Odun Kesmek
Thomas
Bernhard’ın bir kitabının adı bu. Ben de zaten adı için almış okumuştum. Şimdi
tekrar baktım, içinde odun kesmekle ilgili bir şey yok. Hayal kırıklığı denmez
buna, zokayı yutmak denir. Thomas Bernhard kitabının adını niye öyle koymuş
bilmiyorum. Kitabın alt başlığı da var gerçi: ‘Bir Öfke’.
Anlatacaklarımı belki bu alt başlıkla bağlantılandırabilirim.
Gerçekten
de öfkeli olduğum zamanlar odun kesmek iyi gelir.
Şu yaz
sıcağında odun kesiyorum. Mevsim olarak ekonomik değil, biliyorum. Aklımda Ford fabrikasının sahibi Henry Ford'un şu güzel sözü var: 'Odununuzu kendiniz kesin, iki kere ısınırsınız.'
Bende odun
kesmenin yazı kışı yok, yaz gününde palto giymiyoruz nihayetinde, kimse yadırgamasın, sırf iş olsun diye odun kesilebilir. Hatta sükse
olsun diye. İşin sükse kısmını kısaca anlatayım:
Odunu
takoza oturtursun, baltayı aşağıdan nişanlayarak kaldırırsın ve hızla
indirirsin, odun ikiye yarılırken baltanın ucu da takoza saplanır. Baltanın bu
dekoratif duruşu önemli. Ellerin ayrılır, kesilecek bir başka odunu bir eline
almışken diğer elin sıkı bir dokunuşla baltayı yerinden söker ve iki elin tekrar
baltanın sapında birleşir. Koordinasyon. Dik bir şekilde havaya doğru kasılma
ve çömelme. Dizler esnek, ayaklar yerinden oynamazsa daha fiyakalı.
95 yılının
yaz sonu traktörüyle bir adam gelmişti köye. Ben sana odun getiririm, dedi.
Tamam dedim, fiyatta anlaştık, üç römork odunu lojmanın önüne yığdı. Kütük
halinde meşe odunları, arada ardıç da vardı (kerpiç evlerin çatısına konur,
sağlam ağaçtır). Düğünlerde davul çalan Ali, odunları hızarıyla kesti. Hayır dedim
inceltme işini ben yaparım.
O yıl iyi
şeyler düşünüyordum, kendimle ilgili iyimser şeyler. 12 Eylül günlerinde
kitaplarım yakılmıştı, toprağa gömdüklerim de kısmen çürümüştü. 95 yılına kadar
kitaplarla arama bir soğukluk girdi bu yüzden, heves falan kalmadı. Hayır
okumayı kastetmiyorum. Yine deli gibi okuyordum ama onları sahiplenmiyordum,
kitaplarla ilişkim ödünç alma iade etme döngüsüne girmişti. Param da yoktu. Eh
öğretmenlik düzenli bir gelir demekti, stajyerliğim de kalkmıştı işte, evvel allah sağlamdaydım. Ankara’dan kitaplar almıştım, koliye doldurup getirmiştim,
baba kitaplar, Kant’ın bütün eserleri, piyasada ne bulduysam. Kant hastalıklı,
münzevi bir adam. İnsanı elden ayaktan düşürmeyen ama takatsiz bırakan bir
hastalık inzivayla bağdaşır... O günlerde kendimi Kant’a yakın hissediyordum,
beden olarak yakın, maceradan uzak ve ne yaşıyorsan kafanın içinde yaşa modunda.
Pastoral. Hastaydım. Haftada üç gün kullandığım ilacın yan etkisi vardı. İlacı
aldıktan (kendi kendime vurduğum bir iğne aslında) iki üç saat sonra titreme,
ateş ve yarı hezeyan. Bedenimin bir kuytu haline gelişi. Çocukluğumdan beri
soğuk algınlığı ve griple kitap okumam arasında ayartıcı bir ilişki var desem.
Kendime acımamın gösterişsiz hali. Bu halimi nadasa bıraktım, belki ilerde, daha ilerde mesela Kant’ın yaşında yazmaya başlamak… zamanım var. Sanıyorum insan otuzlu yaşlarında aynada gördüğü halinin ömür boyu
devam edeceği yanılsamasına kapılıyor. Yani tip olarak demek istiyorum.
Hastalığa itirazım yoktu, tek istediğim sonsuza kadar yaşamaktı. Tipim
müsaitti.
Öfkeliyken
odun kesmenin iyi gelmesi bir yana, odun kesmenin kendisi öfkenin ifadesine yol
veriyordu, öfkeyi özgürleştiriyordu. Daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, odun kesmek bizzat öfkeyi yaratıyordu; kimseye zarar vermeyen yapıntı bir öfkeyi.
Zararsızlığı kendine dokunulmaz bir alan çizmesinde, kimsenin bulaşmak
istemeyeceği bir dalgınlığa hükmetmesindendi. Odunu alıyorsunuz, kesiyorsunuz,
parçaları başka bir yere atıyorsunuz, eğilip doğrulma ve bakışın odunların
dışına nadiren kayması… bitirmeliyim şu işi babında bir yoğunluk. Öfke biraz da
diğerini gereksizleştiren (yardıma yeltenemeyeceği, işe yaramayacağı sınırda tutan) kendine
yeterlik halinin sert iletimiydi.
Bir de
kesilmesi zor budaklı odunlar... baltayı her indirişimde taşa vurmuşum gibi gücün
kaslarıma aksülamel eden sersemletici etkisi. Çetin ceviz. Birkaç denemeden
sonra başaramazsam elime alıp inceliyorum odunu, zayıf noktasını buluyorum, tam
oradan bir kertik açınca baltayı odundan ayırmadan defalarca vuruyorum,
vuruyorum. Yarılsana Allahın belası. Saf öfke… bir iş yapıyorsun ve hiçbir
estetik kaygın yok, odunu öyle ya da böyle parçala, sobaya girsin yeter. Odun kesmek yapıcı bir iş (kışa hazırlık) gibi gözükse de, içimdeki yıkıcılığı da açığa vuruyordu. Dikkatli bir bakış bunu anlardı. Yanınca yok olacak bir şeyle özenli bir ilişki içine girmenin alemi ne? Yapmak yıkmaktı. Sanıyorum heykeltıraşlarda da var bu; taşı parçalarken, yontarken önce yıkıcı dürtülerini tatmin ediyorlardı. Hangi konumda olduğunu sözcükler belirliyor, eylemin kamufle edilecek bir yedek anlamı oluyor illa. Buna dilbilim terimleriyle şöyle diyebiliriz: Gösterileni gizleyen gösteren... Saf özgürlük. Yalnız kışın o budaklı parçalardan birini tam sobaya
atacakken elime aldığımda tuhaf bir duyguyla duraksıyordum bir süre; kendi zahmetime duyduğum saygı ile zahmetimi ödülle unutturan kontrast: az terletmemiştin beni, şimdi
ısıtacaksın, hem de diğer odunlardan daha çok. O kış bir kuzine almıştım. Ve çocukluğumdan beri hiç olmadığım kadar ısınmıştım. (Bir adam tanımıştım 91 yılıydı galiba, fellik fellik Almanya vizesi almaya çalışıyordu, yıllarca Almanya'da çalışmış ve Gedikpaşa'daki ayakkabı imalathanesini tasfiye edip yeniden Almanya'ya dönmek istiyordu. 'Neden?' diye sormuştum. 'Üşüyorum' demişti, 'ben bu memlekette üşüyorum, evde, sokakta, işyerinde... her yerde üşüyorum... gideceğim bu siktimin ülkesinden...)
Ben bir yer bulmuştum işte... Üç römork
odun, az buz değil. Odun kesmek zamanla bir kurguya dönüştü. Kestiğim odunlar
göz doyurucu bir yığın olunca, çay demliyordum, en sona ayırdığım budaklı iki
üç parçayı da kestikten sonra çayın başına oturuyordum. Bir kütük bana, bir
kütük çaydanlığa, bir kütük de bardağa. Ter ve hafif rüzgâr. O anda yüzümü
camda görseydim kendimi severdim, bağışlardım, şifa niyetine bile olsa Tanrı’ya ihtiyacım kalmazdı. O
zamanlar sigarayı bırakmıştım, ama tek tük içiyordum. Kurgunun içinde tütün
sarmak da vardı, kâğıdı yuvarlarken, yapışkanı dilimle ıslatmak da, önümde uzanan
hasadı yapılmış geniş tarlaya bakmak da, rüzgârda anızların titreşimini
hissetmek de. Sigaramdan ilk nefes sarhoş ediyordu beni, çok güzel diyordum,
çok güzel… ve bu güzellik odun kesmenin yorgunluğuyla hallihamur olan bir
güzellikti, bedenim benimsiyordu onu, içine çekiyordu. Bazen durduk yerde ‘Canım
canım’ derken hâlâ bedenimin ta oralardan aşırdığı canla fısıldıyorum hayata.
Bazen Nihat
geliyordu. Sevgili Nihat. Bir gözü şaşı. Ben de beni hep ıskalayan o şaşı
gözüne bakıyordum. Nihat paranoid şizofrendi. Kendisi söyledi. Dobraydı. Hep köyde yaşamış, köyüyle sebat eden birine böyle bir teşhis koymak insafsız. En azından paranoid kısmı fazla... Köyün
sosyolojisini ondan öğrendim. Dedikoduyu sevmezdi ama her sorumu cevaplardı,
ben de onunkileri tabi. Sonra birden gülmeye başlardık, sesli sesli, daha çok
kendi gülüşümüz kışkırtırdı bizi, kimseye nispet olsun diye değil, etrafta
kimse de olmazdı zaten. Saf gülme. Bir gün ne okuyorsun Hocam dedi, kütüğün
üzerindeki kitabı işaret etti. Kant’ın Prolegomena’sı. Kant’ı anlatayım mı sana
dedim. Anlat dedi, sanki ona bir sır verecekmişim gibi ellerini ovuşturdu. Bir
tütün sardım, çay doldurdum. Anlattım. İlginç geldi. Bak sana bir yer okuyayım dedim, bir
sayfa çevirdim altını çizdiğim satırları okumaya başladım:
“Eğer insan başka birinin bize bıraktığı, bir
temele oturtulmuş ama sonuna kadar geliştirilmemiş bir düşünceden işe başlar ve
bu düşünce üzerine düşünmeye devam ederse, kendisine bu ışığın ilk kıvılcımını
borçlu olduğu o keskin görüşlü adamın ulaştığı yerden daha ileriye gitmeyi
umabilir.”
Nihat
okuduğumu anladı ve yorumladı da. Nihat’ın pat diye ağzından çıkan şaşırtıcı
sözleri olurdu. Zekânın asıl etkisi şaşırtmasıdır; büyülemesi, bir şeyi açıklaması, ikna etmesi, bir sorunu
çözüme kavuşturması değil. Yıllar var ki Nihat’tan sonra kimseyle Kant
konuşmadım. Öyle demeyin, bazı şeyler ancak biri sorunca konuşuluyor.
Nihat
ölmüş... traktörün üzerinde giderken bir yıldırım gelmiş koskoca Eymir ovasında onu bulmuş, arkadan bir başka traktör de ezmiş.
Odun
keserdim ve Nihat çay molasında gelirdi, kurguyu sezmişti. Odun kesmek, çay,
tütün, Kant ve Nihat kafamdaki güzel kombinasyon…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder