlıklı bir bölüm var diye hatırlıyordum, sayfa sayfa baktım yok, sonra altını çizdiğim yerlere baktım, hiç can sıkıntısı sözcüğü geçen bir satırın altını çizmemişim. Hayret.  Ama kitabın hem Aziz Yardımlı çevirisinin arka bölümünde hem de Kaan H. Ökten çevirisinin ilave kılavuzunda yer alan Almanca Türkçe sözlüklerinde can sıkıntısı karşılığı ‘Missmut’ verilmiş. Demek Heidegger’in tercihi bu. Adı geçen sözcüğü bulmam için kitabı yeniden okumam gerekiyor. Bunu yapmayacağım. Heidegger’i söylediklerimi doğrulamak için referans alamayışım (alıntı, alıntı yapanı değil yazanını doğrular) kavramı yeniden düşünmemi sağlasın istiyorum. Bir kapı. Belki… Artık idare edin.

Düşünmek için Heidegger’in yöntemi güzel. Sözcüğü parçalamak ve yeniden monte etmek.  Bu yöntemi sözcüğün anonim ruhuna ulaşmak için kullandığım sanılmasın; sözcüğün ilk baştaki 'unutulmuş' ama yeniden düşününce anlamını zenginleştiren, kendi iç imkânına kavuşturan parçalanmasından söz ediyorum. Almancanın felsefi dil olarak ayrıcalığı bu. Miss=bozuk, başarısız. Mut=cesaret. ‘Miss’ ayrılamayan bir önek. Sözcüğü parçalayınca motomot bir çeviriyle ‘başarısız-cesaret’ gibi bir anlam çıkıyor. Sözcüğün bu ham halinden kalkarak şunu söyleyebilirim: sözcük nasıl kendi kökenini unutmuşsa, can sıkıntısı da kavram olarak asıl nedenselliğini unutmuş. zaten bu yüzden kullanışlı. Cesaretsizlik yüzünden yapılamayan şeylerden sonra oluşan boşluk... can sıkıntısı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Sözcüklerin bir kılıktan diğer kılığa kolay geçişleri ruhumuzun bir halden diğer hale geçişlerini temsil etmez; aksine sözcük bizzat kendi manevra hızıyla ruh halimizi bilinçdışına iter, tanınmaz kılar. ‘Canım sıkılıyor’ derken kendime ait bir izah da sunmuş olurum. Baştan nedenselliği iptal eden bir izah. ‘Hiç… sıkılıyor işte.’ Bir eyleme girişmekle girişememek arasındaki ikircikli tutum içimde mayalanır, beni başka birine dönüştürür. Kendinden şikâyet eden biri. Ama henüz pişman olan hayıflanan biri değil. Arzu yokluğuyla uzayan bir ara durum. Arzu yokluğu, yani hafiflik. Milan Kundera’nın bilinen romanının adını başka türlü söyleme imkânıyla: hafifliğin dayanılmaz varlığı. Can sıkıntısı… Engellenen arzunun yoğunluğu kaygı yaratırken (Melanie Klein’da), cesaretin ölmesi (daha iyi bir deyişle sönmesi) yüzünden arzunun yokluğu can sıkıntısı yaratır. Bu saikle can sıkıntısı daha masum, daha dillendirilebilir halde görünür. Çoğullaşan bir kendini ifade biçimi. Sadece kendini ifade etmiyor, diğeri adına da konuşuyor.

Ama can sıkıntısını anlatmaya çalışan bir arzu duymak: Yazmak.


Çağnam Erkmen Paris’te sıkılan bir kadını yazmış. Eee sıkılacaksan Paris’te sıkıl.

Çağnam Erkmen Yok kitabındaki ‘Paris’te’ öyküsüyle ‘Kadınlar Ne İster?’ (Freud) sorusunu bize yeniden soru olarak iade ediyor. Çünkü bir soru ancak soranın bunu neden sorduğunu gizlerse hayat bulur. Yani bizzat soru, çıkış noktasına yönelik kendi içkin sorusunu gölgeliyorsa. Elbette sorana da bir soru sorulabilir. Ama hazırcevap: Burada soruları ben sorarım. Eğer ‘bir kadın ne ister?’ diye bir soru soruyorsanız, ‘bir’in tekliği ile ‘kadın’ın genelliği arasında bir uyum yasasını talep ediyorsunuz demektir; Don Juan'ı bu genelleme mertebesine ulaşmış müstesna kişi kabul edelim.

Hikâyenin anlatıcısı kadın Paris’te bir bistroda kocasıyla otururken adı Antoine olan bir sokak serserisini tanıyor. Tanışmıyor, tanıyor. Adını nereden mi biliyor?

Çünkü Asyalı garsonla gürültülü tartışmalarına kulak misafiri oluyorum.

Üçüncü kişinin adı Antoine.

Bir öyküde ancak üçüncü kişi varsa bir şeyler değişir.

Aşk kendini korumak için her zaman üçgen yaratır. Ama bu bir aşk öyküsü değil. Yine de bir üçgen var; kaygı, arzu ve can sıkıntısı arasında anlatıcının kendi içinde kurulan bir üçgen.

‘Tanışmıyor, tanıyor.’ diye bir cümle kurdum yukarıda. Bunu biraz açayım. Bazı insanları o bizi tanımazken tanırız. Onu bize tanıtan görünümü ve etraftan kulağımıza çalınanlar kafamızda bir portre oluşturur. Bunu nadiren aşarız, eşitsiz bir tanımadır bu; ancak gerçek tanımadan farklı olarak aşinalık denilen güvenli mesafeyi korumak işimize de gelir. Zararsız olma hali: diğerini aşina kılmak. 

Antoine’da aşinalıktan daha fazla şeyler görme eğilimindedir anlatıcı:

Kırçıllaşmış saçları ve kesif kokusu olmasa, yakınlardaki Sorbonne Üniversitesinde ders veren sanat tarihi profesörlerine benzetilebilir. Yüzü sürekli sokaklarda dolaşmaktan bronz, sağlıklı ve çok kırışık. Çöpten bulmuş olduğunu düşündüğüm gözlüğü de ilgimi çekecek kadar özgün bir tasarım. Yine de sokak serserisi işte. Altına işeyenlerden değil ki, kafeden kovulmuyor.”

Kadın ve kocası birçok kez gelmişler Paris’e, şehri tanıyorlar, gitmedikleri, görmedikleri pek bir yer kalmamış, belki ‘birkaç küçük müze, yeni keşfedecekleri yerel bir lokanta’… Niye gelmişler ki bu şehre?

Bir lokantaya gidiyorlar. Ve tesadüf, Antoine lokantanın karşısındaki bir banka  oturuyor. Çevresindeki gençlerle konuşuyor. Bilgili biri… Otele dönüyorlar, duş alıyorlar, gece bir bara gidiyorlar. Değişiklik olsun diye bir İrlanda barına. O da ne, Antoine yine. Bu kez kocası fark ediyor.
Antoine ayartıcı bir imge. İkili ilişkiyi üçgene çeviren bir öte köşeyi temsil ediyor. Henüz o köşenin kendisi değil, ima halinde. Deli ve sokak serserisi olması öteki adam fantezisini çarpıtmaya yarıyor. Öteki adamın gayriciddi varlığı. Peki bu imge ya öteki adamın ta kendisi olursa. Gerçekte cinsel iştahın tam da böyle bir gayriciddiliğe ihtiyacı varsa ne düşüneceğiz?

Kendi başımdan geçti. O zaman gençtim. Ankara Kızılay’da Zafer Çarşısı’nın üst tarafında Beyaz Ev (yoksa Saray mı?) denen kafede kız arkadaşımla oturuyordum. O zaman kafelerde bira da veriliyordu. Benim doğal eğilimim susmaktır, eğer susmam diğerine bir tedirginlik yaymıyorsa huzurluyum demektir. Onunla güzel susardık. Bir an onun aşağıda bir noktaya baktığını ve gülümsediğini gördüm, sanki birinin selamına karşılık verir gibi, mahcup ve sevecen. Hani istediğini almış bir bakış, hoşnut. Aşağıda gülümsemenin diğer ucunu aradım. Ama yok. Hayır var, yerde, çiçek tarhının kenarındaki sete oturmuş o evsiz adam. Sıhhıyye Tunalı Hilmi Caddesi güzergâhı içinde hep yürürken gördüğüm kirden keçeleşmiş uzun saçlı, sakallı, zayıf ama güçlü. Bakışları içe işleyen, sanki tanıyormuş gibi bakan. 1982 Dünya Kupası’nda Brezilya Milli Takımında oynayan Sokrates’e benziyor. Kiminle bakıştın dedim ona. Başıyla Sokrates’i işaret etti. Adam tekrar baktı, bakışı benimle karşılaşınca çabucak önüne döndü, acemice... hâlâ gözlerimin önünde elleri dizlerinde tostop. ‘Yakışıklı adam dedim. Güldü. Demin bana öpücük gönderdi dedi. Hey dedim adamın halini görüyorsun bir de aşık etme kendine. Aslında korkum kız arkadaşımın ondan hoşlanmasıydı. Gonçarov’un Yamaç romanını okumuştum.

Kadınlar ne İster değil, bir kadın ne ister? Çağnam Erkmen anlatmış, Yok’ta…



13 Eylül 2016 Salı

Reçel










Uzun bir koridorun ortalarında açık kapıdan içeri soktu beni gardiyan. İriyarı bir adam eşikte kapının pervazına sırtını yaslamıştı. Zayıf genç biri üst ranzaya oturmuş tespih çekiyordu, “Hoş geldin,” dedi elini uzatarak. Gardiyan ona “İn lan aşağı!” diye bağırdı. Genç adam aşağı atladı, iriyarı adam da toparlandı ve homurdanarak “Hoş geldin,”  dedi. Kime? Bana mı, gardiyana mı?

Gardiyan kendisine gösterilmesi gereken bir saygı ortamı yaratmıştı ama refakat ettiği bir amiriymişim gibi bir yanılsama da yaratmıştı sanki. Belki de sadece benim üzerimde.

İlerde masada gardiyanın öfkesini takmıyormuş gibi oturan güleç yüzlü bir adam daha vardı.

“Geçmiş olsun,” dedi, “Siyasi dimi?”

Kafamla onayladım onu.

“Tahmin ettim,” dedi.

Sanıyorum ben gelmeden haberim çoktan gelmişti ama güleç yüzlü adam bunu tahmininden bilgelik akıyormuş gibi söyledi.

Gardiyan, gencin biraz önce oturduğu üst ranzayı gösterdi bana:

“Burda yatarsın,” dedi ve çıktı.

Benimle dört kişi olan tecrit odası. Diğer üçü alt ranzalarda yatıyorlardı, altlı üstlü üç ranza vardı zaten. Ben gelince onlar otomatikman kıdemli olmuşlardı. Malûm, alt ranzalar yirmi dört saat yanan lambaların hışmından muaf. İriyarı adam elimdeki poşete uzandı:

“Verin yerleştireyim,” dedi.

“Gerek yok,” dedim.

Benden belki de beş yaş büyük, üstelik iriyarı bir adamın bana hürmet etmesi tuhafıma gitti. Daha doğrusu hürmet mi başka bir şey mi anlayamadım. Diğer mahkûmların siyasilerden çekindiklerini biliyordum ama iriyarı adamın gösterdiği hürmette bir yaranma emaresi yoktu. Bir yakınlıktı, ama nasıl bir yakınlık? Sırf hürmeti boşa gitmesin diye (aslında hürmetine hürmet ederek; hürmetin içinde böyle gizli bir ödeşme talebi vardır ya hep) ya da ezberimde başka bir adap olmadığı için gayri ihtiyari poşeti onun ellerine teslim ettim. İriyarı adam ranzanın çarşafını düzeltti, elinin tersiyle tozunu çöpünü temizliyormuş gibi yaptı, yastığı çırptı ve poşeti yastığın üzerine koydu. İçinde iç çamaşırlarımın olduğu poşet. İriyarı adam bunları yaparken üzerindeki rengi solmuş lacivert ceketinin iyice kısa olan kolları dirseklerine kadar çekildi. Bu kısa kollu ceket avare bir görünüm veriyordu ona, sanki kollarının bir kısmı fazlalıktı onlarla ne yapacağını bilemiyordu, aşağı doğru boşuna sarkıyordu… acemi bir irilik. Kafası kocamandı. Konuşurken iticiliğini devamlı aklına getiren gizli bir uyarı alıyormuş gibi, ileri ve aşağı uzayan kafasını birden geri çekiyordu. Göz göze gelince yüzü sızlıyordu sanki. Tombul iri burnunun ucunda toplanmış kızarıklık. Her insanın yüzünde gözümü dikeceğim bir nokta bulurum ille.

“Evet” dedim, “teşekkür ederim.”

Ellerini önünde topladı:

“Olsun,” dedi.

Bedenin mütevazılıkla mahcubiyet arasındaki kararsızlığı… gözlemlediğim anda kendi bedenime de sirayet eden şey.

“Yemek ne zaman?” dedim, ortaya sordum bunu.

Güleç yüzlü adam:

“Altıda,” dedi ve ekledi “daha üç saat var.”

Kolunda saat olmadığı halde nasıl bildi? Adam sırf tahmin.

“Koridorun sonunda kantin var, istediğini aldırabilirsin,” dedi.

Karnım aç sayılmazdı ama o anda bir aksiyon dikkati dağıtmak için herkese iyi gelecekti. Kapıdan kafamı uzattım, kantini mimledim; ileride sağda demir parmaklıklı bir bölme.

“Siz bir şey ister misiniz?” diye sordum.

Tek tek herkese baktım, sonunda iriyarı adamın kırmızı burnuna. İriyarı adam:

“Ben alayım,” dedi, avucunu bana uzattı.

“Ben alırım, var mı istediğiniz bir şey?” dedim.

İriyarı adam önümü kesti:

“Ben alırım,” dedi yine, sesinde ısrardan çok bir inatçılık vardı.

Diğerlerine baktım, sanki çıkacak bir tatsızlığa karışmak istemiyorlarmış gibi bakışlarını kaçırdılar. Cebimden bir bütün parayı ona uzattım:

“Peynir zeytin al…” dedim, “çay veriyorlar mı?”

Güleç yüzlü adam:

“Veriyorlar ama demlikle, biraz beklemen gerekir,” dedi.

“Tamam” dedim, iriyarı adama döndüm:

“Dört kişilik de çay.”

Ayağını sürüyerek gidiyordu, sağ terliğini bir ip tutuyordu, ip gevşemişti ve otuz santim kadarlık artan kısım geriden onu takip ediyordu. Hakikaten de dev gibi bir adamdı. Yarı yolda durdu, bana baktı, yüzünde memnun bir gülümseme…

“Çay demlenince gidip alacağım,” dedi iriyarı adam, getirdiklerini masanın üzerine koydu, paranın üstünü de. Büyük bir kavanoz reçel de almıştı. Reçel hesapta yoktu, paranın çoğunu o tutmuştu galiba. İriyarı adam reçelin yarısını bir tasın içine döktü. Burnundan hızlı hızlı soluyordu. Masayı düzenlerken insan ondan bir sakarlık bekliyordu. Belki de kaptığı her şey iri ellerinin içinde kaybolduğundan iyi kavranamamış hissi uyandırıyordu. Masa hazırdı, üç sandalye vardı, iriyarı adam kendi sandalyesini bana vermiş gibi ayakta dikildi. Güvenlik gereği kaşık ve çatal olmadığından elimizle yiyorduk. İriyarı adam ekmeğini reçele banıyordu habire. Bir anda silip süpürdü reçeli, ben tadına bile bakamadan o çoktan tasın dibindekileri parmaklarıyla sıyırıp yalamaya başlamıştı. Görgüsüzlük, açgözlülük, bencillik ne derseniz deyin benim iriyarı adamda gördüğüm başka bir şeydi…

Çocukluğumda mahalle arasında oynarken akşama doğru karnımız acıkırdı ve mola verirdik, herkes annesine seslenirdi: ‘Anneee!.. Anneeee!.. reçel ekmek!..’ Aramızda babası helâ bekçiliği yapan çok yoksul bir arkadaşımız da vardı. Annem ona da bir reçel ekmek hazırlardı. Ev yapımı yaban çileği reçeli. Karnımızın açlığıyla ve bir an önce oyuna devam etme telaşıyla çabuk çabuk yerdik. Yoksul arkadaşım da çabuk yerdi ama o bizden farklı olarak her ısırıştan sonra geri kalan lokmasını seyrederdi. Elindekinin kıymetini bizden daha iyi bilen bu hali hoşuma giderdi. O zamanlar teşekkür etmek yoktu, ama onun bu hali teşekkürden fazlaydı.

İriyarı adam kavanozu elinde evirip çevirerek ışığa tuttu, ranzasının başucuna koydu ve üzerine yüz havlusunu örttü.

Çaydan sonra iriyarı adam ve genç adam koridora volta atmaya çıktılar. Güleç yüzlü adamla masada baş başa kaldık,  sigara içiyorduk. Sorma sırası bendeydi:

“Siz neden düştünüz içeri?”

Güleç yüzlü adam masada kalan kesme şekerden dişleriyle bir parça kıtladı, ağzına attı:

“Biz hepimiz hırsızız,” dedi. “Benim hem suçum hem mesleğim hırsızlık, onlarınsa sadece suçu…”

 Şaşkın şaşkın yüzüne baktım.

“Bak anlatayım,” dedi.

“Beş altı yıl önce sizin gibi siyasi bir arkadaşla aynı koğuşta yattım. Bana dedi ki bir gün ‘Madem hırsızlıktan vazgeçmiyorsun sana hırsızlığın felsefesini anlatan bir yazarın kitabını önereyim.’ Bilirsin Jean Genet’nin Hırsızın Günlüğü. Okudunuz mu? Okumadınız demek. Kitabı dışarıdan ısmarladı. Cezaevi müdürü kitabı vermek istemedi, arkadaşım dilekçe yazdı kabul etmediler, en sonunda savcılığa başvurdu da kitap bize ulaştı. Jean Genet’yi okuyunca bende samimi ikrar gelişti. Bir duygu mu demek lazım buna bir motor davranış mı, bilmiyorum. Hâkimin karşısına geçince dilim çözülüyor, çok güzel cümleler kuruyorum. Hani insanın kendi belâgatinin kendi aklını esir alması. Gerçek bir olayı anlatırken insanın elde ettiği o pürüzsüz bilinç akışı. Mahkeme sanki konuşmam için bir fırsat. Bu durum hâkimlerle aramda özel bir bağ kuruyordu. Hâkimleri hiç yormuyordum, ne yalan söyleyeyim onlar da ellerinden gelen en hafif cezayı verdiler bana…”

Bir süre sustu.

“Şu iriyarı adam neden buradadır dersiniz?”

“Hırsızlıktan dediniz ya.” dedim.

“Evet ama ne çalmış sizce?"

Dudağımı büzüp ellerimi iki yana açarak bilmem anlamına gelen hareketi yaptım.

“Reçel…” dedi. Ve devam etti:

“Mahallesinde oturan yaşlı bir karı kocaya gelinleri bir bidon reçel getirmiş, tesadüf bu ya bizimki de oradan geçiyormuş. Bahçe kapısından, evin dışından merdivenle çıkılan ikinci kata kadar reçeli o taşımış. Saf bir adam, kapıda beklemiş ki, bir kaşık da olsa reçel versinler. Ama vermemişler. Bir akşam adamımız uzun boyunun da yardımıyla merdivenin sağındaki pencereden içeri girmiş. Yaz günü pencereler açık tabi. Şimdi size anlatırken her şey gözümün önünde, çünkü o evi biliyorum. Siz bir eve acaba kim oturuyor diye bakarsınız, biz hırsızlar acaba nasıl girilir diye bakarız. Reçelli ev… Adamımızın ehli sanatı hırsızlık değil, pahada ağır yükte hafif şeyleri bilmiyor. Neyse adamımız reçeli alıp girdiği gibi evden çıkmış. Ama kendini de ele vermiş. İriyarı adam cepçi, yankesici olur hırsız olamaz. Kim bilir zücaciye dükkanına giren fil misali ne sakarlıklar yapmıştır. İhtiyarlar uyanmışlar ama korkudan seslerini çıkarmamışlar. Adamımız evi terk eder etmez pencereye koşup basmışlar feryadı. Bir yan komşu görmüş onu zaten pencereden çıkarken. Hâkim ona reçeli sormuş. Yedim demiş. Boş bidon nerede demiş. Attım demiş. Nereye attın demiş. Bilmiyorum demiş.  Bence reçeli sakladı. Havluyla nasıl sakladı baksana kavanozu…”


Tahminini mi anlatmıştı yoksa gerçeği mi bilmiyorum.

Güleç yüzlü adam sözünü bitirince bir arkadaşımın başından geçen bir öykü geldi aklıma. O anda anlatabilirdim ama anlatmadım.

Öykü şöyle: Yıllar önce siyasi kaçak arkadaşım Beyoğlu’nda takibe uğramış. O sırada siyasetle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir arkadaşı da var yanında. Arkadaşı uzun yıllar kasabada çalışarak para biriktirmiş, Amerika’ya gitmek istiyor. Düşünün ayağına gelmiş Amerika'yı emperyalist diye kovmak isteyen biriyle, Amerika'ya gitmek isteyen birinin arkadaşlığını... Bütün hayali bu, Amerika’da yaşayan bir çocukluk arkadaşının yanına gidecek. Vizeyle uğraşıyorlar ya da vize nasıl alınır onu öğrenmeye… Ben de tanıyordum onu, herkes Amerika’ya karşıyken onun için Amerika güzel bir kadın demekti. Haklıydı da. Murathan Mungan’ın Avara şiirindeki gibi:

Anımsıyor musun?
Bir çetemiz vardı: Vahşi Siyah Atlar
Ismarlama serserilikler yaşardık
Kimseden bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
Sokaklarda sabahlamak, parklarda yatmak
Yabancıları mahalleye sokmamak gibi
Ve bir gün gideceğimiz bir Amerika vardı
Herkesin bir Amerika’sı vardı o zamanlar
Herkes gece istasyonlarında
Kendi Amerika’sını aradı.


Polis onları içeri alıyor. Amerika’ya gidecek olan, arkadaşıma soruyor, ne yaptık biz diyor, Amerika’ya gidecektik ne işimiz var bu hücrede. İçi daralıyor. Bağırmaya başlıyor ‘Reçel verin bana!’ Hatırlıyorum onu, iriyarı güçlü bir arkadaştı, iri çok iri parmakları vardı, tezgahta balık satarken o iri elini balık dolu kasaya daldırırdı; müşteride cömertlik hissi uyandıran elleri… O iri elleriyle duvarı döverek tekrar tekrar bağırmış: Reçel verin bana! Polis anlayamamış ne diyorsun diye çıkışmış. Sorguya alındıklarında anlat bakalım demiş polis ona. Bana reçel verin! demiş yine, yoksa hiçbir şey anlatmıyorum…


"Bir reçel ne kadar dayanır?"

"Anlayamadım." dedim.

"Yani bu bizim iriyarı adam çıkana kadar bozulur mu merak ettim." dedi güleç yüzlü adam.









31 Ağustos 2016 Çarşamba

Che ve Diğeri



Che güzel adam, asil bir yüzü var. Her güzel adamda asil yüz olmaz.


Nedir asil yüz? Asil yüzün kendine yeter bir ifadesi olur, göz kendi ufkuna bakar, daracık bir alanda bile bu ufku ne eder eder bulur, oradadır ama uzaktadır da. Alt dudak üst dudağı yukarı iter, ağzın doymuşluk hissiyle hayata verdiği cevaptır bu. Yani karnım tok demektir, sana muhtaç değilim… Che bu yüzünü yaşlanmadan bize armağan etti… 



Diğer yüz… çirkin demeyelim, güzel değil. Sevilmez bu yüz, gerçek anlamda sevilmez. Azıcık bir merhamet kondur bu yüze ziyan olur… Emperyalizm, faşizm, ideoloji, sınıfsal mınıfsal değil insanın tözüne ait bir sorun var ortada. İnsan sevilmediğini çok kolay anlar, her insanda bu asgari zekâ bulunur… Abdi Ağa Hatçe'nin âşık olduğu İnce Memed’e eşkıya der…



10 Ağustos 2016 Çarşamba

Karagöl



Yattığım yerden tavana bakarken aklıma gelen babamla yaşadığım bir olay. Ta ne zamandır kafamda tekrarlayıp duruyor.

Tavan önemli. Tavanda film oynatırım, cümleler yazarım, okuduğum bir şeyleri hatırlarım, tahmin ederim, Karaköy vapuruyla Kadıköy’e geçerim… Edip Cansever masaya koymuş, ben tavana koyarım…

Babam kaymakam adına köylere men’i müdahaleye giderdi. Men’i müdahale ne demek? İşin hukuki kısmı karışık; ben fiili durumunu açıklayayım, kısa ve öz: köylüler arasındaki yer ihtilaflarında devletin arabuluculuğu. Devletin arabuluculuğu sanıyorum köylerde “ağadayı” denilen nüfuzlu kişiler tarafından ön hazırlığı yapılmış arabuluculukla dayanışma içindeydi. “Ağadayı” kavramına sonra geleceğim. Bu yolculuklar hafta sonu olduğu için babam harcırah alırdı, köylünün verdiği içkili ziyafet de caba. Arada beni de götürürdü. Kaymakamın makam cipiyle… şoförü Mehmet amca, kafa dengi. Bütün mesele sabah erkenden kalkmak.

Şafak sökerken yola koyulduk. Yayla yolu şimdiki gibi asfalt değil, eciş bücüş. Karagöl civarında bir mezraya gittik. Her yerde bir kara-göl vardır illaki. Suyun renginden öte tekinsizliği çağrıştıran bir uzak taraf. Tekinsizliği müstahkem kılan bu adlandırma aksine oturulan yeri de güvenli bölge ilân ediyor. Ama kasabadan yaylaya giden biri için de yolculuğun uç sınırı, sözü edilecek bir macera anlamına geliyor: ‘Karagöl’e gittim.’ İyi...

Yolun yarım saatlik kısmını yürüdük. Başka bir coğrafya… gökyüzü daha yakın, ağaç yok, küçük kubbe biçimi tepelerden, düz eğimlerden oluşan uçsuz bucaksız bir mera. Yer yer toprağa gömülü kaya parçaları. Yaz mevsiminde yamaçlarda hâlâ erimemiş kar, bembeyaz, üzerinde derin gözenekler… nerden toz gelsin de kirletsin? Etrafta patika cinsinden bile olsa bir yol olmayışı, insana bir serbestlik veriyor, bir şaşkınlık. Tuhaf...  koşma hissi uyandırmıştı bende. Ama arazinin düzlüğü ve kimsesizliğinin (sahibi yokmuş gibi) verdiği başıboşluktan değil, sanki karşı tepeye çıkınca başka bir yer görecekmişim gibi, ya da o yeri vaat eden bir yol. Yol bir modern algı… araziyi tanımlıyor, insana yön duygusu veriyor; bildiğimiz anayönlerden söz etmiyorum, daha çok bir kerteriz, bir dayanak…

Basık kerpiç bir evin önünde sakallı bir adam karşıladı bizi. Eşkıya gibi bir adam, elinde mavzeri, uzun boylu, sert bakışlı. Yılmaz Güney’in Ağıt filminden fırlamış diyeceğim ama henüz o film çevrilmemiş. Kaba bir konuşması var, galiba öfkeli de. Babamlar evin içine girdiler, ben dışarıda oyalandım. Sonra başka bir eve gittik. Evin kapısında siyah bir köpek bizi görünce havladı. Evin içine girmemize rağmen havlamasını kesmedi. Anlaşılan köpek için insanlar ikiye ayrılıyordu, bu evden olanlar ve olmayanlar. Ev sahibi kızdı, vuracağım bu köpeği dedi, adamı sakinleştirdiler, biri köpeği uzaklaştırdı. Ocakta ateş yanıyordu, sofra kuruldu, yufka ekmeğiyle çökelek yedim. Başka bir eve daha gittik. Bilmiyorum, galiba. Yediğim çökeleğin tadını hatırlıyorum evleri hatırlamıyorum. Hangi ev diğerinin neresindeydi, mesafeleri ne kadardı, babam kaç kişiyle görüştü, hepsi orda kaldı, hepsi muamma. Net hatırladığım son şey birilerinin bizi cipin yanına getirdiği. Havada bir gerginlik var ama çözemiyorum. Babam bana büyük bir kayayı işaret etti, sen şunun arkasına geç dedi. Aşağıda başka birileri daha var, içlerinden eşkıyayı tanıdım. Bize refakat eden adamlarla aşağıdaki adamlar birbirlerine bağrıştılar ve birden silahlar patladı. Babam yat dedi bana kendisi de yattı. Silah sesleri kesilince yanımızdaki adamlardan biri elinde silahı ayağa kalktı. Beni vurdular dedi, kolunu gösterdi. Bir taraftan da küfrederek aşağıdakilerin üzerine yürümek istiyordu. Diğerleri adamı tuttu. O kargaşa içinde adamın yarasına baktım, kolunun üstünde kanayan bir şişlik. Arka tarafında bir şey yok… Görüntü burada bitiyor, cipe nasıl bindik, nasıl uzaklaştık?

Ne kadar zaman sonraydı, bir gün babam yayladaki eşkıyanın öldüğünü söyledi. Kendi çobanı vurmuş. Nasıl diye sordum. Böyle bir adamı bir çobanın vurmasını gözümde canlandıramadım ilk anda. Daha gösterişli bir ölüm yakışırdı ona, ne bileyim jandarmalarla girdiği bir çatışmada ölse iyiydi.

Babam şöyle anlattı: ‘Çobanını dövmüş. Sürekli dövüyormuş zaten. Çoban yürümüş, eşkıya arkasından küfrediyormuş. Çoban silahını çıkarmış ve hiç geriye dönmeden omzunun üstünden tetiğe basmış. Tek kurşunla eşkıyayı alnının tam ortasından vurmuş.’

Babam anlatırken keyifliydi.

Ben bu olayı hatırlarken, babamın anlattıklarıyla eşkıyanın evinin önünü harmanladım, mekân tam orasıydı. Eşkıya, çobanı tüfek dipçiğiyle döverken koyunlar uzakta durmuş onlara bakıyordu, kulağıma çıngırak sesleri geliyordu ve çobanın acıdan inlemesi. Çoban sendeleyerek birkaç adım atıyor, silahını çekiyor… hayır böyle düz değil, daha ayrıntılı: Silahını çıkarıyor, hazneye mermiyi alıyor, geri dönmeden sağ omzuna namluyu dayıyor (çünkü solak hayal ediyordum çobanı) ve küfreden sese ateşliyor. Tam alnının ortasından.

Kafamda olayı yaşıyordum. Gizemli bir şey. Olayın bu şekilde olması değil sadece, benim sürekli hatırlamam da gizemli. Hatta hatırlamamın etkisi mi bilmiyorum bir keresinde rüyamda tam alnımın ortasından vuruldum. Beynimde açılan bir çukura odaklanmış karanlığa gömüldüm, bir saniye kadar öldüm. Olmayacak bir şey ama ölümü deneyimledim. Bir saniye, belki daha az.

Babam ‘tam alnının ortasından’ derken neden seviniyordu? Bir intikam hazzı vardı sesinde. Kıssadan hisse adalet yerini buldu havasında anlatmıştı ama, zavallı çobanla zalim eşkıya arasındaki adaletten çok eşkıyanın yaylada babama takındığı kaba tavrın cezası gibi tecelli eden bir adaletti söz konusu olan.

İşte geçen gün tavana bakarken babamın ‘tam alnının ortasından’ derken çıkan coşkulu ses tonu bir anda öyküden koptu, tecride aldım onu ve kafam aydınlandı.

Bu öyküde asıl rol hiç sözü edilmeyen “ağadayı”daydı. “Ağadayı” denince aklınıza toprak ağası gelmesin. “Ağadayı” devletle köy arasında elçi görevi gören, nüfuzlu, kasabada ve başkentte tanıdıkları olan, yedirip içiren, zengin olmayan ama kredisi yüksek, ufak çaplı cürümlerine göz yumulan, geçmiş vukuatlarını sermaye yapmış birisiydi. Aşağı yukarı her köyde bulunur bir tane. Görevi köylerde işlenen suçu yeniden düzenlemek. Deyiş yerindeyse suçu herkesin hayrına evcilleştirmek. Babam bu hikayeyi bana anlatırken elbette duyduklarını anlattı. Ama bu olay bir kovboy filminin sahnesindeki gibi gerçekleşmedi muhtemelen. Çoban öyle ya da böyle eşkıyayı öldürdü. Ama olayı böyle kurgulamak çobanın cezasını hafifletti, eşkıyanın namını küçülttü…

Not: Eşkıya derken, aklımdan geçen Eric Hobsbawm’ın eşkıyası gibi nesnel bir tanım, biline.









31 Temmuz 2016 Pazar

Mecaz Etkiler 2


Yazıları okurken en aşağıda D. Shostakovich'in Waltz No. 2'sine tıklayın,  yazıyı sevmeseniz de zamanınız boşa gitmemiş olur...






UZLAŞI
Öfkeli kişinin patlama noktasına varmadan bunun sonuçlarını son kez kendine hatırlattığı bir an vardır, bu bir korku da yaratır ve insanın yüzünde tuhaf bir gülümseme oluşur. Simgesel bir gülümseme, uzlaşma daveti.


YAZI
Yazının yazma eylemine yapışık gizli amacı: Yazanı olumlamak. Yazar otobiyografik anlatımda kendi iğrençliğinden de söz etse, amaç bunu yazıyla güzel ifade etmek olduğu için yazı, yazar olan ‘ideal ben’in hizmetindedir hep. Yazıda kendini aşağılama ancak kötü yazmakla olur.


GÜÇ
Güçlü olmanın bir içeriği yoktur. Aslolan güçlü görünmektir.


SAHTE ERDEM
Doktorun et yemeyi yasakladığı hastanın perhizi erdeme dönüştürüp kendini vejeteryan ilân etmesi.


YALAN
Yalana kasten inanmak da bir yalan sayılabilir mi?


TAŞRA AŞKI
Dışarıdan gelen yabancı kıza âşık olan taşra erkeklerinin cesaretlerini toplayıp aşklarını ilân ettikleri an… Sonuç genellikle hüsrandır. Ama bu an birçok tanığın önünde gerçekleştiği için ya da birçok insan eninde sonunda bundan haberdar olduğu için hüsran madaralıkla eş anlam kazanır. Hüsran kendi başına trajikken, madara olmak başkasının komik bulduğu durumun içinde daha da trajiktir. Ve bu ilânı aşk anı tam da bu yüzden aşktan kurtulma anıdır aslında. Sonradan gerçekten komikliğe evrilir. Âşık bu komik anının birinci elden sahibi olur: 'Bakın size bişey anlatayım...'


KÖTÜ LİDER
Kötü lider, maiyetindeki birinin can alıcı bir doğruyu keşfetmesinden gocunur. Sırf bu doğruyu kendi keşfetmediği için otoritesini kullanarak doğrunun aksi yönde davranır. Hitler’in ve Stalin’in kaprisleri yüzünden verilen zayiat, savaşın “normal” seyrinde meydana gelen zayiattan hiç de az değildi.

DÜRÜSTLÜK
Japonların dürüstlüğünü, normatifliğini, sorumlu oluşlarını önceleyen şey sosyal itaatkârlıkları… onlarda dürüstlük içsel bir tereddüdün ürünü değil, motor bir davranış…


EN İYİ ŞEY
Ve çocukluğumdan beri en iyi yapabildiğim şeyi yapıyorum: Uzakta bir yere bakmak…


KALABALIĞIN İNANDIRICILIĞI
Boşanmak istemeyenin diğerine ‘Ama sevgilim düğünümüz çok kalabalık olmuştu.’ demesi.


KARŞILAŞMA
Güzel bir kadınla karşılaşınca ben göremiyorum ama kendi yüzümde de güzel şeyler oluyor.


EDİMSÖZ
Sözcükler bizim yerimize tavır alır. Mesela ‘müstehcen’ sözcüğü sadece çıplaklığı anlatmaz, çıplaklığı kınar da. Sözcüğü kendi üzerine bükmek, ona eziyet etmek gerekir. Bizim dışımızda eylem inisiyatifi olan sözcükleri kölemiz yapmak… Düşünmek tam da böyle bir şeydir…


MİLİTAN İNANÇ
Tanrı, varlığını ispatlamak için delil toplayan kullarına bir tür minnet duyuyor ve onları cennetle mükâfatlandırıyor. Saadet zinciri!.. Tanrı'nın varlığını tartışmıyorum, böyle bir iş bölümünü saçma buluyorum.


BEĞEN TUŞU
Facebbok’un “beğen” tuşu sosyal bir ilişki yarattığı için değil, herkese bu tuş sayesinde birer editör, birer bilirkişi payesi verdiği için ilginç (üşenmedim yan cümleyi bir daha kurdum: herkese sosyal ilişkilerini kontrol etme yetkisi verdiği için ilginç)









27 Temmuz 2016 Çarşamba

Mecaz Etkiler 1


Yazıları okurken en aşağıda Chopin'in Spring Waltz'ına tıklayın,  yazıyı sevmeseniz de zamanınız boşa gitmemiş olur...



                  JAPON İŞİ
1933’te Oshima Adası’nda pek az kişinin bildiği faal bir volkan olan Mihara Dağı’na iki genç tırmandı. Kraterin ağzından derinlerde fokur fokur kaynayan ateşi seyrederlerken biri diğerine “Anında yanacağım, duman ve güzellik içinde göğe yükseleceğim” dedi ve ilave etti “Bu sırrımı sakın kimseye söyleme!” Ve kendini boşluğa bıraktı. Arkadaşı sır tutamadı. Hayatın anlamı olmadığı için değil, intihar hayatlarını anlamlı kılacağı için sadece 1936 yılında en az 600 kişi Mihara’da kendini öldürdü. Sloganı tekrar edelim: ‘Anında öl, duman ve güzellik içinde göğe yüksel.’ Bunu ilk yapan kişide tahayyül sözden önce geliyordu, takipçilerinde ise tam tersi: önce söz, sonra tahayyül. Taklit hiçbir zaman tahayyül ve söz sıralamasında orjinaliyle çakışmıyor, bu yüzden taklit zaten… ama öldürüyor, sağlıcakla kalın.


                ABARTI
Görülen yılanlar hep abartılır. Riskin büyüklüğüyle sözünü dinletme arasındaki somut ilişkiye örnek olsun diye…


                BİLGİÇ
“Bütün insanlar doğaları gereği bilmek isterler.” Aristo’nun Metafizik’inin ilk cümlesidir bu ve kendi içinde bir çelişkiyi haber verir. İnsanlar ‘doğaları gereği’ diye bir ibare kullandığınız zaman, ‘insanların doğaları ne?’ diye bir soruyu atlamış olursunuz ve Aristo’nun çağı bu soruya cevap vermek için henüz çok erkendir. İnsanın çağüstü bilmekle ilgili doğasını şöyle ifade edebiliriz gene de: ‘Bilmiş olmak isterler.’ Bilmiş olmayı istemek, bilmeyi istemekten farklı. Bilmiş olmak istemek soruya cevap verir, soruyla hortlayan hafızayı makbul sayar. Ya da bilgiçlerin yaptığı gibi sözü hep bildiği, sözünü edeceği konuya getirir.


                OKUMAK
Kısır döngü; ‘kısır döngü’ diye olumsuzlayıcı bir sözle ifade edilmediği sürece güvenli bir bölgedir ve aslında bir mekânın adıdır. Kitap bir mekândır… Okuyucu depresyonu; okumak depresyonun nedeni olduğu halde, depresyondan çıkış için bir çözüm gibi de görünür…
Buradan kalkarak ‘Neden okuyorsun?’ sorusu, ‘Neden okumama bir neden bulmam gerek?’ sorusunu da içerecek biçimde cevaplanabilir.


                DON JUAN
Doğu’da Don Juan olmayışı, içlerindeki arzuyu ortaya çıkaracak, “ihanet” etmeye müsait kadınların olmayışıyla koşut…
Kadınları baştan çıkaran Don Juan, baştan çıkarıcı olarak kabahati üstlenir. Buna birinci kabahat diyelim. Bu kabahat kadınların da işini kolaylaştırır. İkinci kabahat daha da işlevseldir: Kadın topluma ihanet ederken, çok sürmez Don Juan da kadına “ihanet” eder. Ödeşme… ikinci kabahatin yani ‘İşini kolaylaştırır’ın yan getirisi olarak ödeşme.


                FARK
Bir şeyi yitirenlerle, ‘olmayı beceremeyenler’ arasındaki fark şöyle işler: ‘Olmayı beceremeyenler’ mazeretlerini baştan beri sahip olmadıkları şeyi sonradan yitirmiş gibi açıklarlar.


                KADIN ÖĞRETMENLER
2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa’da kadınların evin reisi olmalarıyla yeni bir kuşak yetişti. Bu kuşağın getirdiği barış ortamında savaşı yapan erkeklerin barışından farklı bir şeyler vardır muhakkak. Ama ne bilmiyorum, bu konu hakkında bir şeyler okumadım.
Bugün bir seminere gittim (Mayıs 2016), öğretmenlerin üçte ikisi kadındı(saydım). Öğretmenlik bir kadın mesleği, giderek daha çok böyle. Hiç de barışçıl bir etkisi yok ve onların bol olduğu bir ortamda dilim bağlanıyor.


                İTİCİ ŞİİR
İçinde “şiir” sözcüğü geçen şiirlerin iticiliği… İçinde film yönetmeni ve kamera olan filmlerin iticiliği gibi.


                ARAMAK
Deniz kıyısında çocuklar gibi kumu eşeleyerek kale yaparken genç arkadaşım “Sana bir soru” dedi. Bir bilen olarak beni kayırdığını hissettim, hoşuma gitti “Sor” dedim.
“Aramamı beklediğini varsaydığım küskün sevgilimi aradım. Ama o cevap vermedi. Bunu neye yormalıyım?”
Bir dalga geldi yan tarafını tahkim etmediğimiz seti yıktı ve çukurun içi su doldu.
“Burada kendine iki soru sormalısın” dedim, “Birincisi, acaba aramandan hoşlandı mı? İkinci soru asıl önemlisi, düştüğün şu açmazı varsaydığı için acaba cevap vermemek  daha mı çok hoşuna gitti?”
“Sizce ne yapmalıyım?” dedi. Durum kendisi için hassas bir noktaya gelince senli konuşmadan sizli konuşmaya geçiyor; hep yapıyor bunu.
“Kaleye set yap!” dedim.



                DİLENCİ
Biz bir dilencinin muhtaç olmuş düşkünlüğüne değil, dilenci olmuş düşkünlüğüne para veririz. Dilenci bizden servet talep etmez, ne verirsek razı olur, dolayısıyla dilenciyle ilişkimizde bir aldatma aldatılma ilişkisi yaşamayız. Şöyle de diyebiliriz, onun dilenci olduğu yalan değildir, paraya muhtaç olduğu yalandır.







               

               

               


                

17 Temmuz 2016 Pazar

Meto'ya Veda


Arkadaşım Meto Avustralya’ya gitti.

Bu fotoğraf galiba beş yıl öncesine ait. Yaz sonu. Saçımın haline bakılırsa poyraz esiyor. Bacaklarımın arasından topunu almaya çalışan Panço artık yok, geçen yıl öldü. Panço staf cinsi. Meto yavruyken sokakta bulmuş. Sürekli top ağzında, top lime lime olana kadar. Dişlerinin arasındaki topla hem öfkesini bastırıyor, hem de  topla kafasını iki yana sallayarak daha heybetli görünüyor. Meto ona sürekli top bulurdu. Deniz kıyısında illaki kıyıya vurmuş, unutulmuş bir top. Çoğu zaman Panço denize girmemin sebebiydi, Meto topu denize fırlatıyor, ben de daha açığa fırlatarak topa doğru yüzüyordum, sonra tekrar fırlatıyordum, azgın dalgalarda, ters akıntılarda bile pes ettiğini görmedim, suyun içinde topa dişlerini geçirene kadar inatla yüzüyordu. Deli. 

Bir gün Meto, Panço’nun öldüğünü haber verdi. Yürüyorduk böyle. 

Bir yıldır eksik yürüyorduk ve daha seyrek… Meto’nun köpeklerle arası iyiydi. Sarı, Lumpen (adını ben koydum), Zeytin ve Panço hep beraber sahilin bir ucundan diğer ucuna… Sarı ve Zeytin bir gün ortadan kayboldu. Hayvan Barınağı’na gittik, yok. Başlarına ne geldiği hâlâ bir sır. Sonra Panço öldü, sonra Meto’nun babası (sonraları karıştırmış olabilirim). Meto ‘Gideceğim ya her şeyimi yitiriyorum tek tek’ dedi. O sırada fırtınadan evinin çatısı göçmüştü ve ev sahibi de evimden çık diyordu. Üstelik çok geçmeden evi başka birine sattı.

Meto dostumdu. Yol arkadaşım. Bingöllü Kürt kardeşim…

Bu fotoğrafta patika yoldan yürüyüp ardımızda Kısırkaya’yı bırakmışız Kilyos sahilinde yürüyoruz. İkimiz de insansızlığı severdik. Hayır düzelteyim, ikimiz de yürürken çevrede insan olmasından hoşlanmazdık. 

Gerçek yürüyüş... bakışa maruz kalmadan. Ayakların bedeni diğerlerinin bakışından bir an önce uzaklaştırmak için düştüğü telaşla (ayaklarla beden arasındaki kopukluk nasıl da barizleşir), kendi imgemizi unutmuş rahat halimiz arasındaki farkı bilerek.  Birileri mekânı kapmış ve sen önünden geçiyorken gerçek yürüyüş olmazdı. Mekân neden kapılan bir yer haline geliyordu her seferinde? Hiç düşündün mü Meto?.. Panço mekânı anonimleştiriyordu…

Meto iş dönüşü arardı, ‘Hocam sahilde kimse yok.’ Ne güzel, yürüyüş başlasın o zaman…

Meto Türkiye’den hep gitmek istedi… Bunun için maceralara atıldı. Bir tanesini uzun uzun anlattırdım ona. Garip bir hikâye. Harem’in tepesindeki parktan arkadaşlarıyla tır taşıyan ro ro gemilerini gözlemişler günlerce. Tam da Türkiye’yi terk etmek, yurtsuzlaşmak isterlerken farkında olmadan bulundukları o parkı yurtsamışlar. Orayı sevmişler. Hikâyenin bir yerinde bunu söyledim ona, şaşırdı, güldü… Brandasını itinayla kesip bir tırın içine girmişler gizlice, çıt yok. Ertesi gün, fark edilmişler, şoförler linç etmek için toplanmış tırın etrafını sarmışlar. Direnmişler, aşağılık güruha teslim olmamışlar. ‘Polis gelsin’ demişler. Dikkat!.. Normal bir demokratik ülkede insanlar suçluya karşı polis çağırır, burada bizzat “suçlu” polisi çağırıyor. Normal demokratik bir ülkede eziyet eden polisin elinden suçluyu almaya çalışan vicdanlı insanlar olur, burada eziyet edecek insanların elinden kurtarması için polisten medet umuyor Metolar… Hoş, polis de boş durmuyor, onlar da eziyet ediyor tabi… Yazacağım bunları Meto. Orasını burasını kurcalayarak yazacağım…

Meto için gitmek bir amaçtı. Meto Melbourne’e gitti. Aynı zamanda sevdiği kadına, Jodie’sine. Talihli adamsın Meto, darbeden bir gün önce gittin… Görüşmek üzere…





4 Temmuz 2016 Pazartesi

Odun Kesmek



                                                             Odun Kesmek

Thomas Bernhard’ın bir kitabının adı bu. Ben de zaten adı için almış okumuştum. Şimdi tekrar baktım, içinde odun kesmekle ilgili bir şey yok. Hayal kırıklığı denmez buna, zokayı yutmak denir. Thomas Bernhard kitabının adını niye öyle koymuş bilmiyorum. Kitabın alt başlığı da var gerçi: ‘Bir Öfke’. Anlatacaklarımı belki bu alt başlıkla bağlantılandırabilirim.

Gerçekten de öfkeli olduğum zamanlar odun kesmek iyi gelir.

Şu yaz sıcağında odun kesiyorum. Mevsim olarak ekonomik değil, biliyorum. Aklımda Ford fabrikasının sahibi Henry Ford'un şu güzel sözü var: 'Odununuzu kendiniz kesin, iki kere ısınırsınız.' 

Bende odun kesmenin yazı kışı yok, yaz gününde palto giymiyoruz nihayetinde, kimse yadırgamasın, sırf iş olsun diye odun kesilebilir. Hatta sükse olsun diye. İşin sükse kısmını kısaca anlatayım:

Odunu takoza oturtursun, baltayı aşağıdan nişanlayarak kaldırırsın ve hızla indirirsin, odun ikiye yarılırken baltanın ucu da takoza saplanır. Baltanın bu dekoratif duruşu önemli. Ellerin ayrılır, kesilecek bir başka odunu bir eline almışken diğer elin sıkı bir dokunuşla baltayı yerinden söker ve iki elin tekrar baltanın sapında birleşir. Koordinasyon. Dik bir şekilde havaya doğru kasılma ve çömelme. Dizler esnek, ayaklar yerinden oynamazsa daha fiyakalı.

95 yılının yaz sonu traktörüyle bir adam gelmişti köye. Ben sana odun getiririm, dedi. Tamam dedim, fiyatta anlaştık, üç römork odunu lojmanın önüne yığdı. Kütük halinde meşe odunları, arada ardıç da vardı (kerpiç evlerin çatısına konur, sağlam ağaçtır). Düğünlerde davul çalan Ali, odunları hızarıyla kesti. Hayır dedim inceltme işini ben yaparım.

O yıl iyi şeyler düşünüyordum, kendimle ilgili iyimser şeyler. 12 Eylül günlerinde kitaplarım yakılmıştı, toprağa gömdüklerim de kısmen çürümüştü. 95 yılına kadar kitaplarla arama bir soğukluk girdi bu yüzden, heves falan kalmadı. Hayır okumayı kastetmiyorum. Yine deli gibi okuyordum ama onları sahiplenmiyordum, kitaplarla ilişkim ödünç alma iade etme döngüsüne girmişti. Param da yoktu. Eh öğretmenlik düzenli bir gelir demekti, stajyerliğim de kalkmıştı işte, evvel allah sağlamdaydım. Ankara’dan kitaplar almıştım, koliye doldurup getirmiştim, baba kitaplar, Kant’ın bütün eserleri, piyasada ne bulduysam. Kant hastalıklı, münzevi bir adam. İnsanı elden ayaktan düşürmeyen ama takatsiz bırakan bir hastalık inzivayla bağdaşır... O günlerde kendimi Kant’a yakın hissediyordum, beden olarak yakın, maceradan uzak ve ne yaşıyorsan kafanın içinde yaşa modunda. Pastoral. Hastaydım. Haftada üç gün kullandığım ilacın yan etkisi vardı. İlacı aldıktan (kendi kendime vurduğum bir iğne aslında) iki üç saat sonra titreme, ateş ve yarı hezeyan. Bedenimin bir kuytu haline gelişi. Çocukluğumdan beri soğuk algınlığı ve griple kitap okumam arasında ayartıcı bir ilişki var desem. Kendime acımamın gösterişsiz hali. Bu halimi nadasa bıraktım, belki ilerde, daha ilerde mesela Kant’ın yaşında yazmaya başlamak… zamanım var. Sanıyorum insan otuzlu yaşlarında aynada gördüğü halinin ömür boyu devam edeceği yanılsamasına kapılıyor. Yani tip olarak demek istiyorum. Hastalığa itirazım yoktu, tek istediğim sonsuza kadar yaşamaktı. Tipim müsaitti.

Öfkeliyken odun kesmenin iyi gelmesi bir yana, odun kesmenin kendisi öfkenin ifadesine yol veriyordu, öfkeyi özgürleştiriyordu. Daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, odun kesmek bizzat öfkeyi yaratıyordu; kimseye zarar vermeyen yapıntı bir öfkeyi. Zararsızlığı kendine dokunulmaz bir alan çizmesinde, kimsenin bulaşmak istemeyeceği bir dalgınlığa hükmetmesindendi. Odunu alıyorsunuz, kesiyorsunuz, parçaları başka bir yere atıyorsunuz, eğilip doğrulma ve bakışın odunların dışına nadiren kayması… bitirmeliyim şu işi babında bir yoğunluk. Öfke biraz da diğerini gereksizleştiren (yardıma yeltenemeyeceği, işe yaramayacağı sınırda tutan) kendine yeterlik halinin sert iletimiydi.

Bir de kesilmesi zor budaklı odunlar... baltayı her indirişimde taşa vurmuşum gibi gücün kaslarıma aksülamel eden sersemletici etkisi. Çetin ceviz. Birkaç denemeden sonra başaramazsam elime alıp inceliyorum odunu, zayıf noktasını buluyorum, tam oradan bir kertik açınca baltayı odundan ayırmadan defalarca vuruyorum, vuruyorum. Yarılsana Allahın belası. Saf öfke… bir iş yapıyorsun ve hiçbir estetik kaygın yok, odunu öyle ya da böyle parçala, sobaya girsin yeter. Odun kesmek yapıcı bir iş (kışa hazırlık) gibi gözükse de, içimdeki yıkıcılığı da açığa vuruyordu. Dikkatli bir bakış bunu anlardı. Yanınca yok olacak bir şeyle özenli bir ilişki içine girmenin alemi ne? Yapmak yıkmaktı. Sanıyorum heykeltıraşlarda da var bu; taşı parçalarken, yontarken önce yıkıcı dürtülerini tatmin ediyorlardı. Hangi konumda olduğunu sözcükler belirliyor, eylemin kamufle edilecek bir yedek anlamı oluyor illa. Buna dilbilim terimleriyle şöyle diyebiliriz: Gösterileni gizleyen gösteren...   Saf özgürlük. Yalnız kışın o budaklı parçalardan birini tam sobaya atacakken elime aldığımda tuhaf bir duyguyla duraksıyordum bir süre; kendi zahmetime duyduğum saygı ile zahmetimi ödülle unutturan kontrast:  az terletmemiştin beni, şimdi ısıtacaksın, hem de diğer odunlardan daha çok. O kış bir kuzine almıştım. Ve çocukluğumdan beri hiç olmadığım kadar ısınmıştım. (Bir adam tanımıştım 91 yılıydı galiba, fellik fellik Almanya vizesi almaya çalışıyordu, yıllarca Almanya'da çalışmış ve Gedikpaşa'daki ayakkabı imalathanesini tasfiye edip yeniden Almanya'ya dönmek istiyordu. 'Neden?' diye sormuştum. 'Üşüyorum' demişti, 'ben bu memlekette üşüyorum, evde, sokakta, işyerinde... her yerde üşüyorum... gideceğim bu siktimin ülkesinden...)

Ben bir yer bulmuştum işte... Üç römork odun, az buz değil. Odun kesmek zamanla bir kurguya dönüştü. Kestiğim odunlar göz doyurucu bir yığın olunca, çay demliyordum, en sona ayırdığım budaklı iki üç parçayı da kestikten sonra çayın başına oturuyordum. Bir kütük bana, bir kütük çaydanlığa, bir kütük de bardağa. Ter ve hafif rüzgâr. O anda yüzümü camda görseydim kendimi severdim, bağışlardım, şifa niyetine bile olsa Tanrı’ya ihtiyacım kalmazdı. O zamanlar sigarayı bırakmıştım, ama tek tük içiyordum. Kurgunun içinde tütün sarmak da vardı, kâğıdı yuvarlarken, yapışkanı dilimle ıslatmak da, önümde uzanan hasadı yapılmış geniş tarlaya bakmak da, rüzgârda anızların titreşimini hissetmek de. Sigaramdan ilk nefes sarhoş ediyordu beni, çok güzel diyordum, çok güzel… ve bu güzellik odun kesmenin yorgunluğuyla hallihamur olan bir güzellikti, bedenim benimsiyordu onu, içine çekiyordu. Bazen durduk yerde ‘Canım canım’ derken hâlâ bedenimin ta oralardan aşırdığı canla fısıldıyorum hayata.

Bazen Nihat geliyordu. Sevgili Nihat. Bir gözü şaşı. Ben de  beni hep ıskalayan o şaşı gözüne bakıyordum. Nihat paranoid şizofrendi. Kendisi söyledi. Dobraydı. Hep köyde yaşamış, köyüyle sebat eden birine böyle bir teşhis koymak insafsız. En azından paranoid kısmı fazla... Köyün sosyolojisini ondan öğrendim. Dedikoduyu sevmezdi ama her sorumu cevaplardı, ben de onunkileri tabi. Sonra birden gülmeye başlardık, sesli sesli, daha çok kendi gülüşümüz kışkırtırdı bizi, kimseye nispet olsun diye değil, etrafta kimse de olmazdı zaten. Saf gülme. Bir gün ne okuyorsun Hocam dedi, kütüğün üzerindeki kitabı işaret etti. Kant’ın Prolegomena’sı. Kant’ı anlatayım mı sana dedim. Anlat dedi, sanki ona bir sır verecekmişim gibi ellerini ovuşturdu. Bir tütün sardım, çay doldurdum. Anlattım. İlginç geldi. Bak sana bir yer okuyayım dedim, bir sayfa çevirdim altını çizdiğim satırları okumaya başladım:

“Eğer insan başka birinin bize bıraktığı, bir temele oturtulmuş ama sonuna kadar geliştirilmemiş bir düşünceden işe başlar ve bu düşünce üzerine düşünmeye devam ederse, kendisine bu ışığın ilk kıvılcımını borçlu olduğu o keskin görüşlü adamın ulaştığı yerden daha ileriye gitmeyi umabilir.”

Nihat okuduğumu anladı ve yorumladı da. Nihat’ın pat diye ağzından çıkan şaşırtıcı sözleri olurdu. Zekânın asıl etkisi şaşırtmasıdır; büyülemesi, bir şeyi açıklaması, ikna etmesi, bir sorunu çözüme kavuşturması değil. Yıllar var ki Nihat’tan sonra kimseyle Kant konuşmadım. Öyle demeyin, bazı şeyler ancak biri sorunca konuşuluyor.



Nihat ölmüş...  traktörün üzerinde giderken  bir yıldırım gelmiş koskoca Eymir ovasında onu bulmuş, arkadan bir başka traktör de ezmiş.

Odun keserdim ve Nihat çay molasında gelirdi, kurguyu sezmişti. Odun kesmek, çay, tütün, Kant ve Nihat kafamdaki güzel kombinasyon…