4 Temmuz 2016 Pazartesi

Odun Kesmek



                                                             Odun Kesmek

Thomas Bernhard’ın bir kitabının adı bu. Ben de zaten adı için almış okumuştum. Şimdi tekrar baktım, içinde odun kesmekle ilgili bir şey yok. Hayal kırıklığı denmez buna, zokayı yutmak denir. Thomas Bernhard kitabının adını niye öyle koymuş bilmiyorum. Kitabın alt başlığı da var gerçi: ‘Bir Öfke’. Anlatacaklarımı belki bu alt başlıkla bağlantılandırabilirim.

Gerçekten de öfkeli olduğum zamanlar odun kesmek iyi gelir.

Şu yaz sıcağında odun kesiyorum. Mevsim olarak ekonomik değil, biliyorum. Aklımda Ford fabrikasının sahibi Henry Ford'un şu güzel sözü var: 'Odununuzu kendiniz kesin, iki kere ısınırsınız.' 

Bende odun kesmenin yazı kışı yok, yaz gününde palto giymiyoruz nihayetinde, kimse yadırgamasın, sırf iş olsun diye odun kesilebilir. Hatta sükse olsun diye. İşin sükse kısmını kısaca anlatayım:

Odunu takoza oturtursun, baltayı aşağıdan nişanlayarak kaldırırsın ve hızla indirirsin, odun ikiye yarılırken baltanın ucu da takoza saplanır. Baltanın bu dekoratif duruşu önemli. Ellerin ayrılır, kesilecek bir başka odunu bir eline almışken diğer elin sıkı bir dokunuşla baltayı yerinden söker ve iki elin tekrar baltanın sapında birleşir. Koordinasyon. Dik bir şekilde havaya doğru kasılma ve çömelme. Dizler esnek, ayaklar yerinden oynamazsa daha fiyakalı.

95 yılının yaz sonu traktörüyle bir adam gelmişti köye. Ben sana odun getiririm, dedi. Tamam dedim, fiyatta anlaştık, üç römork odunu lojmanın önüne yığdı. Kütük halinde meşe odunları, arada ardıç da vardı (kerpiç evlerin çatısına konur, sağlam ağaçtır). Düğünlerde davul çalan Ali, odunları hızarıyla kesti. Hayır dedim inceltme işini ben yaparım.

O yıl iyi şeyler düşünüyordum, kendimle ilgili iyimser şeyler. 12 Eylül günlerinde kitaplarım yakılmıştı, toprağa gömdüklerim de kısmen çürümüştü. 95 yılına kadar kitaplarla arama bir soğukluk girdi bu yüzden, heves falan kalmadı. Hayır okumayı kastetmiyorum. Yine deli gibi okuyordum ama onları sahiplenmiyordum, kitaplarla ilişkim ödünç alma iade etme döngüsüne girmişti. Param da yoktu. Eh öğretmenlik düzenli bir gelir demekti, stajyerliğim de kalkmıştı işte, evvel allah sağlamdaydım. Ankara’dan kitaplar almıştım, koliye doldurup getirmiştim, baba kitaplar, Kant’ın bütün eserleri, piyasada ne bulduysam. Kant hastalıklı, münzevi bir adam. İnsanı elden ayaktan düşürmeyen ama takatsiz bırakan bir hastalık inzivayla bağdaşır... O günlerde kendimi Kant’a yakın hissediyordum, beden olarak yakın, maceradan uzak ve ne yaşıyorsan kafanın içinde yaşa modunda. Pastoral. Hastaydım. Haftada üç gün kullandığım ilacın yan etkisi vardı. İlacı aldıktan (kendi kendime vurduğum bir iğne aslında) iki üç saat sonra titreme, ateş ve yarı hezeyan. Bedenimin bir kuytu haline gelişi. Çocukluğumdan beri soğuk algınlığı ve griple kitap okumam arasında ayartıcı bir ilişki var desem. Kendime acımamın gösterişsiz hali. Bu halimi nadasa bıraktım, belki ilerde, daha ilerde mesela Kant’ın yaşında yazmaya başlamak… zamanım var. Sanıyorum insan otuzlu yaşlarında aynada gördüğü halinin ömür boyu devam edeceği yanılsamasına kapılıyor. Yani tip olarak demek istiyorum. Hastalığa itirazım yoktu, tek istediğim sonsuza kadar yaşamaktı. Tipim müsaitti.

Öfkeliyken odun kesmenin iyi gelmesi bir yana, odun kesmenin kendisi öfkenin ifadesine yol veriyordu, öfkeyi özgürleştiriyordu. Daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, odun kesmek bizzat öfkeyi yaratıyordu; kimseye zarar vermeyen yapıntı bir öfkeyi. Zararsızlığı kendine dokunulmaz bir alan çizmesinde, kimsenin bulaşmak istemeyeceği bir dalgınlığa hükmetmesindendi. Odunu alıyorsunuz, kesiyorsunuz, parçaları başka bir yere atıyorsunuz, eğilip doğrulma ve bakışın odunların dışına nadiren kayması… bitirmeliyim şu işi babında bir yoğunluk. Öfke biraz da diğerini gereksizleştiren (yardıma yeltenemeyeceği, işe yaramayacağı sınırda tutan) kendine yeterlik halinin sert iletimiydi.

