27 Eylül 2011 Salı

Çanta




Çocuklarının çantalarını taşıyan kadın veliler... sanki çocuklarının taşıyamadığı bir yükü taşır gibidirler... ama bu halleri daha çok kendi yürüyüşlerini güvenceye almak, adımlarına amaçlı bir tempo kazandırmak içindir de. Beden taşıdığı yükle meşrulaşır... Ve okulun kapısında diğer velilerle buluşur dedikodu yaparlar; yanlarından geçerim, her seferinde sanki saygıdanmış gibi sükût ederler.
Bak şimdi… o velilerin çocuklarına refakat etmeleri hayata karşı nefes almalarının bir yolu aslında... biraz düşününce yukarıdaki gözlemim ne kadar da üst perdeden. Yazarken neden kibrimiz bize musallat olur? Bence yazının karakterinde böyle bir şey var.
Daha empatik bir üslûp:
Kadınlar çantasız yapamazlar. Çanta kadına sokakta olmanın özgürlüğünü verir. Çantasız kadın acemidir, sakardır, avaredir, “yollu”dur.
Olmadı!.. Yazı benden hep dışarıya kayıyor. Oysa yazı şu ayaltıcı soruyla kendi içinde bir denge kurabilirdi: Gözlemlediklerinin asıl senin üzerindeki etkisi ne?
 
Konu kadının çantaya ne yaptığı değil, çantanın kadına ne yaptığı… Çanta bir zenginlik göstergesi de, ünlü markaların çakmasının piyasalarda bolluğundan belli. Ama çantanın zenginlik göstergesi oluşu daha çok diğer kadınlar nezdindedir. Erkekler çantanın markasına, gösterişine dikkat etmezler; çantayı kadın bedeninin doğal bir eklentisi olarak görürler. Sokaktaki kadın, çantasıyla değil aksine çantasız oluşuyla dikkat çeker. Mesela  bir kadını betimlemeye kalkıştığında 'çantalı' oluşunu kadının özelliklerinden saymak erkeğin aklından geçmez. Çantanın varlığı veya yokluğu  dışarıda lalettayin gezmeye çıkmış kadınla bir yere varmaya çalışan kadın arasındaki ayrımı keskinleştirir.
 
Çantanın kadınla ilişkisinin bir tarihi var elbet, ama nedir ne zamandır bilemiyorum. Şöyle başlanabilir: Kadın çantasının tarihi kadının sokağa çıkmasıyla eş zamanlıdır...

Çanta kadının bir kolunu meşgûl eder.. bedeni kendine dönükleştirir, başka bir deyişle bedeni masumlaştırır. Ama öte yandan kadın çantanın zenginlik imgesiyle diğer bedenlere mesafe koyar hatta bedeni saldırganlaştırır da…

Okula giderken bir bilgisayar çantası taşıyorum, hareketlerimi ağırlaştırıyor, ama bu taşıdığım yükten kaynaklanan bir ağırlaşma değil sadece, çantanın imgesel ağırlığının etkisi daha fazla... bazen kaldırıp atasım geliyor.   
 

21 Eylül 2011 Çarşamba

Araba Sevdası

                                                                          James Dean




Sınıflı bir toplumda trafik kurallarının herkese eşit bir zemin sunması ilginç değil mi?

Sanki sınıfsal mutabakat trafik kuralları üzerinden sağlanmış; geçiş üstünlüğü olanlar (ambulans, itfaiye, polis ve trafik protokoluna tabi üst-yöneticiler) hariç herkes “eşit”.

Altına 200 bin dolarlık araba çekeceksin, trafikte ‘doğan görünümlü şahin’ karşısında bile hiçbir ayrıcalığın olmayacak! Kırmızı ışıkta duracaksın, sağa dönerken yayaya yol vereceksin, hız sınırını aşmayacaksın. Pardon, amacım zenginleri müsriflikleriyle yüzleştirmek, alt sınıflarla kıyaslamak, sonra da onlara insanlık adına bir tür pişmanlık yaşatmak değil, herkes ne yaptığını biliyor. Çünkü zenginimiz tam da trafik zemininin eşitliği sayesinde oluşan kamusal alanın içinde buluyor arzuladığı ayrıcalığı; bunu görsel bir eşitsizlikle elde ediyor: Hayranlık, imrenme, merak… Alt sınıflarsa üst sınıflarla aşık atacakları bir kamusal alana ilk kez kavuşuyorlar. Trafik eşitsizlik dürtüsüyle eşitlik dürtüsüne ev sahipliği yapıyor. Bu her zaman böyle değildi.

Hatırlayalım, troykası olanın arabacısı da olurdu. Soylu-burjuva arabacısına barınacağı yer verecek, maaş bağlayacak... Soylu-burjuva olmak kolay değildi. Arabası olmayan üst sınıftan sayılmazdı. Orta ve ortanın altı sınıflar arabayı ancak kiralayabilirlerdi, ya da arabanın sahibi, arabacının efendisiymiş gibi rol keserlerdi. Araba bir zenginlik göstergesiydi, ama birbirini tanımayan insanların çoğalıp toplandığı yeni tip bir kamusal alana; caddeye denk gelen bir gösterge. Bu gösterge özne olarak tanınmayan ama araba sayesinde tanınan ilginç bir hüviyet doğurdu: Nal seslerinin sağa sola savurduğu insanlardan yükselen ‘Kim o?’ ya da kısaca ‘O’ sesleri...

İnsanların üçüncü tekil şahıs zamiri olma arzularıyla bağdaşan yeni bir tarihsel dönem var. Araba bu dönemin başlatıcısı sayılabilir mi? Geçip gitmek, geride bir toz bulutu bırakmak…

Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanının kahramanı zübbe Bihruz, bir fahişe olduğunu bilmeden Periveş’e âşık olur. Faytonlu Bihruz, Çamlıca Tepesi’nde gördüğü landolu(kabini kapalı fayton) Periveş’i soylu bir hanımefendi sanır. Oysa Periveş landoyu kiralamış bir zengin avcısıdır.  Bihruz’un yanlış algısıyla, kendisinin algılanmak istediği imaj aynı hamurdandır; babadan kalan mirasla aldığı faytonun imgesi, zengin ve soylu görünmek isteyen Bihruz'un landolu Periveş'i de soylu sanmasına yol açar. Bu ülkede romanın tarihi kadının yolculuk etmesinin tarihiyle aynı.. yolculuk birbirini tanımayan iki insanı karşılaştırır.  Bin sekiz yüz doksanlar… Üst sınıftan kadınlar ancak arabalarıyla dışarı çıkabiliyorlar, hem kendileri tesettürlü, hem de arabaları. Ama arabada bulunmalarının yüzü suyu hürmetine yüzleri açık olabilir. Olmasın mı? Bu bir sosyolojik merhale tabi; kadın gıyabında ‘O’ halinden vicahi (yüzyüze) ‘O’ haline terfi etmiş. Aşk için derin bir ‘O…’ 
Araba, Bihruz’la Periveş’in hem karşılaşmalarının (ya da çekiciliklerinin) nedeni, hem de birbirlerini idealize etmelerinden ötürü konuşamamalarının. Ne diyelim, araba sevdasıyla, gerçek sevdanın yanılsamalı birlikteliği… Ama bu Recaizade Ekrem’in sezdirdiği bir birliktelik değil, daha çok çağın öngörüsü...

Çağ dedim ya niyetim bozuk, lâfı bugüne getireceğim:

Duraktaki dolmuşa bindim. ‘Ne güzel!’ şoförün arkasındaki koltuğun cam tarafı boş. Başımı cama dayadım, yorgunluk ve uykusuzluğun gözlerime yüklediği takatsizlikle karşı yola bakıyorum. Trafik ağır aksak ilerliyor. Bir kadın “Kaç dakika sonra kalkacaksınız?” diye sordu şoföre. Şoför ön paneldeki dijital saate bakarak, “Yedi” dedi. Kirpiklerim cama sürtüyor ve cama dayalı başımı hiç oynatmadan otomobil sürücülerine bakmaya devam ediyorum.. yedi dakikada tuhaf şeyler görüyorum… Tuhaflık belki de bende. Ama ne fark eder.  Bir yığın otomobil görüş alanımda gaz/fren geçit yapıyorlar. İzleyen ben izlenen onlar. Ben izleyen olarak kendimi tayin etmemişim, ama bana öyle geliyor ki, onlar izlenen olarak konumlarını seçmişler, izlenmeyi benden veya benim gibilerden talep ediyorlar; izlendiklerinin farkında olmakla izlenme talepleri tam örtüşmese de böyle. Burası bir sahne değil, ama sanki hayatın her alanında böyle bir rol dağılımı kendiliğinden mevcut. Demek istediğim ben izleyici olmasam da otomobil sürücüleri kendilerini izlenen rolüne çoktan alıştırmışlar. Bu alışkanlıklarının tıkalı trafiğe alışmakla eşleşen tuhaf bir gizemi de var. İzlenen rolüne sadakatle bağlılar. İzlediğim insanlar düşük model otomobil sahipleri, alt sınıfın biraz üstü ve orta sınıf civarı. Ama görünmek istedikleri sınıf daha yüksek. Araba beden dillerine yapışık. Hayatın her alanında bir izlenme hiyerarşisi var. Daha düşük model ve ucuz otomobil sahibi daha yüksek model otomobili izliyor, izlenen de izlenmeyi hak etmiş gibi çalımlanıyor. İzleyenlerin ortak paydası ise yayalar. Hemen bir soru: İzlendiğini varsayıp izlenen rolünü oynamakla, bir rolü oynamak arasındaki temel fark nedir?

Bilineceği gibi sürücülerin çoğu erkek, çoğunda güneş gözlüğü var, kadın sürücülerin nerdeyse hepsinde. Göz göze gelmekten kaçınıyorlar. Aslında ben de kaçınıyorum; gözkapaklarımın ağırlığıyla iyice kısılmış gözlerim göz göze gelmeye karşı en az güneş gözlüğü kadar etkili.

Ama onlar yok mu, o sürücüler, nasıl da gururlular! Püf noktası burada: arabalarını satın alırken gururlarını da satın almışlar.

Erkek sürücülerin bir kısmı sol kollarını açık pencereden dışarı sarkıtmış. Pencereden sarkmış kolun işlevi ne ola ki? Tamam, sigarayı dışarıda tutar, duman içeri girmez; sıcak günlerde rüzgârın tenle teması sağlanır; galiba bir de antropolojik işlevi var, asıl sözünü etmeye değer olan bu kısmı: sürücü sol kolunu pencereden sarkıtmakla bedensel bir taşkınlıkta bulunuyor, arabasının trafikte kapladığı yeri artırıyor, ‘ağır vasıta’ oluyor. Rakip gördüğü diğer sürücülerin önüne türlü manevralarla geçerek onlara ‘kol’ gösteriyor. Bazen duruyor, kaldırımda karşıya geçmeyi bekleyen yayalara (özellikle bayan) yol veriyor, ama sarkıttığı koluyla jest yaparak. Onlara yol vermek onların harekete geçmesini elinde bulunduracak gücü de deklare etmek değil midir? Yani teşekkür edilen tarafta bulunmak...


Otomobil müstakil alandır; azıcık bir trafik tecrübesinin sürücüye kazandırdığı veya sürücünün önceden hesap ettiği bir asalet normuyla vücut bulur. Koltukta otururken umursamazlık, elin direksiyonla ilişkisindeki rehavet ve bakışlarda kendine yeterlik hali kamusal alanda özel bir alan yaratır. Otomobil sınıfları ortadan kaldırmaz ama bu özelliğiyle herkesi sınıflarüstü bir yanılsamaya sürükler. Otomobil ideolojik bir metadır. Otomobilin içinde herkes asaleten efendidir, trafik kuralları sayesinde bütün arabalarla “eşit”tir. Eleman hele bir de arabasına alarm taktırdıysa artık ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi’ olduğunu cümle âleme ilân etmekle kalmaz, potansiyel hırsızlığı alt sınıfın bir semptomu olarak lânetlemiş de olur; otomobil alarmı sistemin içinde olduğunu tescilleyen bir aidiyet nidası gibi durduk yerde de çalar.

Bugünkü gazetelerde ‘Ayda 100 TL’ye otomobil’ haberi vardı:
“Hükümetin ‘Türk malı otomobil’ projesine en çok karşı çıkması beklenen ithal markalardan destek geldi. Otomotiv Distribütörleri Derneği (ODD) Başkanı Mustafa Bayraktar, ‘Doğru stratejiyle Türk malı oto hem iç pazarı büyütür hem de otomobil hayali bile olmayan kişileri otomobil sahibi yapabilir. TOKİ modeli yerli otomobil projesinde uygulanabilir’ dedi.”

 “Henry Ford, T-modelini ürettiğinde, aynı zamanda daha önce varolmayan bİr şeyi, ucuz, standartlaşmış ve basit bir otomobil için geniş bir müşteri kitlesini de yaratmış oldu.” (E. J. Hobsbawm)

Ama bu müşteri kitlesinin talebini yeni tür bir antropoloji yarattı…