23 Şubat 2015 Pazartesi

Metroda

                                                              Abbie Cornish



Metroda:

Vagon ayrımının önündeki ikili koltuğa oturdular. Kadın, adam ve yanlarında çocuk arabası. Çocuk görünmüyor.


Adam pusete eğildi sevimli bir şeyler yaptı çocuğa. Saçları seyrelmiş, ablak suratlı, evlilik göbeğiyle ütüsüz takım elbisesi içinde rahat görünmeye çalışan adam çocuğa “Hihii…” dedi. Bir eliyle çocuğu severken yumruk yaptığı diğer eli belinde, ceketini yana açmış: şefkatli ve delikanlı duruşun ittifakı. Kadın da öne eğilmiş pusete bakıyor, bir şeyler söylüyor ama duyamıyorum. Yüzünde gülümseme. Gülümsüyor ama yüzündeki acıyı örtmüyor bu, acının birazı başörtüsünün kenarlarından arkaya kaçmış; birazı da gülümsemesine karışmış. Nasıl diyeyim: gülümsemesinin yarısı kamusal görümlük içinse diğer yarısı kocasının davranışına destek verdiğini göstermek için, bu sırada dudaklarının uç kısımları ağzının içine giriyor, bir ad koyacak olsam bıçaksırtı bir gülümseme derdim (ve bıçaksırtını gramere aykırı bileşik yazardım böyle).


Osmanbey’de sarışın bir kadın bindi trene. Birçok kişi bindi de ben onu gördüm sadece. Gerçek sarışın!.. Çaprazıma oturdu, mentollü ela gözleri var, buharlaşacakmış gibi duruyor, otururken dizlerinin üstüne sıyrıldı eteği, puanlı basma bir etek;  bacaklarının arasında derin karanlık bir dehliz doğdu. Ellerini avuç içleri yukarı bakacak biçimde kavuşturdu; ben edepli bir adamım ellerine baktım, paskalya tatlısı gibi (paskalya tatlısını gözünüzün önüne getirmeye çalışmayın, nasıl bir şey ben de bilmiyorum; bunu sözcüklerin armonisi olarak alın). Gözlerimden okudu içimden geçenleri, mahcup oldu; mahcubiyet ve mentollü ela gözlerin ittifakı… Göz göze geldik, yorgunluk ve tansiyon düşüklüğünden kaynaklı bir mayışmayla olumladım onu, gülümsedim ve karşı camdaki görüntüme baktım. Güzel… Yüzüm gördüğü her şeyi bağışlayabilirdi. Nadir olur bu.



Çocuk pusetin içinde doğruldu. Saçları makineye vurulmuş bir kız çocuğu… Pusetten çıkmak istiyor. Adam “Gel bakim” dedi çocuğa, yumruk yaptığı eli hâlâ belindeydi. Kadın “Alma,” dedi adama, çocuğa da “Otur kızım” dedi. Pusetlik bir çocuk değildi bu, en az iki yaşındaydı, belki de üç. Adam çocuğu pusetten çıkardı, kucağına aldı, çocuk kucaktan inmek istedi.



Sarışın kadına bakıyorum, orta boylu, hatta kısa; dışbükey bir yüzü var, insana fazladan bir yakınlık sunuyor. Türk değil… 


Çocuk konuşmuyor bütün orta sınıf altı Türk çocukları gibi sadece mızıldanıyor, babasının kucağından yere inmek istiyor. Adam bırakmıyor, çocuğu yeniden pusetine koymak istiyor. Kadın “Alma dedim sana,” diyor, ama sitem eder gibi değil de kendi öngörüsünün doğru çıktığını göstermek için, sesi fersiz. Çocuk basıyor çığlığı. Adam çocuk kucağında vagonun içinde öteye beriye gidip geliyor. Hayır, çocuk susmuyor. Kadın çocuğun ağzına emziğini tutuşturuyor, çocuk daha fazla bağırıyor. Adam kadına bir şey söylüyor, duyamıyorum ama pek hoş olmasa gerek, kadın kendini geri çekiyor. Adam kızı yere bırakıyor, elinden tutup yürümeye çalışıyorlar, ama adam beceremiyor, birkaç defa sendeliyor, delikanlılığa bok sürmese de sendelemek madara ediyor onu: beden sendelemenin sendeleme anlamına gelen sadeliğine sahip değil dışarıda.  Beden fiziksel aksamasını aksak ruh haline çeviriyor: sendeleme=utanç.  Öfkeleniyor ve çocuğu yeniden kucağına alıyor. Çocuk ağlıyor. Adam sendelemenin utancını çocuktan utanca çeviriyor. Sartre’ın kulakları çınlasın, biz hepimiz adamın ve kadının cehennemiyiz. İzliyoruz; çocuk, adam ve kadının arasına nifak tohumları ekiyoruz… 

Sarışın kadına bakıyorum, o da izliyor. Aynı şeyi izlememiz aramızda başka bir yakınlık da uyandırmış gibi tuhaf bir ümide kapılıyorum.  

Adam, “Tıpkı anneannesine benziyor” diyor, “Nasıl da benzemişsin anneanneye...” Karısına dönüyor “Almayacaktık bunu peşimize,” diyor. “Evet.” diyor kadın, biraz önce söylemişti bunu zaten. Darüşşafaka’da iniyorlar… Üç çocuk kampanyasından sonra kamusal alanda daha çok çocuk görüyorum sanki… Hemen doğurmadılar canım, olanı piyasaya sürme babından dedim. ‘Çocuklu olmanın sınıflar-üstü ayrıcalığı…’ Bugünlerde kamusal alanda en hürmet edilesi kadın modeli, türbanlı ve pusette çocuklu olanı. Benim görüşüm bu.


Sarışın kadınla son durakta indik. Arkamdan geliyordu. Yavaş yürümeme rağmen beni geçmedi. Yukarı, otobüs meydanına çıktığımda onu kaybettim… Nasıl olurdu, nihayetinde otobüs durağına çıkacaktı. Sonradan aklıma geldi, metroda otoparka açılan bir bölüm vardı, arabasına atladı gitti herhalde… Görsem ne olacaktı ki?.. Hiç, poposuna bakacaktım… Düşünsenize güzel bir kadın görüyorsunuz ve onu birden yitiriyorsunuz, muhtemelen sonsuza dek.Saçma bir şey bu. Tamam sesinizi duyar gibiyim, adamın derdine bak diyorsunuz. Sonuçta iş oraya varıyor, ilgili kadının poposu çirkinse kafam dağılıyor, poposu güzelse peşinden bakıyorum uzun süre, bakış menzilinden uzaklaştıkça popo bedenin ayrıcalıklı bir bölgesi olmaktan çıkıyor ve kafam yine dağılıyor... Aslında merak... popoyla eksik parçayı tamamlıyorum…

Abbie Cornish'in yüzü: ikame bir yüz... onun yüzü suyu hürmetine bütün yitirdiklerimi gözden çıkarıyorum...


22 Şubat 2015 Pazar

Dışarıda



Metroda… Otuz yaşlarında saçları kızıla çalan uzun boylu bir adam  sırtına bağlı iki yaşlarında bir erkek çocukla, tam karşımıza oturdu, yanımda kızım var. Erkek çocuk habire konuşuyor ve adam kafasını hafifçe doğrultup cevap veriyor, kafasını doğrultmadan da veriyor ama bu durumda sanıyorum çocuğun sorusu daha usandırıcı bir hal aldığı için ister istemez kambur duruşunu bozup kulağını ondan yana çevirmesi gerekiyor. Elinde bir şeyler karalanmış ciltli bir defter tutuyor. İyice öne eğilmiş. Defterin açılı sayfasında birinci satırla ikinci satır arasında bayağı bir boşluk var, oturduğum yerden görebildim bunu. Bence okuyormuş gibi yapıyor. Bir savunma bu. İngilizce konuşuyorlar. Adamın üzerinde uzun kollu bir tişört sadece, içinde de boğazını saran beyaz bir fanila, hiç üşür gibi bir hali yok, insanların soğuğa dayanıklı olduğu bir bölgeden gelmiş herhalde. İskoçya… İrlanda… İzlanda… Evet, İzlanda olabilir. Kirli sakalı da kızıl. Ama çocuk daha sıkı giyimli, kırmızı montu ve bol kapşonu sarıp sarmalamış onu, uzun saçları alnının yarısını kapatmış. Güzel bir çocuk. Göz göze gelmek için bir süre kolluyorum onu. Niyetim göz göze geldiğim anda bir gülüş çakıp sempatik görünmek. Varlığımdan herkese dağılabilen ve bana geri döndüğünü hissettiğim bir sempati. İyi geldiğinden değil, taklit bir davranışı yerine getirme isteğinden (Doğal haliyle kalsa iyi gelirdi tabi, ama kendi gerçekliğimin farkına varınca mutluluk aniden kurguya dönüşüyor). Herkeste bu kadarcık sosyalleşme yeteneği vardır, etrafta bir çocuk bulursun ve ona gülümsersin. Maliyeti yok. Şimdi bunun üzerinde durayım mı biraz? Hayır durmayayım. Ama çocuk bir türlü benimle göz göze gelmiyor, ya daha uzağa bakıyor, ya da babasının kafasının arka tarafına bakarak bir şeyler söylemeye devam ediyor.  Bir an bana baktığını sanarak bir gülümseme koyveriyorum, ama karavana, gülümsemem havada kalıyor. Yanımdaki cep telefonunu karıştıran kadın, çaprazımdaki mor bereli adam, ayaktaki taytlı kadın çevrede kim varsa herkes onlara bakıyor. Adamın solundaki bir kadın göz kırpıyor çocuğa ama çocuk oralı olmuyor. Bir ara çocuğun şöyle dediğini duydum (onca konuşma içerisinde duyup anladığım tek söz de buydu zaten, çünkü birkaç defa tekrarladı) : “Daddy, who they are?” (Baba kim bunlar?)


Akşam eve dönerken otobüste… Solda, engelliler ve yaşlılar için ayrılmış karşılıklı ikişerli koltuğun gidiş yönünde ve pencere kenarında oturuyorum. Otobüsün en berbat koltuğu ama ne yaparsın Kadıköy, Beşiktaş derken ayaklarıma kara sular indi, Sarıyer’de boşalır boşalmaz oraya çöküverdim, hiç değilse pencere kenarı olması durumu kurtarıyor. Karşıma genç bir çift oturdu; adetten olduğu üzere kız pencere kenarına. Oğlan kolunu kızın koltuğunun arkalığına doğru uzattı, bayağı da uzun bir kol. Bacaklarını iki yana doğru yaydı. Birkaç defa bacaklarına baktım sertçe, toparlanır gibi oldu ama, bakışımdan mı etkilendi yoksa kıçını mı rahatlattı bilemem. Tamam kızı sahipleniyor ama bence daha çok işgal ediyor. Kız pek rahat değil; aslında benim varlığımdan da rahat değil, oğlan da rahat değil. Ben de değilim. İçimden hassiktirin inin bir durak sonra diyorum. Pencereden dışarı bakıyorum, bir şey görmüyorum, cam dışarıdan çamurlanmış, içerinin gölgesi baskın zaten, sadece ışıklar var. Aptal bir bakış… Oğlanın koltuğun arkasındaki parmakları arada kızın omzuna dokunuyor ama bir okşama biçiminde değil, bir yoklama, hatta parmak uçlarında nevrotik tempo. Kız omuzlarını büzmüş, koltuğunda iyice küçülmüş. Sevgili olduklarını sanıyorum. Henüz aleniyete dökülecek kadar değil. Kız huzursuz. Hadi inin artık diye diye kaç durak geçti… Nihayet indiler… Bütün kaslarım gevşedi o an… Otobüs de seyreldi… Son durakta inip yokuş aşağı evin yolunu tutarken soğuk rüzgâr içime işledi, terimi soğuttu. Gerginlik teri bu… Hasta olmasam bari… Ne zaman dışarı çıksam gerginlik veren birileri oluyor, bakışımı nereye doğrultsam orada birileri bitiveriyor. Şerefsizler… Gerginlik atmosferin bir boyutu sanki, kötü bir şeyler bir yerlerde birikmiş, kuşatıyor…


4 Şubat 2015 Çarşamba

Biat






Bir şeyi saçma olduğunu bile bile yapmak, saçma olduğunu bilmeden yapmaktan daha az saçma değil elbette. Acaba posterden kral, gerçek kraldan daha az mı kral? Bak şimdi: Acaba gerçek kral, posterden kraldan daha çok mu kral? Sevdim bu oyunu.

Birincisi mimik ve jestte sapmaya açıktır, lakaytlık bir şekilde gösterilebilir. Mesela kravat takmayı absürt bulan lise öğrencilerinin gömleklerinin üst düğmelerini açarak kravatlarını boyunlarından aşağı sarkıtmaları… Ama absürtlük tam da bu türev davranışın yarattığı bir durum olur. Kravat takmayı sürdürmek ancak bu lakaytlıkla mümkün hale gelir; çünkü gösterilen kravat değil, disiplinden hafifçe sapmayı gösteren gevşek bağlanmış kravattır. Ama sırf bu yüzden “gevşek” bir öğrencinin okul müdürüyle konuşurken bu gevşekliğini gidermesi için elini yeniden kravata götürmesi de fazladan bir disiplin davranışı haline gelir. Kronikleşmiş bir protesto mu var bunun içinde?.. Hayır, absürtlük bu kravat kuralının hep beraber bu biçimiyle içinde yer almakla herkesi protestodan da korur, ahmakça ama böyle. Absürt ritüel haline gelir…

Bize saçma geliyor tabi, bir posterin içinden uzanan müvekkil bir kolla tokalaşmak ve bunun krala biat kabul edilmesi… Bu bir gelenek olamaz…  Fotoğraf makinesini Suudiler icat etmedi, posteri de… Biat geleneği teknolojiyle başlamaz zaten… Veya teknolojinin kullanılmasıyla başka bir şey olmaz. Teknoloji burada biat edenleri yaygınlaştırıyor ve biat edip etmediklerini denetlenebilir  bir yordama da sokuyor. Ama başka bir şey daha oluyor, yeni kralı bir görüntü olarak da yaygınlaştırıyor ve yenisi artık kral benim diyor… tebaayı kendi huzurunda biat etmekten, lokal ve imgesel itaate  geçişle aşırı absürt bir durumun içine sokuyor… Absürt mü gerçekten? Evet absürt… Ama acaba bu durum bize absürt görünürken sıradan bir Suudi vatandaşına neden normal geliyor?.. Acaba biz kendi absürt durumumuzu biraz daha tahammül edilebilir kılmak, veya halimize şükretmek ve normalize etmek için bu Suudi absürtlüğüne mi ihtiyaç duyuyoruz?..  Biraz kendimizi toparlayalım ve durumu yeni kralın bir yeniliği gibi görmeye çalışalım. Empati kurmaktan söz etmiyorum. Empati nihayetinde bir hoşgörü, bir bağışlama, hiç değilse bir kabullenme gayesi güder. Ama aklımızda tutalım ki, empati kurmaya diğeri karşısında kendimize ayar vermek için başvurmayız. Aksine diğerine ayar vermek için empati kurarız, çünkü empatinin gösterilebilir kısmı anlamak değil, bağışlamaktır (yani üst perdeden ulufe dağıtıyormuş gibi “bağışlama”). Evet bu Suudi durumun absürtlüğüne zerrece halel getirmek istemiyorum. Aksine absürtlüğü elimden geldiğince öne çıkaracağım…

Mao “Emperyalizm kâğıttan kaplandır.” demişti vaktiyle. Bu sözüyle Mao Çinlilerin kaplan korkusunu zayıflatmış olmuyordu; diyordu ki, kaplan sandığınız aslında kâğıttır. Eh kâğıttan da korkulmaz yani. Oysa ki emperyalizm kâğıt formunda da olabildiği için güçlüdür asıl, üstelik günümüzde maddi formdan dijital forma geçti. Mao’nun sözünü güncellersek: ‘Emperyalizm dijital kaplandır.’ Emperyalizmden korkmamak ayrı bir şey, dijitalinden korkmamak ayrı bir şey… Bu söz Suudi Arabistan’da vücut buldu. Ama metaforun vücut bulması değil bu. Metaforun kendisini fark edenleri de metafor haline getiren bir vücut bu. Evet kâğıttan kral. Bir gerçek kral var, bir de ülkenin muhtelif yerlerine dağılmış kralın kâğıttan kopyaları… İnsanlar kuyruğa girip biat ettiklerini bu kopya kralla tokalaşarak gösteriyorlar. Bir icat bu! Ortadoğu’dan mucit çıkmaz lafını bir kez daha düşünmekte yarar var. Kopya kralın ileri uzanmış kolunun içinden bir gerçek kol uzanması. Buna benzer kamera şakaları oldu, tamam patent hakkında biraz tereddüde düşebiliriz ama, kamera şakalarında şaka ancak kurbanın dehşete kapılmasıyla gerçekleşebilirken, burada şakaya da vurulabilen bir törensilik hâkim… Ortada kral yok, ama sizin biat edişinizi kutlayan gerçek eller var. Dikkat edelim hem biat ediyorsunuz hem de biat edişiniz kutlanıyor; eşzamanlılık!.. İşte biat denilen şey, tam da bu absürt duruma uymak değil midir?.. Kral kendini karton formuna sokarken, aslında kendisiyle tokalaşan insanları da karton formuna sokmuş oluyor.

Gelelim Ortadoğu’nun kuzeyine. Bir yarı kral var. Tam kral olmak istiyor. Ve bu kral hırsız. Hırsızlar kralı değil, kral olduğu için hırsız. Ve itibar görüyor. Hırsız kral olduğu için… Absürt!.. Son derece absürt!.. İroni gülünç olmamalı sadece, utanç da vermeli… Hatta daha çok utanç…