Bir de kesilmesi zor budaklı odunlar... baltayı her indirişimde taşa vurmuşum gibi gücün kaslarıma aksülamel eden sersemletici etkisi. Çetin ceviz. Birkaç denemeden sonra başaramazsam elime alıp inceliyorum odunu, zayıf noktasını buluyorum, tam oradan bir kertik açınca baltayı odundan ayırmadan defalarca vuruyorum, vuruyorum. Yarılsana Allahın belası. Saf öfke… bir iş yapıyorsun ve hiçbir estetik kaygın yok, odunu öyle ya da böyle parçala, sobaya girsin yeter. Odun kesmek yapıcı bir iş (kışa hazırlık) gibi gözükse de, içimdeki yıkıcılığı da açığa vuruyordu. Dikkatli bir bakış bunu anlardı. Yanınca yok olacak bir şeyle özenli bir ilişki içine girmenin alemi ne? Yapmak yıkmaktı. Sanıyorum heykeltıraşlarda da var bu; taşı parçalarken, yontarken önce yıkıcı dürtülerini tatmin ediyorlardı. Hangi konumda olduğunu sözcükler belirliyor, eylemin kamufle edilecek bir yedek anlamı oluyor illa. Buna dilbilim terimleriyle şöyle diyebiliriz: Gösterileni gizleyen gösteren...   Saf özgürlük. Yalnız kışın o budaklı parçalardan birini tam sobaya atacakken elime aldığımda tuhaf bir duyguyla duraksıyordum bir süre; kendi zahmetime duyduğum saygı ile zahmetimi ödülle unutturan kontrast:  az terletmemiştin beni, şimdi ısıtacaksın, hem de diğer odunlardan daha çok. O kış bir kuzine almıştım. Ve çocukluğumdan beri hiç olmadığım kadar ısınmıştım. (Bir adam tanımıştım 91 yılıydı galiba, fellik fellik Almanya vizesi almaya çalışıyordu, yıllarca Almanya'da çalışmış ve Gedikpaşa'daki ayakkabı imalathanesini tasfiye edip yeniden Almanya'ya dönmek istiyordu. 'Neden?' diye sormuştum. 'Üşüyorum' demişti, 'ben bu memlekette üşüyorum, evde, sokakta, işyerinde... her yerde üşüyorum... gideceğim bu siktimin ülkesinden...)

Ben bir yer bulmuştum işte... Üç römork odun, az buz değil. Odun kesmek zamanla bir kurguya dönüştü. Kestiğim odunlar göz doyurucu bir yığın olunca, çay demliyordum, en sona ayırdığım budaklı iki üç parçayı da kestikten sonra çayın başına oturuyordum. Bir kütük bana, bir kütük çaydanlığa, bir kütük de bardağa. Ter ve hafif rüzgâr. O anda yüzümü camda görseydim kendimi severdim, bağışlardım, şifa niyetine bile olsa Tanrı’ya ihtiyacım kalmazdı. O zamanlar sigarayı bırakmıştım, ama tek tük içiyordum. Kurgunun içinde tütün sarmak da vardı, kâğıdı yuvarlarken, yapışkanı dilimle ıslatmak da, önümde uzanan hasadı yapılmış geniş tarlaya bakmak da, rüzgârda anızların titreşimini hissetmek de. Sigaramdan ilk nefes sarhoş ediyordu beni, çok güzel diyordum, çok güzel… ve bu güzellik odun kesmenin yorgunluğuyla hallihamur olan bir güzellikti, bedenim benimsiyordu onu, içine çekiyordu. Bazen durduk yerde ‘Canım canım’ derken hâlâ bedenimin ta oralardan aşırdığı canla fısıldıyorum hayata.

Bazen Nihat geliyordu. Sevgili Nihat. Bir gözü şaşı. Ben de  beni hep ıskalayan o şaşı gözüne bakıyordum. Nihat paranoid şizofrendi. Kendisi söyledi. Dobraydı. Hep köyde yaşamış, köyüyle sebat eden birine böyle bir teşhis koymak insafsız. En azından paranoid kısmı fazla... Köyün sosyolojisini ondan öğrendim. Dedikoduyu sevmezdi ama her sorumu cevaplardı, ben de onunkileri tabi. Sonra birden gülmeye başlardık, sesli sesli, daha çok kendi gülüşümüz kışkırtırdı bizi, kimseye nispet olsun diye değil, etrafta kimse de olmazdı zaten. Saf gülme. Bir gün ne okuyorsun Hocam dedi, kütüğün üzerindeki kitabı işaret etti. Kant’ın Prolegomena’sı. Kant’ı anlatayım mı sana dedim. Anlat dedi, sanki ona bir sır verecekmişim gibi ellerini ovuşturdu. Bir tütün sardım, çay doldurdum. Anlattım. İlginç geldi. Bak sana bir yer okuyayım dedim, bir sayfa çevirdim altını çizdiğim satırları okumaya başladım:

“Eğer insan başka birinin bize bıraktığı, bir temele oturtulmuş ama sonuna kadar geliştirilmemiş bir düşünceden işe başlar ve bu düşünce üzerine düşünmeye devam ederse, kendisine bu ışığın ilk kıvılcımını borçlu olduğu o keskin görüşlü adamın ulaştığı yerden daha ileriye gitmeyi umabilir.”

Nihat okuduğumu anladı ve yorumladı da. Nihat’ın pat diye ağzından çıkan şaşırtıcı sözleri olurdu. Zekânın asıl etkisi şaşırtmasıdır; büyülemesi, bir şeyi açıklaması, ikna etmesi, bir sorunu çözüme kavuşturması değil. Yıllar var ki Nihat’tan sonra kimseyle Kant konuşmadım. Öyle demeyin, bazı şeyler ancak biri sorunca konuşuluyor.



Nihat ölmüş...  traktörün üzerinde giderken  bir yıldırım gelmiş koskoca Eymir ovasında onu bulmuş, arkadan bir başka traktör de ezmiş.

Odun keserdim ve Nihat çay molasında gelirdi, kurguyu sezmişti. Odun kesmek, çay, tütün, Kant ve Nihat kafamdaki güzel kombinasyon…






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder