İskele
boyunca saf düzende beş altı kişi, bazen arkalarda bir o kadar daha, on beş on
altı yaşlarında yeniyetmeler.Kol kola,
omuz omuza. Ama sıkı fıkı olmalarının göstergesi sadece bu değil, elleri
hoyrat, sataşkan; biri diğerinin ensesine pat diye şaplak atabilir, aralarında
illaki takıldıkları biri vardır. Eşek şakasına alışkınlar. Kötüye yormak
aklımdan hiç geçmedi, şakalarıyla bedenlerini yerelleştiriyorlar. Kiminin
elinde kitap, kiminin elinde gazete, dergi; eğer mevsim gereği ceket veya parka
giymişlerse, tüm bu matbuat yan ceplerinde ve başlığı okunacak biçimde taşkın.
Ciddi konular konuşuyorlar. Konuşurken elleri karate yapar gibi aşağı yukarı
sertçe inip kalkıyor. Ciddiyet çok sürmüyor, iskelenin orta yerinde birden bir
kahkaha patlıyor, katıla katıla gülenlerin sesi dalga sesine karışıyor, iki
büklüm korkuluklara tutunanlar, gülerken öksürenler.O yaşta sigara içenler var, hem de az değil,
yarıdan çoğu sigara tiryakisi. İskele gezintisi o yaşlarda sigara partisi
gibidir. İskeleye girdikleri anda başlarının üstünde hale hale yükselen
dumanlarla yürürler. Mecazi anlam düz anlamı ele geçirir, başı dumanlı
gençliktir onlar. Şimdi puslu biçimde gözümün önündeler, onların gerisinde
yürüyorum. Onlarla karşı karşıya da yürümüş olabilirim ama artık yüzlerini
hatırlamadığım için hayal gücüme yakışan bu. Yıl 1979 ve 12 Eylül 1980 arası,
yirmi yaşlarındayım.Onlarda kendi
yeniyetmeliğimi görüyorum…o zamanlar
muhtemelen böbürlenerek.
İskelenin
büyüttüğü çocuklarız.
İskelede
ilk yüzme deneyimi kasabalıların bireysel tarihinde bir devrim gibidir.
Fizyolojik erginlenmeyle ilgisi olmasa da kendi çapında bir kasaba potlacı.
Yüzme bilmeye ani geçiş. Kıyıda çat pat yüzüyorsunuz ama dibini görmediğiniz
derin bir yere ilk kez atlıyorsunuz. Birden. Yetişkinlerin zorla suya savurduğu
çocukları da gördüm. Denize düşen çocuğun yüzme bilip bilmediğine karar
veremediği o şaşkın an... Sonra merdivenlerin aşağısındaki düzlüğe kimsenin
yardımı olmadan çıkıyorsunuz. Sırasıyla alçak basamaktan yükseğe doğru, nihayet
iskelenin üstünden atlamalar. Önce çivileme sonra balıklama. Balıklamanın adabı
belli, dizleri bükme ve ayakları bitişik tut. Hepsi birer aşama.
Yüzme
bilmenin kazandırdığı özgüven devrimci olmanın özgüveniyle kaynaşır. İskele bu
karma yürümenin özgürlük parkurudur. Kendine özgü bir tarzla: yere sağlam
basan, kollar bir kavgaya atılacakmış gibi gergin, omuzları geniş gösteren, bir
tarafa hafifçe yanlayan, iskelede ufka bakmanın ehlileştirdiği kısık
küçümseyici bakışın eşlik ettiği yürüyüş.
Bedenler
şeffaf. Ama şeffaflığı veren mekânın açıklığı değil. İskelenin kasabadan tecrit
oluşu. Sahil yolu denizle bağınızı kesintiye uğratıyor, bu yolu aştınız mı
iskele sayesinde denizle bağ kurarken aksine kasabadan da kopuyorsunuz. Sahil
yolu derken eski dönemi kastediyorum, sağa sola bak ve karşıya geç hali. Bir
sınır. Şimdiki ucube alt geçit yok. Eğer sahil yolu olmasaydıiskele Meydan’ın uzantısı gibi görünürdü. Evet
Meydan’ın ‘M’si büyük, hem tür adı hem özel ad. Sözünü açmışken devam etmesem
olmaz; Meydan, kasabanın merkezi ve en geniş kamusal alanı, Atatürk büstünün
olduğu yer. Kamusal alan ama sahipsiz değil.Meydan’ı çevreleyen dükkan sahiplerinin kendiliğinden bir işgaliye
alanları var, dükkanın önünde durmaları bile (müdavimleri de olabilir) oradan
geçerken size “yabancı” olduğunuzu hissettiriyor. Meydan’ın güney çeperinde
taksi durağı mesela, oradaki otomobillerin hareketi, şoförlerin
birbirlerinebağırarak seslenmeleri, bir
otomobilden yükselen müzik, sahipliği güçlü biçimde vurguluyor. Sahiplik
salgısı olarak ses. Meydan bir eğleşme yeri değildir, orada ya bir dükkana
girersiniz, ya da orayı iskeleye doğru geçiş güzergahı olarak kullanırsınız. Herhalde
bir kıyaslama yapmamın sırası: Meydan’ın
zımni sahipliğine karşı iskele sahipsizdir. İskelede mekân örgütlü değildir.
Bir çocuğa bile hak ettiği özerkliği verirken cömerttir.Mayıs 7’si bayramında yüksek tepelerden
kasabaya inip akın akın iskeleye hücum eden köylüler geliyor gözümün önüne,
deniz çekiyordu onları. Kayıklara atlayıp çığlık çığlığa korkularıyla
oynaştıkları deniz.Bu sefanın içinde
iskelenin sahipsizliği de gizliydi, kentle uyum sağlayacakları rahat bir oryantasyon
mekânı olarak.
Oltayla
balık tutan uzun süre kalanlar bile sahiplenemez iskeleyi, çünkü sırtları gelip
geçenlere dönüktür. Sırtımız… mahcubiyetiyüzümüz yerine sürdüren tarafımız.
Şeffaf
dedim, yani tecrit ve sahipsiz bir yerde görünme biçimimiz. Yürümenin
bilinçdışı eğilimi. Hatırlıyorum, çoğu zaman evden çıkınca hedefimin iskele
olduğunu bilmezdim, bir bakmışım ayaklarım beni oraya götürmüş. İskele
karşılaşma yeridir. İllaki bir arkadaşınızı orada bulursunuz. Diğerini görme
ihtiyacını rastlantıya çeviren “eşitlik” kuran bir yerdir iskele. Rastlantı
derken esasen iskelede karşılaşmayı değil henüz sahil yolunun berisindeyken
tanıdığınızı uzaktan görmeyi kastediyorum.Kasabada herkes uzağı iyi görür çünkü. Bir tanıdığı görmenin
sevinciyle...
İskelenin
ucundan yüzünüzü karaya dönünce kasabanın panoramik görüntüsünü elde edersiniz.
Total görmekle ilgili herkesin kendisine yaptığı narsistik yatırım. Ta arkada
tepesi yaz kış karlı Çal Dağı, tepelere doğru giderek seyrelen evler, uçları
görünen minareler, doğuda Dikmen, Karaburun; batıda Ordu Piraziz arası koylar.
Manzara denilen şey genellikle yukarıdan aşağıya doğru ortaya çıkan bir görme
biçimidir. Burada ise tersine deniz seviyesinden tepelere doğru ve yanlara
doğru genişleyerek bir “uzak” yaratma hali. İskele insana uzaklık hissi veriyor.
Hatırlatayım, eskiden 272 metreyle ülkenin en uzunuydu Bulancak İskelesi. Ve iskelenin
ucunda bir yeniyetmenin bakışıyla yarattığı uzağın uzağı olma hali. İskelenin sanki
vektör hattıymış gibi kasabayı simetrik biçimde ikiye ayırması insana kendini merkezde
konumlanmış hissi veriyor. Narsistik yatırım derken kastettiğim bu.
İskele
bitince doğu ve batı yönünde sahil kaldırımı. Hangisi? Hiç tereddütsüz batıya.
Sanıyorum Batı imgesi gizli etken, İstanbul’a, Ankara’ya giden anayolun
paraleli. Harita bilgimiz de gizlice yönlendiriyor, Avrupa o tarafta. Yaz
akşamları aileleriyle yürüyen genç kızlar da. Ama aileleriyle yan yana değil,
hemen arkalarından yürüyorlar. Kontrolden kaçan ferahlık sağlayanflörtöz bir mesafe bu. Akşamın karanlığında
iki bakış karşılaşır. Ta uzaktan fark etme, giderek yaklaşma ve geçiş anında
dıng! Bakışmanın bir iç sesi vardır. O yıllarda öyleydi.
O
yıllarda sahil kaldırımlarına göre iskele daha erkekti.
Bir
gün akşamüzeri yağmur çiselerken iskeleden dönüyordum, 80 sonrası ve 86 öncesi geniş zaman aralığında bir gün... ta iskelenin dibinde bir
adamla kadının geldiğini gördüm. Kadın rahat, gülüyor gibi. Meydanı boş
bulmanın tadını çıkarıyor, yürüyüşü bir korkuluktan diğer korkuluğa yılankavi, sanki
dans ediyor, elleri havada kıvrımlı hareketler yapıyor. Yanındaki adam?
Tanıdım, ama merhabamız yok. Kadının üzerinde uzun bir hırka var. Hem onları
izliyorum hem yürüyorum. İyice ağırdan. Yaklaşınca, kadının lambanın altında
parlayan ıslak alnını gördüm. Bir ses çıkardı, çok bildik birkaç sözcük ama
aklımda sadece sesin neşesi kaldı. Acaba merhabam olmayan adamın nesiydi?
Sevgilisi?.. Peşlerinden baktım bir an, iskelede bizden başka kimse yoktu…
İçimden Yeşil Hırkalı Kadın dedim ona. Sonraki günler hep Yeşil Hırkalı Kadın’ı
aradım.Ona verdiğim ad buydu.
Başlarında en büyükleri 11 yaşında kız, dört çocuk okul dağıldıktan sonra
mezradaki evlerine dönüyorlar. İki üç kilometre patika yol.
Vadiye inince demiryolu köprüsünün altında çantalarında kalan son
azıklarını yemek için mola veriyorlar. İlk kez uzaktan uğultuyla gelen ve
giderek şiddetini artıran tren sesini duyuyorlar. Tren tam köprünün üstünden
geçerken 11 yaşındaki kız çığlık atıyor, diğerleri onu takip ediyor, son vagon
köprüyü terk edene kadar. Neşeyle tepeye evlerine doğru yürüyorlar.
Ertesi gün treni kıl payı kaçırıyorlar. Daha ertesi gün de. Sonunda trenin
geçiş saatini kestiriyorlar (muhtemelen önceki gün rastladıkları tren rötarlıydı)
ve okul dağılır dağılmaz köprüye doğru koşuyorlar. Bazen öğretmenlerinden beş
on dakika erken çıkma izni alarak.
Tren gelmeden orada soluklanmak, tren geçerken bir ayin yapar gibi çığlık
atmak... henüz stres sözcüğünü bilmiyorlar, ama çığlıkları sanki içlerinden
zehirli bir atığı dışarı atar gibi onları rahatlatıyor.
Zamanla çığlıktan sonra ilk neşeli halleri yok oluyor. Sadece bir
rahatlama. Yorgunlukla birleşen hüzün. Çocuklar trenin geçiş saatine yetişmek
için okulun dağılmasını sabırsızlıkla bekliyorlar, henüz stres sözcüğüne sahip
olmasalar da nasıl rahatlayacaklarını bilmek onları strese sokuyor.
Araba yolu bile olmayan mezralarına ta uzaklardan gelen tren ancak
tersinden anlaşılabilecek bir süreçle stresi getiriyor. Şöyle: Çocukların çığlıkları
başlangıçta tren sesini taklit ediyordu, şimdi tren sesi çığlıklarını kamufle
ediyor.
Herhalde
başlıktan anlaşılıyordur, bir film eleştirisi vaat etmiyorum.
Açılışta
karla örtülü bembeyaz doğayı görünce acaba film nerede çekilmiş diye merak
ettim. Filmin finalinde mekân belli, Nemrut Harabeleri… filmin çekildiği köy ve
kasaba ise muğlak. Diyaloglarda kasabanın özel ismi yok. Kasabada geçen
sahnelere özellikle dikkatlice baktım arabaların plakaları okunmuyor. Bir tek
Kenan öğretmenin otomobilinin plakasında 25’i görüyoruz (dk.29); Erzurum.
Sonradan öğrendim, film de zaten Erzurum’un Karayazı ilçesinde çekilmiş. Yine
de bu bilgi plaka ile filmin Karayazı’da çekilmesi arasında bir kesinlik
ilişkisi kurmamıza yetmiyor, daha çok çağrışım (çünkü aynı araba başka bir
sahnede -filmin 93. dakikasında- 01 Adana oluyor). Nasıl bir çağrışım
söyleyeyim. Doğu ama kimse Kürtçe konuşmuyor. Doğuluğu muhafaza eden etnisiteye
de vardırmayan, oranın yerlisi birtakım kişilerin politik öykülerinde
sezdiğimiz karma bir yer. Bilmemiz gereken tüm çağrışımlarıyla Doğu. Sadece
Doğu: uzaklığı, mahrumiyeti, resmi görevlilerle mesafesi ve karakışıyla.
Mecburi hizmetin bölgesi, yani gönülsüzlüğün ve sürgünün.
Bir
taşra derecelemesi yapsaydık en üste Doğu’yu yazmamız haksızlık olmazdı
herhalde.
Filmin
zamanı günümüze yakın, İnstagram zamanı. Ama asıl zaman bu değil, biz Samet’in
dört yıllık mecburi hizmetinin dolduğu zamandayız.
Samet
yıl sonunda tayinini yaptıracağını bildiği halde gitme arzusunu ikide bir
tekrarlıyor. Ben de yazımın içeriğini bu tekrarlar üzerine kurdum. Şimdi
gelelim filmde saptadığım sahneler üzerinden gitme arzusuyla ilgili söyleyeceklerime.
Sömestr
tatilinden dönmüş Samet’e okulun ilk günü sabah kapıda karşılaştığı hizmetli
Nail Efendi’nin “Noldu döndün yine kürkçü
dükkanına.” demesi. Bunu Samet öğretmenin gitme arzusunun ön habercisi
olarak anladım. Nail Efendi Samet’le aralarındaki senlibenlilikten
izin alarak onun geri gelmesini bir tür yenilgi biçiminde söylüyor. Ya da
mukadderatmış gibi. Tabi şaka yollu.
Devamında
öğretmenler odasında Samet hizmetli Nail Efendi’nin öğretmenlere yumurta satma
isteğini bildirince Firdevs öğretmenin tepkisi: “Yiyemiyorum ben buradakilerin şeylerini, valla kimse kusura bakmasın.”
Firdevs öğretmenin filmde ciddi bir rolü yok. Hakkında fazla bir şey
bilmiyoruz. Ama sadece bu repliği bile onun yerli olmadığını anlamamıza
yetiyor. Daha ötesi ‘Yiyemiyorum ben buradakilerin şeylerini’ derken burnu
havada yabancılığını yemek zevki üzerine kuruyor. Yiyeceği yenmeyen yer ikram
yeteneğini kaybetmiş demektir. Onlara ihtiyacım yok, onların bana verecek bir
şeyi yok diyen yabancı karşısında yerli… Batılının gitme arzusu Doğulunun
misafirperverliğini elinden alıyor. Öğretmenler odasında Firdevs’in bu sözü
rahatça söylemesini sağlayan şey diğer öğretmenlerle paylaştığı eğreti olma
hali. Herkes bir gün buradan gidecek. Mesleki aidiyetten daha önemlisi eğreti
olmanın aidiyeti. Eğreti olmakla yabancılık arasında ayrım yapma düşüncesi beni
kışkırtıyor ama konu dağılacak. Geçtim.
Samet’ten
aldığı borcu ödeyemeyen (ama borcunu dillendirecek kadar nazik ve mahcup) köyün
yerlisi işsiz Feyyaz’la karşılaşma: Feyyaz, “Gideceğim hocam buralardan” diyor. Varto’da açılan bir gazinodan
iş teklifi almış haber bekliyor. İşin olup olmayacağı belli değilken gitmekten
söz etmesi bir yanılsama aslında. Böylece kendisini işe yaramaz hissetmekten
kurtarıyor. Bu yanılsamayı gitmenin sözünü ederek yaşayabiliyor ancak. Haber
beklemesi doğal olarak borcunu da erteliyor (borçlu halini sürdürmesini
olanaklı kılıyor diyelim). Daha önce bir güvenlik görevlisi işi varmış olmamış.
Artık onun sözü tükendi. O halde yeni iş için bekleme süresi ne kadar
belirsizse beklemekten ve işten söz etmenin ömrü de o kadar uzayacak. Kendisi
hakkında bilgi vermesi=itiraf yükümlülüğü=ödeşme. Sanki ne durumdasın, gitmenin
hangi aşamasındasın sorularına cevap veriyor. Öte yandan Samet’le kurduğu
yarenlik bir ortaklığa dayanıyor, gitme arzusuna. Yerele dışarıdan gelen
aydınlanmanın ürettiği arzudur bu.
Peki
köyünde kalmaya karar vermiş veteriner Vahit’e ne diyeceğiz? Yerlinin gitme
arzusunu kendi bölgesinde kalmaya karar verip de içinde uhde kalmış duygunun sürmesi
olarak düşünmeyelim. Yerli aydın yabancı aydınla ilk temas noktasıdır. Tedricen
yerelin dünyasında kaybolurken aydın tarafını yabancıyla ilişkisinde canlı
tutar. Aydın tarafının yerel ahaliye karşı yabancıyla (yani Samet’le) kurduğu
yakınlık gitme arzusunun yerini almıştır. Veteriner Vahit, Samet’le baş başa
kaldığı bir sahnede, “Ya işte görüyorsun
Hoca, kendi başına dikilmek zor buralarda. Herkes bir yana devrilmeni ister…
Adamın iki tane hasta ineğini ayağa diktim. Gelmiş köpeği vurmuş benim sonra.”
Samet neden diye sorar. Vahit “İnsan olduğu
için.” der. Aynı sözü bir daha tekrarlar. Yerel ahali genel insan
kavramıyla bulanıklaşır. ‘İnsan her yerde aynıdır.’ Yerel yaşama katlanmanın
şiarı.
Nuray
ve Samet'in ilçede Nuray’ın görev yaptığı okulun kantininde tanışma sahnesi.
Samet’in Nuray’ı da tanıyan ortak arkadaşları Sercan aracı olmuş. Sercan’ı
filmde görmüyoruz, gizli çöpçatan. (Taşra=Olumsal tanışma yasağı. Ve buna karşı
bir tür tanıştırma kurumu olarak çöpçatanlık.) Samet dört yıldır köyde olduğunu
söyleyince Nuray “Tayin zamanın dolmuş,
tayin isteyecek misin?” diye soruyor. Samet, “Geldiğim ilk dakikadan beri aklımda sadece gitmek var,” diyor.
Nuray’ın daha önce Ankara’da okuduğunu, görev yaptığı ilçenin yerlisi olduğunu
şimdi ailesiyle kaldığını Sercan’dan öğrenmiş. Nuray’ın yerliliğine bu
saldırısı aralarındaki “taşra sıkıntısı”nın denk olmadığını ima etmesi
açısından ilginç. Sanki (Edip Cansever’in) “İnsan
yaşadığı yere benzer” dizesini diğerinde alınganlığa yol açacak biçimde
söylemek gibi… Ama bunu söylerken Ankara’da okuyan ve metropole alışan Nuray’ın
yerlisi olduğu bu ilçeden olası gitme arzusuna da güveniyor. Nuray “Nereye?” diye soruyor, Samet, “İstanbul’a,” diyor. Samet’in İstanbul’a
gitme arzusuyla İstanbul’a gitme arzusunu söyleme arzusunu birbirine
karıştırmayalım. Samet nereye sorusuna cevap vermiyor, sorunun sunduğu fırsatı
değerlendiriyor. Samet aslında Egeli, İstanbul çıtayı yükseltiyor. Bundan söz
açmanın ona sağladığı üstünlük mü desek? Konuşma akmıyor, Nuray Samet’in gitme
arzusuyla hemhal değil. Sahne kesik.
Gitme
arzusunun çocuklar üzerindeki tezahürü var ki buraya biraz daha fazla dikkat
çekmek istiyorum.
Samet’in
eşeğiyle poz vermiş bir köy çocuğunun fotoğrafını tahtaya asması ve çocuklara
bunun portresini yapmalarını söylemesi. Çocukların itiraz etmeleri… Bir çocuk, “Ama hocam hep aynı şeyleri çizdiriyorsunuz;
hep dağ, taş, kar eşek çizdiriyorsunuz.” Buna karşı Samet, “İyi ya işte, iyi bildiğiniz şeyleri
çizdiriyorum. Daha ne istiyorsunuz?” Başka bir çocuk, “Ama hocam deniz çizsek daha iyi olmaz mı?” diyor. Sonraki
konuşmalardan çocukların denizi televizyonda gördüğünü anlıyoruz. Bir çocuk
İzmir’deki akrabasının yanına gidince görmüş denizi. Çocuklar için deniz gitme
eyleminin imgesi. Deniz=Uzak. Ama bu konuşma olmadan önce Samet çocukların
nesne olarak denizi hiç bilmediğini sanıyor. Doğu çocuklarında batıya gitme
arzusunun ayartıcısı olarak deniz… Köyde çocuklar önce evle okul arasında
giderler, bir mesafe almaktan çok sembolik bir gitmedir bu. Dışarıdan gelen
öğretmenin yanına ve dışarlıklı bir kurumun içine. Bazen daha uzak ve daha
küçük mezra gibi yerlerden okulu olan daha büyük köylere. (Sevim gibi. Sevim,
Samet’in gözde öğrencisi ve platonik aşkı. Öğretmenle öğrenci arasında platonik
aşk hem cüretkâr hem de sözcüklere dökülemeyecek kadar sinik. Samet’in gitme
arzusunun Sevim’de olası yansımasını yazının sonuna sakladım.) İlk gitme
provaları böyle başlar. Sonra haritayı öğrenirler, harita üzerinde kendi
oturdukları yeri ve adını sık sık duydukları İstanbul’u Ankara’yı bulurlar… ve
büyük şehirlerin resimlerini görürler. Gitme düşüncesi hayal gücüne işlenir.
Model aldığı öğretmen gider; yaz tatiline, sömestr tatiline ve bir gün tayini
çıkar hepten gider. Ama çocuk da gidecektir, ortaokulu bitirince ilçe lisesine,
liseyi bitirince batıya daha büyük şehirlere…
Eğitim
gitme arzusuna cevap verdiği gibi gitme arzusunu yaratır da. Herkes
asimilasyonun dilde olduğunu sanır, hayır asimilasyon imrenmeyle ve gitme
arzusuyla başlar. (İngilizce öğretmeni Nuray, Kenan’ın sorusu üzerine
öğrencileri için “Ben mi onlara İngilizce
öğretiyorum onlar mı bana Kürtçe, orası belli değil.” derken kendi
yerelliğinin çoktan melezlenmiş olduğunu gösterir bize.) Öğrenim düzeyi
yükseldikçe (bunu okuduğu üniversite şehri büyüdükçe diye okuyabilirsiniz) kişi
merkeze daha çok yaklaşır, geldiği yeri daha çok terk eder. Ve yerlisi olduğu
ahaliye yavaş yavaş taşralı gözüyle bakar. Çocuğun angaje olduğu ve bir gün
kendi gidişini de kafasında hazırlayan bu pedagoji onun zayıf tarafıdır
da.
Nasıl
zayıf tarafı?
Şimdi
anlatacağım sahne tam da bu:
İki
kız öğrencisinin (biri Sevim) kendisine yönelttiği taciz şikâyetiyle boğuşan
Samet bir gün sınıfa gergin girer. Öğrencilerin hengâmesine öfkelenir ve
bağırarak şunları söyler: “Hiçbirinizin
ileride ressam messam olacağı yok. Biliyorum bunu. Sizler patates, şeker
pancarı ekeceksiniz ki, ne olacak zenginler rahat yaşayacak. Öyle değil mi?
Maalesef öyle. Gerçek bu, yapacak bir şey yok. Ama bu deveyi gütmek zorundayız
burada.” Elindeki tahta kalemini masaya fırlatır, kendi kendine konuşur
gibi ama öğrencilerin de duyacağı biçimde “Nereden
düştük buraya ya?” der. Yani öğrencilere gidemeyeceksiniz der. Onları en
zayıf noktasından vurur, gitme arzularını örseler. Eğer gidemeyeceklerse
eğitimin ne önemi vardır? ‘Nereden düştük buraya?..’ Dışarıdan gelen öğretmenin
yerli öğrenciyle yabancılaşmasının zirvesi. Yaşadığınız yeri sevmiyorum. Direkt
sizi sevmiyorum demeden bunu demeye getiren söz. Aksine bir yerin manzarasına
hayranlığını söylemek o yörenin insanına övgü değil midir? Bu yüzden turistik
bölge insanları gitme arzusunu daha az duyarlar.
Aynı
lojmanda kalan Samet ve Kenan köyün dışındaki Ebedük denilen yere su almaya
giderler. Samet’in Kenan’a Nuray’ın fotoğrafını gösterip çöpçatanlığa soyunduğu
sahne: Kum saati işleviyle iki arkadaşın orada oluşlarının süresini belirleyen
ip gibi ince akan musluğun suyu ne güzel bir buluş! Gitmenin ve eğleşmenin
minimal hali. Kenan fotoğrafa bakınca “Güzel
kızmış,” der. Samet, “Fena değil.”
Diyalogun devamına yol gösteren kilit bir ayrıntıdır bu. Kenan Samet için güzel
kızmış derken kızı olumlar (dolayısıyla Samet’i), Samet fena değil diyerek
yakıştırmayı üzerinden atar, arkadaşına yöneltir, “Tanıştırayım istersen sizi,” der. Kızın Kenan’a uyan özelliklerini
sayar: “Akıllı, resim yapıyor, İngilizce
öğretmeni, Alevi ve ikiniz de buralısınız.” Kenan, “Madem bu kadar iyi sen neden şey yapmıyorsun?” diye sorar.
Buradaki “şey” çok iyi seçilmiş bir sözcük. Yerine geçen ya da ima eden sözcük
değil. Elbette joker bir sözcük "şey" ama daha çok arındırıcı tarafıyla,
adlandırmaktan imtina edip, diğeriyle arasına mesafe koyan. Samet hemen
yapıştırır cevabını, “Ben gidiyorum oğlum
buradan ya. Allah Allah. Hem ben öyle evlenmek falan istemiyorum ki yani." Samet
Nuray’ı kendisi için düşünmeyişini pekiştirmek için iki ayrı nedenmiş gibi iki
ayrı cümleyle söylüyor bunu ama kafasında her ikisi de birbirinin gerekçesi.
Evlenemem çünkü gidiyorum, evlenirsem burada kalırım çünkü kalmak istemiyorum.
Peki
gitme arzusu nasıl baskılanır?
Arabayla.
Kenan’ın
arabası vardır. Ailesiyle kalan Nuray araba almanın önce sözünü eder sonra
alır. Oraya yerleşmiş okul müdürü Bekir araba almak ister, Samet’e markasını da
söyler, Honda. Gezeriz der. Gitmenin zıttı olarak gezme. Samet ‘Sen yakmışsın
gemileri’ der müdüre. Farkında veya değil, gitme aracı olan arabanın gitmeyi
engelleyen paradoksunu dile getirmiş olur. Çünkü Samet için gitmek terk
etmektir. Arabayla gitmek ise daha baştan dönüşü içerir. En iyisi Kenan, Samet ve Nuray’ın üçlü
buluşmasında aralarında geçen şu diyalogu takip edelim şimdi:
NURAY:
“Burada kalacaksam da en azından taksitle
falan şöyle araba mı alsam diyorum.”
KENAN:
“Süper olur ya. Gayet mantıklı, evet.”
NURAY:
“Araba büyük özgürlük sonuçta.”
KENAN:
“Tabi canım ya.”
NURAY:
“Ne bileyim en azından atlarsın, çevreyi
gezersin, bir kırlara çıkarsın, çevreyi keşfedersin.”
Nuray
ve Kenan’ın gezme övgülü karşılıklı konuşmaları bir an için Samet’i dışarıda
bırakır. Samet kem gözle izler onları. Nihayet söze karışır.
SAMET:
“Gezmek güzel tabi de. Zor ya. Karda,
kışta kıyamette. Epey zor.”
KENAN:
“Yok. Gezilir ya. Ne olacak, bakma
hocama. Her yer yollar falan açık. Gezilir.”
SAMET:
“Nereye gezilir mesela Kenan Hocam?”
KENAN:
“Neresi olursa hocam ya. O kadar güzel
yerler var ki çevrede”
SAMET:
“Neresi var mesela?”
KENAN:
“Mesela Diyadin Kanyonu var. Hiç gördünüz
mü orayı?
NURAY:
“Şu Ağrı tarafındaki.”
KENAN:
“Hemen Ağrı’yı geçince.”
SAMET:
“Uzak oğlum o. Nasıl gidilecek oraya?”
KENAN:
“Gidilir ya. Arabayla gideceksin işte
hocam.”
SAMET:
“Tamam da zor işte. Bir tipi mipi oldu mu
bitti işte. Yol kapandı, onu diyorum.”
KENAN:
“Tipiyi beklersek de hiçbir şey
yapamayız. İnsanın istemesi önemli galiba hocam.”
NURAY:
“Yani güzel mi? Güzeldir herhalde.
KENAN:
“… O kadar güzel manzarası var ki…”
Duyduğum
en güzel sinema diyaloglardan biri. Birkaç kez izledim bu sahneyi. Araba
gitmenin ikamesi gibi görünüyor. Ama üzerindeki plakanın ait olduğu
yöreyi göstermesi gibi araba insanları daha çok oralı yapıyor. Daha çok oralıyı
başkası olarak oralı diye de söyleyebiliriz. Araba sayesinde yaşadığı yerin
güzelliklerini “manzara” olarak yeniden keşfeden yeni yerliler. Bir tür turist
efektidir bu. Yorucu gitme/kalma ikileminin mahmurluğu arabayla def edilir.
Arabayla giderler ve evlerine dönerler. ‘İnsanın evi gibisi yok.’ Diğer her
yerde arabanın park sorunu vardır, araba park etse bile bulunduğu mekânı zapt
edemez; insanın gittiği yerde eğreti olmasının bir başka ikamesidir bu.
Kasabada, köyde araba evin önündedir. İnsan eviyle olduğu gibi ister istemez
arabasıyla da kök salar.
Kermesin
de yapıldığı sekizinci sınıfların mezuniyet töreninde Kenan’ın sıklıkla
inzivaya çekildiği malzeme odasına öğrencisi Sevim’in elinde pastayla içeri
girdiği sahne:
“Valla Sevim benim için bitti buraların
hikâyesi, geriye kaldı bu çöplüğü unutmak… Tayin istedim gidiyorum yani, bir
daha dönmemecesine… Bana söylemek isteyip de söyleyemediğin bir şey var mı?..” Artık belli, Kenan ondan aşk itirafı
duymak istiyor. Ama bu gerçekleşmez. Ya ortada aşk yoktur ya da gitmek aşkın
şantajı olarak beş para etmez.
Şimdi
filmde çokça tartışılan “pedofil” yakıştırması için biraz gerilere gidelim.
Bir sahneyi kaçırmışım, Medyascop’ta
Elif Gökçe Aras’ın Kuru Otlar Üstüne Üzerine yazısını okuyunca fark ettim. E.
G. Aras’ın yazısında şöyle ara yere sıkışmış bir bilgi: “Gözde öğrencisinin (Sevim) gelip mektubunu istemesi üzerine kendisini
öğrencisinin aşkını itiraf etmesine hazırlayan ve kendince onu rahatlatan
Samet, kızın akranı bir erkeğe âşık olduğunu anlayınca bozulur.”
Kendi kendime tekrarladım. Öğrenci
Sevim’in başka bir erkeğe âşık olması mı? Sevim’in başka bir erkeğe âşık
olduğunu faş eden sahne neredeydi ki? Filmi 3 saat 15 dk yeniden izlemek zaman
kaybı, iki arkadaşımı aradım, onlar okulun bahçesinde Sevim’in bir erkek
çocukla özel konuştukları sahne dediler. Açtım Netflix’i ileri geri ileri geri
derken ilgili sahneyi buldum.
Samet lojman arkadaşı Kenan’la okulun
bahçesinden çıkarken köşede Sevim’le erkek arkadaşının konuştuğunu görür!
Sinemada evrensel klişelerden birinin çok iyi çekildiği bir sahne, bir kişinin
ruh halini onu izleyen diğerinin davranışında yansılamak. Daha önce kaçırdığım
bu sahneyi iki üç kez izledim. Merak edenler şimdi yazacaklarımı filmin 45.
dakikasında takip edebilirler.
Evet okul bahçesinden çıkarken Kenan son
veli ziyaretinde başından geçen bir öykü anlatmaya başlıyor Samet’e.
(Fermuarını açık unutmasıyla ilgili bu hikayenin müstehcen vaadi acaba benim
Sevim’in oğlanla “özel” ilişkisini göremememe yol açan sebep mi? Hayır başka
bir sebep daha var, birazdan anlatacağım.) Şimdi ilgili sahneye bakalım: Bir
çekidüzen ve vaziyet alma sahnesi. Samet, Kenan’ın anlattığı hikâyeden bir anda
uzaklaşır, yüzündeki gülümseme devam ederken şaşkın halde başka bir tarafa
bakar (gülümseme ve şaşkınlığın aynı anda devam etmesi; gözle ağzın duygu
bütünlüğünden kopuşu olarak). Bedeni Samet’e dönük duvara dayadığı koluna
alnını yaslamış oğlanın hem Sevim karşısındaki kendine güvenen rahat hali hem
de bir bacağını huzursuzca sallaması ve Samet öğretmenle göz göze gelince toparlanması…
bu toparlanmanın kameraya arkası dönük Sevim’e bir işaret vermesi ve Sevim’in
Samet’i görmesi. Üçlü tedirginlik…
Bu sahne Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dan
bağımsız, seyirci kutuplaşmasına sebep olabilir. Olmuş bile Samet, kızın akranı
bir erkeğe âşık olduğunu anlayınca” demiş E. G. Aras. Oysa bu sahne NBC
açısından kasten şu ya da bu anlamla yaftalanamayacak kadar
muğlak. O zaman soralım, neden böyle bir seyirci eğilimi var? Ve
neden ben bu sahneyi atladım? Kusura bakmayın bu yazının daha fazla uzamasını
istemiyorum. Sorunun kendimle ilgili kısmına öncelik tanıyıp bırakayım. Ben
Samet’le Sevim arasındaki ilişkinin dışarıdan “pedofili” diye adlandırılışı ile
kendine has platonik yakınlaşma halinin gerilimine kaptırmıştım kendimi. Bu
yakınlaşma hem aleni hem de mahremdi. Ben bu zıtlığın tuhaf oksimoronunu
Sevim’in aşk mektubunu Samet’ten ısrarla istediği sırada kahve vermek için
odaya girmeden ardına kadar açık kapıya tıklayan okul hizmetlisi Nail
Efendi’nin davranışında ve Samet’in ona ‘Niye kapıya vuruyorsun kapı zaten
açık’ deyişinde gördüm. Nail Efendi Samet için kafasında “pedofili” şablonunu
taşıyor, tam da abartılı saygısıyla bu mahremiyetin altını çiziyor. Pedofili
suçlayıcı bir sözcük. Anlam genişlemesiyle Büyükle Küçük arasındaki yakınlaşmanın
her türünü tehdit eden ve sadece Büyüğü hedefleyen ahlaki/pedagojik bir
manivela. Oysa (başka sözcük bulamadığım için aynı sözcüğü esneterek
söyleyeceğim) pedofilinin bir türünde iki davranış karşılıklıdır: Küçük
büyüklenir, yetişkin çocuklaşır (bunu regresyon olarak okuyabilirisiniz).
Doğulu Sevim’in İstanbul ağzıyla konuşması bu büyüklenmenin ve taklit etmenin
göstergesi (ben olsam bunu bir diyalogda seyirciye sezdirirdim) olarak
düşünülebilir. Neyse birinci soru hakkında da son bir şey: Neden bazı seyirciler
Sevim’in kendi akranı bir öğrenciye âşık olduğunu düşünüyor? Çünkü “pedofili”
şablonuna göre Samet gibi birinden ancak intikam alınır, Sevim’i Samet’ten
koparan bu sahne yüreklerine su serpiyor.
Film baştan sona “belirsizliği”
anlatıyor. Hayır “belirsizliği” yaratıyor. Şimdi filmi izlerken tuttuğum
deftere bakıyorum, ne çok not almışım. (İleride genç insanlarla bu filmi
yeniden izleyeceğim ve bu notlarımı orada şifahen anlatacağım. Filmin en güzel
sözlerinden ve çoğu zaman benim de hissettiğim “umut yorgunluğu”m bu kadarcık
hayal kurmama izin veriyor.)
Nuri Bilge Ceylan büyük bir yönetmen.
Cannes’da en iyi film ödülünü alan Anatomy of a Fall’dan daha iyi bir film Kuru
Otlar Üstüne.
Filmin sadece oyuncu ödülü alması Batı
modernizminin mezhebi geniş olmakla “pedofili”ye ödün verme çekincesi arasında
bir bocalaması olabilir mi?
Nemrut
Harabeleri’nde yatışmış ruh hali ve bilgeleşmiş iç sesiyle başka bir Samet
görürüz. Tepeye doğru yürürken söyler şu sözü “(Sevim) senin gözünden kendimi görmek isterdim.”
İlk ne zaman ders kitaplarına girdi bilmiyorum. Milli
eğitimin sıralarından geçen herkes bu hikâyeden haberdardır herhalde. Tek tip
eğitimin tek tip suçluluk duygusuyla tuhaf kaynaşımı.
Ömer Seyfettin’in Kaşağı hikâyesini öğretmenimiz okumuştu.
Hikâyeyi dinlemekle öğretmenimizi dinlemenin aynı anlama geldiği kendi sessizliğimizin
esareti içinde uysaldık. Hikâye bittiğinde gözlerimin yaşardığını hatırlıyorum.
Ve boğazıma oturan acının ağlama utancına karıştığını. Galiba arkadaşlarım da
aynı durumdaydı. Kaçıncı sınıfa gidiyordum, kaç yaşındaydım? Hikâyenin
anlatıcısı çocuğun yaşındaymışım gibi geliyor. Ya da hikâyenin anlatıcısı
çocukla özdeşleştiğim için öyle sanıyorum.
Yıllar sonra roller değişti, aynı hikâyeyi bu kez ben
çocuklara okudum. Başka başka özdeşlikler yaşayacağımı nereden bilebilirdim.
Öğretmenken Türkçe kitaplarında bu hikâyeye bir daha
rastlamamıştım. Ama sınıf kitaplığında kitapçık olarak illaki bulunurdu.
Hikâyenin üzerimde bıraktığı etki hafızama mıhlanmıştı.
Yağmurlu bir gündü, beden eğitimi dersinin olduğu son
saat bahçeye çıkamamıştık. Çocuklara şansınıza küsün dedim, canlarının sıkıldığını görebiliyordum ama aldırmadım. Herkese birer kitap dağıttım kendime Ö. Seyfettin’in
Kaşağı’sını ayırdım. Hatırnazlığım üzerimde, safi nostalji. Bir süre sonra sesler kulağımı tırmalamaya
başladı. Mırıldanarak mı okuyorlardı
yoksa homurdanıyorlar mıydı anlamak zordu. Sonra işi azıttılar. Öğrencilerin
hoyratlığından ve şımarıklığından gına gelince durun şimdi size Kaşağı’yı
okuyacağım dedim. Sesimi yükselterek çok güzel hikâyedir diye de ilave ettim. Birden herkes suspus oldu. Bu tür suskunluk anlarını
zafer kazanmış gibi severim. Aslında iç sesim bakın size bir hikâye okuyayım da
görün gününüzü diyordu. Neyse ki belli etmedim.Hikâyenin gücüne inanıyordum, onları ters köşe yapıp hüzne boğacaktım. Hikâyenin
daha ilk cümlesinde “hazin” sözcüğü geçiyordu zaten: “Ahırın avlusunda oynarken
aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını duyardık.” Onlara hazin sözcüğünün anlamını
açıkladım. Okumama kısa aralar verip başka açıklamalar da yapıyordum. Kaşağının
nasıl bir alet olduğunu, çiftlik yaşamını falan. Yalnız at bakıcısı Dadaruh’un
ismi sık sık geçmeye başlayınca öğrencilerimden biri dayanamadı ne biçim isim bu
dedi. Hep beraber güldüler, Dadaruh Dadaruh diye tekrarladılar bir daha
güldüler. Hakikaten Dadaruh diye isim mi olurdu? Tarih bilgimi de katarak
hafızamı yokladım hayır Dadaruh diye birini hatırlamıyordum. İpin ucunu bir kaçırsam bir daha
toplayamazdım. Çocuklar isme takılmayın, bu eski bir hikâye eskiden böyle
isimler vardı diyerek geçiştirdim(1). Bereket duruldular. Ben de hikâyenin dramına
uygun biçimde ses tonumu yeniden ayarladım, okumamı kesmeden sürdürdüm. Sonunda
herkesin içinin cız edeceğini umduğum finale doğru ağır ağır ilerliyordum. O
kadar emindim ki ağlayacaklarından ne yalan söyleyeyim bundan sadist bir zevk
bile alıyordum. Nasıl anlarsanız, benim intikam tarzım buydu. Gel gör ki
hikayeyi okurken ben de çocukluğuma döndüm, arka sıralarda öğrencilerin
arasında oturan ve pür dikkat hikâyeyi dinleyen çocuk… O zaman ne yaşamışsam
aynı duyguyu öğrencilerime de bulaştıracaktım.
Hikâyenin en kritik yerindeydim:
“Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok
korkmuştum. Dadaruh şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam, bunu kimin
yaptığını sordu.
“Dadaruh: ‘Bilmiyorum’, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey
sormadan:
“ ‘Hasan’, dedim.
“ ‘Hasan mı?’ ”
“ ‘Evet, dün Dadaruh uyurken odaya
girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.’ ”
Burada birazcık durdum, çocukların suçlayıcı bakışlarıyla karşılaştım.
Hasan hikâye anlatıcısının kendisinden bir yaş küçük kardeşiydi. Hikâyenin
anlatıcısı ağabeyinin iftirası yüzünden hayata küsmüştü odasından dışarı
çıkmıyordu. Üstelik artık hastaydı. Öleceğini ben biliyordum çocuklar
bilmiyordu. Okumaya devam ettim. Onlar
azıcık da olsa umutluydular, evin hizmetçisi Pervin’in kendinden emin şekilde
“Kardeşin ölecek!” demesine rağmen. Nihayet zavallı Hasan’ın kuşpalazından öldüğünü
bildiren cümleye geldim. Sınıfta çıt yok. Son sözleri okurken boğazım
düğümlendi. Yüzümü göstermemek için pencereden dışarı baktım. Bir karga bahçede
çam ağacının tepesinde gaklıyordu. Yavaşça sınıfa döndüm, herkesin yüzünde ha
ağladı ha ağlayacak bir elem. Derin nefes alıp verdim “Evet” dedim. Zil çaldı.
Hikâyenin üzerimizdeki etkisi tam olarak neydi? Yazar bize
hikâyesinin sonunda sanki zımnen başınızın çaresine bakın demişti. Hikâye bir çocuk için fazla sertti ama
yetişkinle çocuğu birleştiren bir yapısı da vardı. Yazar kendi çocuk halini
şimdileştirerek anlatıyordu; yazar beni çocuk benin yerine ikame ederek, çocuk
halinin acısı yetişkin halinde sürdüğü için araya olmuş bitmiş mesafesini
koyamıyordu. Çocukken dinlediğim bu hikâyeyi şimdi yeniden okurken ben de
koyamıyordum. Neden ve nasıl?
Önce nasılı cevaplayayım.
Bir sözcük yetmiyor. Üzüntü, hayal kırıklığı, öfke, boşunalık, kim
bilir daha neler ve bir duyguda karar kılamamanın verdiği tutukluk. Öylece
apışıp kalmak. Hiçbir sözcük bu duygular geçişkenliğini kapsayacak yetkinlikte
değil.
Hasan ölmeden önceki son akşama bakalım. Evin hizmetçisi Pervin'in hikâyenin anlatıcısı ağabeye kuşpalazı olan kardeşinin öleceğini söylediği sahneye. Ağabey
kardeşinin iyi olacağını sanır. Bir çocuğun naif iyimserliğiyle. Ama yetişkinin
gerçeği kehanete dönüştüren bilgisi karşısında yenilir. Yetişkin, çocuğa
olasılık bırakmayan kesinliğin sahibidir. Pervin’in “Kardeşin ölecek!” demesi
konuşmanın bu kısmına noktayı koyar. Ağabey bu bilgiyle başka bir evreye girer.
Gece uyuyamaz. Pervin’i uyandırır, ona kaşağıyı kendisinin kırdığını ve bunu
babasına itiraf edeceğini söyler. Belki itirafını kardeşi Hasan da duyar
kendisini affederdi. Pervin, “Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin.
Hasan da duyar. Onu öpersin, ağlarsın, seni affeder.” diyerek ağabeyin bu
affedilme arzusunu onaylar. Ama buradaki affedilme arzusu Pervin’in
anladığından farklı. Ağabeyde çift anlamlı. Kardeşi can derdindeyken o
affedilme peşinde olan bir bencil gibi görünüyor. Evet bir yönüyle bencil ama
bencilliği vicdan azabından tanınmaz halde. Çünkü kardeşinin ölümcül hastalığa
yakalanmasının sebebini kendi iftirasında görüyor; hastalığa sebep olan iftira ise neden itirafı hastalığa şifa olmasındı? Pervin ikna edici biçimde “Yarın sabah
söylersin” derken kendi karamsar kesinliğini bir an unutuyor. Yarın sözcüğü
ertesi gün anlamında bir gelecek zaman bildirmiyor sadece, yarına çıkacağımızın
garantisini de üstleniyor. Yarını, umudun diğer adı gibi kullanmaz mıyız? Biz
okuyucular dinleyiciler de umutlanıyoruz. Hikâyeyi ikinci kez okuyan ben hariç diyeceğim ama dikkatinizi çekerim hikâyeyi
okurken yukarıda çocukluğuma döndüğümün, çoklu özdeşlik yaşadığımın sözünü
etmiştim. Hem bir zamanlar hikâyeyi dinleyen ilkokul öğrencisi çocuktum, hem o
zamanlar hikâyeyi bize okuyan öğretmenimdim. Asıl çocukların arasında şimdiki
çocuktum. Öğrencilerime bulaştırmak istediğim karmaşanın empatisini duyan ve bu
uğurda kılıktan kılığa giren...
Ve yarın sabah Hasan öldü. Sap gibi ortada
kaldık. Çocukların sevdiği Kül Kedisi, Kırmızı Başlıklı Kız gibi sonu iyi biten
masalların biriktirdiği iyimserliğin üzerine hadi artık büyüdünüz, “Her canlı
ölümü tadacaktır.” kıvamında sert bir şamar. Ölümle kalsa iyi. Ölüm; itirafı,
affedilmeyi ve daha ötesi Hasan’ın hasta olmasına rağmen olası affetme iradesini iptal etti.
Hikâyenin anlattığı haksızlığın cezasını Hasan ve ağabeyi çekmiyor
sadece biz okuyucular da çekiyoruz. Ö. Seyfettin bir çamur gibi acıyı üzerimize
sıçratıyor. Ö. Seyfettin’in hikâyesinin etkisi ile bu hikâyeyi okullara öneren
Milli Eğitimin pedagojik amacının örtüşmediği bir gerçek. Kaşağı hikâyesinin
Wikipedia’dan aldığım şu tanıtımını genel geçer bir kabul sayabiliriz. Nedir
genel geçer kabul? Evet burada bir olay anlatılıyor ama siz bunu şöyle anlayın
demektir; tam da milli eğitim kafasıyla yazılmış bir ana fikir düsturu:
“Ana
fikri, okuyucuya (özellikle çocuklara) yalan söylemenin ve iftiranın
zararlarını göstermek ve basit yalanların bile büyük sorunlara yol
açabileceğini anlatmaktır. Eserde kısaca, kardeşine
(Hasan) iftira atıp onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir
çocuğun (Ömer) dramı anlatılmaktadır.”
Ö. Seyfettin bu hikâyeyi çocuklar için yazmadı. Hadi şimdi hikâyenin içinde
saklı bilinçdışına bakalım.
PAYLAŞILMIŞ BİLİNÇDIŞI=İDEOLOJİ
Ömer Seyfettin’in biyografisini yazan Tahir Alangu tıpkı hikâyedeki
gibi bir çiftliğin yazarın çocukluğunun geçtiği Gönen’de olduğunu belirtir. Adı Karalar Çiftliği'dir. Hikâyede ölen tıpkı küçük kardeş Hasan gibi Ö. Seyfettin'in kendisinden bir yaş küçük kardeşi de gerçekten aynı yaşlarda kuşpalazından ölmüş. Biz de ilgili biyografiyi refarans alarak hikâyedeki
anlatıcı ağabeye Ömer diyelim.
Gelelim Ömer’in kaşağıyı kırdığı sahneye. Ömer annesinin İstanbul’dan gönderdiği, sandıkta
saklanan değerli kaşağıyı bulup atı tımar etmek isterken beklentisi kaşağının
“ahenkli tıkırtısını” duymak ve tıpkı Dadaruh yaparken gördüğü gibi atın
keyiften kuyruğunu sallamasıdır. Ama Ömer’in boyu ancak atın karnına yetişir, kaşağıyı dokundurur dokundurmaz at huysuzlanır.
Acıtıcı olduğunu düşünür, kaşağının sivri ucunu duvarın taşlarına sürter.
Tekrar dener. ‘Atlar’ yine durmaz. Kaşağıyla bir atı tımar ettiği halde Ömer’in
atlar diye sözcüğü çoğul kullanışını ya diğer atlarda da aynı şeyi denediği ya
da bir atın huzursuzluğunun diğer atlara da sirayet ettiği biçiminde anlamak
mümkün. Her halükârda atın huzursuzluğu Ömer’in beceriksizliğini yüzüne
vuruyor. Karşılıklı gerginlik.
“Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan
çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına
koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı
indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu
güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.”
Murat Turna, Kaşağı Hikâyesinin Psikanalitik Edebiyat Kuramına Göre
İncelenmesi yazısında Ömer’in “Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim.”
sözünde geçen “öfke”yi yine aynı konuda yazan Selahattin Dilidüzgün’ün görüşüne
katıldığını belirterek annenin yokluğuna bağlar. Ömer’in annesi o yaz
İstanbul’a gitmiştir. Murat Turna annenin yokluğunun bıraktığı boşluğu öfkenin
gerisinde yatan töz olarak klişe olan ama doğru da olan “Çocuğun himaye edilme, korunma ve güven duyma hislerini zaafa
uğratır.” cümlesiyle gösterir. Klişelerin hem doğru hem de yanlış olma gibi
bir talihsizlikleri var. Çünkü klişeler tekrardan ötürü bir süre sonra
kalıbının adamı olmazlar; yani anlamlarını terk ederek salt iletişime
dönüşürler; insanların o çok sevdikleri mutabakata. Elbette annenin yokluğu çocuğun korunma, himaye
edilme ve güven duyma hislerini zaafa uğratır. Ama aynı annenin yokluğu
özgürlük de verir. Nasıl?
Önce çocuğun korunma, himaye edilme ve güven duyma hislerinin zaafa
uğramadığını varsayalım. Bütün bu duyguları sadece anne sevgisinin türevi
olarak düşünürsek yanılırız. Anne bu duygular aracılığıyla babanın vekâletini
üstlenir aynı zamanda. Klasik anne oğul ilişkisini baz alırsak daha yumuşak
biçimde. Baba otoritesi dediğimiz şey bu yumuşaklığın dışında olmadığı gibi
yumuşaklık da baba otoritesinin anne tarafındaki tezahürüdür. Tabi bunları
düşünürken hikâyenin yaşandığı pederşahi kuralların çok daha katı olduğu zamanı
göz önüne alalım. Anne, babanın adını yayar, çocuk nezdinde baba otoritesinin
propagandasını yapar: ‘Baban geliyor, baban görecek, baban kızar vb.’ Annenin
çocukla baş başa kalmaya daha çok vakti vardır, çocuk annenin yanında daha çok
göz önündedir. Otorite ile denetim arasındaki bu işbölümü asıl babanın
pedagojik yanını zaafa uğratır. Çocuğu kabahati dışında görmez. Ömer annenin
yokluğunda özgürdür, görünmezliği içinde istediğini yapabilir.
Ömer’in öfkesi bildiğimiz düz öfke, çok hevesli olduğu bir şeyi
becerememenin öfkesi. Birçok yönden beceremiyor; atı tımar edemiyor, kaşağıyı
atın derisine sürterken ahenkli tıkır tıkır sesini çıkaramıyor, kaşağının sivri ucunu
törpüleyemiyor, atların huysuzluğunu engelleyemiyor. Nihayet kaşağıyı öfkeyle
parçalıyor. Bak buna beceri diyebiliriz, çünkü kaşağının üzerine ‘Yerden
kaldırabileceği en ağır taşı’ defalarca indiriyor. Çocuk da olsa öfkenin güçlendirdiği
cüsseyi hayal etmek zor değil. Neyse, aslında Ömer’in beceremediği bir şey var
ki hikâyenin düğüm noktası burası. Ömer, suçunun kanıtını olay yerinde bırakıyor. Kriminal bir acemi o. Parçaladığı kaşağıyı kimsenin bulamayacağı biçimde saklasa, ne
bileyim toprağa gömse, karanlık bir kuyuya atsa hikâye orada sonlanacak. Günler
sonra, belki İstanbul’dan dönen annenin fark edişiyle kaşağının kaybolduğu
anlaşılacaktı. Bu kaybolmada baba haricinde herkes zan altında olacağı için
Ömer erdemli itirafını anneye yapacak, anne de çocuğun suçunu ifşa etmeden
durumu idare edecekti. Kurmacada mantık
hatası mı diyelim yoksa çocuk aklının saflığı deyip geçiştirelim mi? Doğrudan
kendi görüşümü söyleyeyim, çocuklar kazalar konusunda ihtiyatsız olabilirler
ama kabahatlerini gizlemede son derece mahirdirler.
Ömer’in davranışı bize hiç ipucu vermiyor. Yine de birbiriyle ilişkili
spekülatif iki yorum yapabiliriz: Ömer kendisine kullanma izni verilmeyen kaşağıyı parçalayıp
uluorta sergileyerek baba otoritesinden intikam almak istiyor; elbette buna inanmayacağız,
birinci yorumu eliyoruz. İkincisi, Ömer babasının böyle bir suça nasıl ceza
vereceğini bilmiyor. Nitekim Ömer, babası parçalanmış kaşağıyı yalakta görüp
sert biçimde Dadaruh’a “Gel buraya!” diye seslenince “Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korkmuştum.” diyor. Hikâyenin
bütünlüğünde gedik açmamak için buradan devam edeyim.
Babanın soruşturması sadece baba otoritesinin değil genel olarak
otoritenin nasıl oluştuğuna ilişkin ilginç bir örnek.
Babanın bunu kim yaptı sorusu büyükten küçüğe bir hiyerarşiyi takip
ediyor. Önce Dadaruh’a soruyor, sonra Ömer’e ve en sonunda Hasan’a. Soruşturmadan iki tane bilmiyorum cevabına
karşı bir tane biliyorum cevabı çıkıyor. Dadaruh ve Hasan bilmiyor, Ömer
biliyor. Hikâyenin bu kısmını olduğu gibi yeniden okuyalım:
“Dadaruh şaşırdı. Kırılmış kaşağı
meydana çıkınca babam, bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh:
“ ‘Bilmiyorum’, dedi.
“Babamın gözleri bana döndü, daha
bir şey sormadan:
“ ‘Hasan’, dedim.
“ ‘Hasan mı?’
“ ‘Evet, dün Dadaruh uyurken
odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.’
“ ‘Neden Dadaruh’a haber
vermedin?’
“ ‘Uyuyordu.’
“ ‘Çağır şunu bakayım.’
“Çitin kapısından geçtim. Gölgeli
yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu.
Koşarak arkamdan geldi. Babam çok sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı.
Hasan’a dedi ki:
“ ’Eğer yalan söylersen seni
döverim!’
“ ’Söylemem.’
“ ’Peki bu kaşağıyı neden kırdın?’
“Hasan, Dadaruh’un elinde duran
alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı başını sarsarak:
“ ‘Ben kırmadım’, dedi.
“ ‘Yalan söyleme diyorum.’
“ ‘Ben kırmadım.’
Babam tekrar:
“ ‘Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan
çok kötüdür’, dedi. Hasan, inkârında inat etti. Babam sinirlendi. Üzerine
yürüdü. ‘Utanmaz yalancı’ diye yüzüne bir tokat patlattı.”
Ömer’in hiç düşünmeden kardeşine iftira atmasını korkudan kaynaklanan
bir doğaçlama sayabiliriz. Ayrıca kardeşinin o sırada orada olmayışı iftirayı
dolayımlaştıran bir kolaylık sağlıyor. Hasan’ın mekân dışında olmasının onu
üçüncü kişi yapması gibi. İnsanların yüz yüze gelmedikleri üçüncü kişiler
hakkında daha rahat hatta pervasız konuştukları bir sır değil. Ama Ömer’in kardeşine iftira atarken ayrıntı vermesini (“Evet,
dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.”)itiraf gibi de görebiliriz. Yani tam burada
Ömer’in babadan korkusu iftirayla itirafı eşitliyor. Ömer kendisini üstü örtülü
biçimde Hasan’a ikame ediyor: Doğruyu söylerken iftira atıyor. Eylem gerçek,
özne sahte. Babayı soruşturmasında gerçekten uzak tutan da bu özne kurgusu
zaten. Babanın hiyerarşi içinde ağabey kardeş diye kurduğu iki ayrı öznellikte
inandırıcı olan büyük olandır. Babanın soruşturmada yanlış kararına yol açan bu
tutarsızlığını Ömer’le diyalogunda görmek çok kolay. Baba Ömer’e madem
kardeşinin kaşağıyı aldığını gördün neden Dadaruh’a haber vermedin diye soruyor.
Ömer’in ‘Uyuyordu’ cevabıyla da hemen ikna oluyor. Halbuki doğru soru bir
ağabey olarak neden kardeşine müdahale etmedin olmalıydı. Bunu söylerken acaba
bugünün kafasıyla mı düşünüyorum diye temkinliyim. Çünkü eskiye gidildikçe
otorite gerçeğin inceliklerini atlayan rafine bir kabalıkla karşımıza çıkar.
Suçlu ise mümkün olduğunca suç ortaklarından arındırılır verafine bir günah keçisi haline getirilir. Soruşturmanın
kuralını gerçekleştirmek gerçeğe ulaşmaktan daha önemlidir. Bilmiyorum diyen
Hasan biliyorum diyen Ömer’in kurbanı olur. Aslında her iki çocuk da babanın
kurbanıdır. Ömer yalana zorlandığı için, Hasan sözüne inanılmadığı için.
Bir an babanın Hasan’ın ‘Ben kırmadım’ cevabıyla soruşturmayı
derinleştirdiğini varsayalım. Ezilip parçalanan kaşağıyı eline alıyor ve
Hasan’ın buna gücünün yetmeyeceğini anlıyor. Çünkü kaşağı metalden yapılmış. Ya
da şu soru, babadan önce su yalağına en son kim gitti? Ömer kaşağıyı
parçaladığı sırada Dadaruh uyumuyor, Hasan’la dere kıyısında. Babayı fail
konusunda kuşkuya düşürmeye yeterli doneler. Şimdi de Hasan’a son bir fırsat
tanırmış gibi söylediği ‘Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür’,
sözünü Ömer’e yönelttiğini varsayalım… hayır Ömer, ağabey olarak bu sözün
pedagojisine uymuyor. Ama asıl
soruşturmayı derinleştirmenin otoriteye uymaması esas. Çünkü soruşturma otoriteyi demokratize eder. Bu soruşturma kimse
karıştırılmadan bir tek otorite tarafından yapılsa bile. Varsayımımızı Ömer’in
suçunu kabul ettiği andan sürdürelim:
Baba: Kaşağıyı neden aldın?
Ömer: Bana yasakladınız.
Baba: Neden yasakladığımızı biliyorsun.
Ömer: Ama kullanmayı öğretmediniz.
Baba: Neden kırdın?
Ömer: Kendi beceriksizliğime dayanamadım.
Baba: Neden doğruyu söylemedin?
Ömer: Çünkü senden korktum.
Baba: Neden kardeşine iftira attın?
Ömer: O küçüktü, aklı ermiyor diye benden daha az ceza alırdı.
Baba birazcık muhakeme yürütse otoritesi eline
ayağına dolaşırdı. İşte soru: Neden Ömer’e inandım da Hasan’a inanmadım?
Babanın ‘Yalan söyleme!’ sözüne rağmen yalan otoriteyi zaafa uğratmaz. Babanın,
ben yapmadım diyen Hasan’ın yalancı olduğuna karar vermesi ve
“yalancının” cezasını kesmesi gerçek yalancıyı da (Ömer’i) otoriteyi
aldatma imkânından azade kılar. Karmaşık bir ifade oldu farkındayım.
Şöyle açıklayayım: Otorite için korku yalandan daha ahlakidir. Yalan,
otorite korkusu yüzünden söyleniyorsa diğerini aldatmaya değil kendini
aşağılamaya dönüşür. Baba Hasan’a tokadı yalan söylediği için vurmuyor, yalan
söylemekten korkmazmış gibi göründüğü için vuruyor. Çünkü kaşağıyı Hasan’ın
kırdığına inanıryor.
Peki sadece bir inanma mı aynı zamanda bir eğilim mi?
(1)Sonra İnternet’te
araştırınca buldum. Hikâyenin geçtiği mekân, Murat Turna’nın Kaşağı Hikâyesinin
Psikanalitik Açıdan İncelenmesi yazısında Tahir Alangu’dan aktardığına göre Ö.
Seyfettin’in çocukluğunun da geçtiği Balıkesir’in Gönen ilçesindeymiş. Yörede on
civarında Çerkes köyü varmış. Alangu, Ö. Seyfettin’in de Çerkes asıllı olduğuna dair birtakım bulgulara ulaşmış. İnternet’e ‘Ö. Seyfettin ve Çerkes’
diye yazınca bu kez karşıma Ö. Seyfettin’in bunu kabul etmediği bilgisi çıktı.
Edebiyatın Çerkes Kahramanları başlıklı yazı (yazarı Hulusi Üstün) Ö.
Seyfettin’e Çerkes diyenlerin bunu hakaret kastıyla söylediklerini belirtiyor.
Peki neden Dadaruh ismi? Şimdi de kendi yorumum: Dadaruh Çerkes çalışanlara
takılan ama o kişinin özel ismini de unutturan amiyane lakaplardan biri. Şeceresi
için hassasiyet gösteren Türkçü, milliyetçi Ö. Seyfettin sağlığında kendisine
yöneltilen Çerkes yakıştırmasını belki de hikâyesindeki alt sınıftan birine yansıtarak
daha dolayımlı bir reddetme yolu bulmuştu. Garip bir arınma tarzı.
Karşısındakine işaret diliyle loser diyen bir çocuk.
“Ağrının sözel ifadesi çığlık atmanın
yerini alır, onu betimlemez.” Ludwig Wittgenstein.
Hakaretimiz sözcükler övücü sözcüklerden fazla. Galiba
bütün dünya dillerinde böyle. Dahası hakaretamiz sözcükler övücü sözcüklerden
daha yüksek sesle söylenir. Bunu meşhur ‘İnsan insanın kurdudur(Hobbes).’
önermesine bağlamak mümkün. Başka bir şey söyleyeceğim... belli bir dönem popüler olan olumsuzlayıcı sözcükler sosyal hayatın bozulan dengeleriyle ilgili
bize ışık tutabilir.
İngilizce ‘loser’ın (kaybeden) Türkçeye ezik diye
çevrilmesi anlamı türeyen sözcüğün kökünde değil ne demek istediğinde aramamıza
yön gösteren güzel bir örnek. Ezik sözcüğü Türkçede bu çeviri sayesinde
yaygınlaştı. Ama loser sözcüğünün İngilizce konuşulan ülkelerde de
yaygınlaştığı bir dönem var. Amerika’da Trump’ın seçilmesiyle başlıyor.
Kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan Trump Amerika Devlet Başkanı olunca
‘loser’ı rakipleri için söylüyor.
Kaybeden karşılığı neden ezik?
Kaybeden, dışarıdan kaybeden diye yaftalanınca anlama
horlama da karışıyor. ‘Loser’ın kaybedenden çok, Amerika gibi bireysel
rekabetçiliğin kıran kırana geçtiği toplumlarda kaybedenin içine düştüğü
bedbaht ruh halini ifade ettiği durum. Ama bu diğerinin kaybedende gördüğü bir
şey değil, bir adlandırma olarak kaybedende yaratmak istediği de bir etki.
Kaybeden sadece düz anlamıyla kaybetmiyor, kaybettiğini başına kakan diğerinin
gözetiminde ikinci kez küçülüyor. Ezik sözcüğünü ‘loser’ın bu derinleşen
anlamına yakıştırdım. Yine de ezik ile ‘loser’ın eş anlamlı olduğunu söylemek
için yeterli mi bu?
Ezik ‘loser’dan daha sert geliyor bana. Sözcüğün içi
hınçla dolu gibi. Sanki ‘loser’ın bilişsel bağlamı ezikte bedensel bağlama
dönüşmüş.
Ezik sözcüğünün kullanımına daha çok anaokulu
öğrencileriyle ergenler arasında tanık oldum. Yaş ilerledikçe kullanımı
seyreliyor. Bunun bir nedeni (asıl nedeni sona sakladım) sanıyorum küçük
yaştakilerin hakareti kolay tolere etmeleri; akran baskısını ve küçük yaşlarda
kavgaların büyük zararlara yol açmadığını da eklemem gerek. Diğer yandan
çocuktan al haberi atasözünün pedagojisine güvenirim. Çocuklar hınçlarında
yetişkinleri de temsil ederler. Çocuklar bu sözcüğü yüz yüze kullanırken
büyükler üçüncü kişiler için kullanır. Sözcük sanki sınıflar üstü olumsuz bir
mizacı anlamlandırıyor gibi dolaşır. Oysa sözcüğün yaygınlaşmasına yol açan şey
görünür sınıf “eşit”lenmesine tepkidir. Görünürde “eşit” olmanın ideal ortamı
da okuldur. Alt sınıf yeni davranışlar edindikçe eski davranış kodlarını
anıştıran her sözcük hakaret tınısıyla kendisine geri döner. Tıpkı zenci
sözcüğünün asıl hakaret anlamını köleliğin kaldırılmasından sonra kazanması gibi
alt sınıflar da üst sınıfları taklit eder ve onlarla kendilerini eşitler
biçimde davrandıkça ezik sözcüğünü kendilerine çekerler. Ezik, sanki eski
bedensel formun diriltilmesidir (hayaletidir).
Trump’ın favori sözcüğünün ‘loser’ olmasının seçmen
tabanıyla tuhaf ilişkisini kurabiliriz şimdi. Bilindiği gibi Trump alt
sınıflardan epey destek aldı. Kendilerini Trump öncesi loser hisseden bu alt
sınıflar sözcüğü kullanma yetkisi kazandılar. Sözcüğün olumsuz imajı değişmeden
hedef kitlesinin değişmesi anlam sulanması olmadan gerçekleşemezdi. Trump zaten
‘loser’ı sadece siyasi rakipleri için değil kendisine karşı olan herkes için
hoyratça kullanıyordu; hali vakti yerinde, şöhretli, statü sahibi vb fark
etmez, herkes sözcükten payını alıyordu. Anlam sulanmasından kastettiğim muğlak
bir anlam genişlemesi. Trump’ın ve AKP’nin alt sınıflara verdiği ivme: haklı
olan liderin peşinden değil kazanacak liderin peşinden giderek loser ve ezik
gibi sözcükleri kullanma ayrıcalığı edinmek. Ya da bu davranış kodlarını
üzerlerinden silkeleyerek kazanan liderlerinin peşinde bedenlerini yapıntı bir
gururla donatmak.
Ama bu yapıntı gurur ezik olmanın bir başka versiyonu
değil mi? Olsun, onlar bunu bilmiyor.
‘Loser’ hem birinin ismi hem de diğerinin adlandırma
işi (fiil)... ‘Loser’ sözcüğünü duyunca sadece gösterilene değil gösterene de
bakarsak anlayacağız (göstergebilimdeki gösteren değil, bizzat sözcüğü kullanan
olarak gösteren). ‘Loser’ hakaretamiz biçimde mimliyor. Loser kaybetmenin faili
olsa da dışarıdan duyduğumuz ‘loser’ diye aşağılayan ses bir başka fail. Yani
burada anlam, verili olanın sesle belirlenmesi ile sözcüğü seslendirenin cüreti
arasında bölüşülüyor. Ama biz anlamı işaret edilende görmeye eğilimliyiz.
Temizlik işçisinin eş anlamı diye çöpçü sözcüğünü tercih eden birinin itibarsızlaştırması
mesela. Dikkatimiz de bu anlam kaymasına uygun cereyan ediyor. Oysa sadece sözü
edilen çöpçüye bakmayacağız, çöpçü diyene de bakacağız. Çünkü dışarıyı işaret
eden sözcük seslendirenin hakikatini gizleyebilir. Yapacağımız şey sözcüğün bu
yeni imkanına bakmak. Bir bakmışız ezik diyenin kendisi ezik.
Sokakta ‘Hey siz oradaki!’ çağrısını duyan insanların
ses bir polise ait olmasa da yüz seksen derece geri dönüp hep beraber sesin
muhatabıymış gibi davranmaları önceden hazır bir ideoloji normunun içinden
geçer (Althusser). Hatırlayalım ki, sese icabet eden insanlardan önce sesin
sahibi bu çağrıyla ruhsatlı. Kimlik lütfen gibi bir sorma ruhsatı değil,
çağrının failini muğlaklaştıran, bizzat çağrının fail olduğu ruhsat. Rol
kolaylıkla değişebilir. Burada Althusser’den farklı olarak şunu söylemek
istiyorum: günümüzde ideoloji insanların rol kesinliği üzerinden değil, bu rol
kayganlığı sayesinde hayat buluyor. İdeoloji günümüz insanına başkası olma
imkanı veriyor. Bir oyun gibi düşünelim.
Karşısındakine ‘loser’ diyen bir Amerikalı iki heceli
sesi aslında anlamın üç aşamalı sentezi olarak dile getiriyor.
Sen
kaybedensin.
Kaybettiğin
için enayisin.
Bu
sözcüğü duyup bana karşı koyamadığın için zavallısın.
Üçüncü aşama ‘loser’ın cari anlamını kuruyor. Dil
filozofu John L. Austin’in edimsöz (performatif) dediğine benzer bir işlevle.
‘Loser’ın sözcük kendisine söylendiğinde üzerinde
bıraktığı etki, yani sus pus olması hem söyleyen tarafından önceden
hesaplanıyor (en azından deneyim olarak) hem de sözcük ilgili kişiyi bu zavallı
haliyle yapılandırıyor. Diyebiliriz ki sözcüğün söylenmesinden bağımsız bir
loser yok, onu sözcük var ediyor. Öngörülü bir sözcük. Ama sözcük varlık
ilişkisinin sadece bir yüzü bu, diğer yüzü sözcüğü seslendirenin kendisini güç
olarak var etmesi, güce duyduğu hasedin kendi ezikliğini gizlemesi.
Aklıma senaristliğini ve yönetmenliğini Ilmar Rang’ın
yaptığı Estonya filmi Klass (2007) geliyor. Filmde kurbanı oynayan Joosep kendi
başına ezik değildir; o, sınıfın alfa kişisi Anders ve Anders’le işbirliği
yapan diğer öğrenciler tarafından yaratılır. Henüz filmin başı; Joosep’in
fiziksel beceriksizliği ve yanlış kararı yüzünden basketbol maçında takımının
kaybetmesine neden oldu diye itilip kakılması ve en sonunda üzerindeki giysiler
çıkarılıp kızların soyunma odasına atılması ezik halin varabileceği en uç
noktayı gösterir bize: Çıplak bedenin cinsel organların görünmemesi için aldığı
cenin pozisyonu. Kavramın tecessüm etmesi, bedenlenmesi. Ezik, tam da bedenin
bu küçülmesini ifade ettiği için metafordur da. Eziyet gören, çaresiz ya da
otorite karşısında biat eden arkaik bedenin metaforu. Biz seyirciler haksızlığa
uğrayan zavallı birini görürken Anders ve arkadaşları gülünç birini görürler.
Zavallılık üzerindeki merhamet iptal edilince popülerlik besin zincirinin en
altında ezik kalır, ortaya gülünç olan çıkar. Ezik diğerinin gülünçlüğü üzerine
de bir çağrıdır. Hem ezik sözcüğü bu gülünçlüğü iletmez mi?
O zaman şu soruyla devam edelim, zavallıyla gülünç
arasındaki fark nasıl kuruluyor?
Bu kez Yılmaz Güney’in Zavallılar (1975) filmi geliyor
aklıma. Yılmaz Güney kendisiyle cezaevinden tahliye olan evsiz iki arkadaşı
sağda solda sürttükten sonra üç gündür aç biilaç halde bir lokantada yemek
yerler. İki arkadaşı tüyer Yılmaz Güney yakalanır. Planın bir parçası değildir
bu, içlerinde saf olan Yılmaz Güney’dir. Karakolda komiser sorar: “Niye
kaçtınız?” Yılmaz Güney boynunu büker (komiserin yüzünün ters tarafına).
Komiser tekrar sorar: Niye kaçtınız dedim!” Yılmaz Güney “Üç gündür üçümüz de
açtık sayın komiserim, paramız yoktu.” der. Komiser susar. Genel tavır gereği
komiserin şöyle demesini beklerdik: ‘Koskoca adamsın, çalışsaydın, sabıkasız
olsaydın da bu duruma düşmeseydin, utanmaz herif!’ Komiserin susmasında bir
zavallılık empatisi vardır. Gel gör ki empati böyle bir şey değildir, sahici
empatide Yılmaz Güney’in yerinde olsak bu zavallı görünümüyle ondan daha fazla
acı çekeceğimiz hayalini kurarız. Filmin sonunda zavallı imgesi bir fotoğraf
olarak donar; Yılmaz Güney eski paltosunun içinde büzülmüş, ellerini
koltuklarının altına kıstırmış, mart ayazında yarı koşar halde sahilde
yürürken, sonrasında birinden kaçarken... Bu filmi ilk izlediğimde on sekiz
yaşındaydım; merhamet, şefkat, hayranlık ve öfkeyi tek duyguda harmanladığım
zamanlar. Muhtemelen gözümden yaş da gelmiştir.
Ama zavallıdan eziğe geçiş sosyolojisinde bir ara
aşamadan söz etmesem olmaz. Yine bir film, bir İbrahim Tatlıses filmi. Adını
unuttum, 80’lerdeydi. O zamanlar tv’de bolca reklamı yapılan filmin bir sahnesinde
Tatlıses sevgilisine söylüyordu: “Benden nefret et ama asla acıma!” Aşkın ve
sevginin en önemli bileşeni kapı dışarı ediliyordu.
Yazının özüne vurgu olsun diye (aslında meramımı tam
anlatamadım kaygısı ve biraz da telaşla) son olarak şunu söyleyebilirim: alt
sınıflar beden dilleriyle üst sınıflar gibi davrandıkça, daha önceki zamanlarda
üst sınıflar karşısında gösterdikleri itaatlerine ironik biçimde gönderme yapan
sözcüklerin işgaline uğrarlar. Ama gözden kaçırmayalım, anlam sulanması
sayesinde mağduru oldukları sözcükler silahlarıdır da. Ezik ve loser sözcükleri
geçmişi bugüne ikame eder, aşağılayıcı dil görgünün en zayıf halkası olan
çocuklarda patlak verir (‘loser’ diyen Trump’ın da bir ergen havası yok mu?).
Anlam sulanır. Anlam sadece diğerinin söyleme gücündedir.
Başka bir ezik imkanı daha var. Geçen kış gittiğim bir
Karadeniz kasabasında yaşadım bunu. Avare bir hüzün vardı üzerimde. Ortam da
uygundu, sahilde çise altında tek başıma yürüyordum, iç sesim tekrarlayıp
duruyordu: ‘Ne yapacağım ben?.. Ne yapacağım ben?..’ Bildiğim tek şey
kaldırımın beni götürdüğü yere kadar gidecek olmamdı. Karşıdan gelen bir sokak
köpeği gördüm, aramızdaki mesafe kısalınca durdu, kenara çekildi ve gözlerini
benden kaçırdı, ürkmesin diye ben de kaçırdım gözlerimi, biraz açığından
geçtim. Beş altı metre sonra geri döndüm aynı yerinde duruyordu ve bana
bakıyordu. Eğer geri dönüp birine bakarsanız onunla göz göze gelme olasılığınız
yüz yüze olduğunuzdan daha fazladır. Yürüdüm ve yine geri döndüm. Üçüncüde
peşimden geliyordu. Yarım metre gerime kadar sokuldu. İkimiz de eziktik. Ezik
sözcüğümüz yoktu. Ama sükût içinde eziktik. Birbirimiz karşısında ya da üçüncü
kişiler karşısında değil, hayat karşısında.