16 Haziran 2016 Perşembe

Gidiş ve Anlatı



                                                                  Gitmek

Fransızcada gitmek (partir) sözcüğü pay/bölüm (part), paylara ayırma, bölme ya da bölüşme, partisyon (partition) sözcükleri ile aynı ailedenmiş. Jean-Luc Nancy bu etimolojik bilgiden kalkarak ‘Gitmek adeta daima bölünmektir.’ demiş.

Gitmek, hem gidenin eylemsi hali hem de geride kalana düşen boşluk. Bölünme diyeceksek; sözcükten iki taraflı, yani hem gidene hem de kalana yer açan bölünmeyi anlamamız daha adil. Yani gitme eylemi kalanı da kapsayan –buna gidenin geride bıraktıkları diyebiliriz şimdilik (ama ikisi birbirinden ayrı ve bu ayrım açıklanmaya muhtaç); sözcüğün kuvveden fiile geçmesi bizzat kendi taşıdığı anlamı değil, bedeni bölüyor. Gözümüzde canlandırabiliriz. Zahmet olacak. Gidenin cepheden görünümü, gidenin varacağı yer. Gidenin sırtı, gidenin gittikçe silüete dönüştüğü, uzaklaştığı yer.

Gitmek terk edilen yeri çirkinleştiriyor, inkâr ediyor. Bu aynı zamanda bir reddetme, küçümseme… ‘Gideceğim buralardan…’

Giden, ‘gitme’nin etkisini ‘kalan’da varsayar, biraz da bu etki için gider. Ama gidişiyle bu etkiyi kontrol etmesi, takip etmesi pek mümkün olmadığından bu varsayımı sürekli akılda tutması gidişin öz etkisidir aslında. Bu etki ‘giden’den ‘kalan’ üzerine ötelendiği için, gidenin kalan üzerinde mayaladığı da bir etkidir. Hadi bakalım çık işin içinden. Giden kalan üzerinde varlığını (elbette yokluğunu) bir kalıntı olarak bırakır. Birincisi diğerinden özlem beklentisidir bu. Gidebilmek, gitmeye muktedir olmak, bir başkası olmaktır da; daha o anda, gitmeyi çıtlattığında ya da gaybubeti belli olduğunda. ‘Nerede?’ ‘Gitti.’ Cevap soruyla dayanışma içinde değildir burada, çünkü bu biraz da ‘Siz gidemediniz’ anlamına gelir. Hiç ummazdık ama gitti. Sürpriz. Demek ‘kalan’ açısından tanınmayan bir durum var ortada. ‘Neden gitti?’ sorusunu ‘Nerede’ sorusuna verilen cevap karşılar hemen: ‘Gitti.’ Yani o gidebilen biri. Bir anlamda ‘yerli’yi ‘kalan’ (bakiye) olarak yeniden iskân eden.  Ve gidişiyle bunu ‘kalan’ın yüzüne vuran.

İlk gençlik yıllarımda bazı akranlarımın pat diye İstanbul’a kaçtığını duyardım. Bir taşra furyasıydı bu. Altmışların sonları yetmişlerin başları. Yaşandı ve bitti. Özel bir gitme, bir rüşt davası. Gitme arzusu ve engellenme bir soğukluk yarattığı için, bu soğukluk sonradan gitme nedenine ekleniyordu, ancak gidince küskünlük gitmenin sonucu oluyordu. Küskünlük bağımsızlaştırır insanı. Uzaklaşmayı tutarlı hale getirir... Genellikle fındık toplanıp satıldıktan sonra, eylül ayının başlarında. On dört, on beş ve biraz daha yukarısı yeniyetmelerden söz ediyorum. Şöyle öyküler duymuşluğum vardı ve kaçışın bu biçimi yaygındı galiba: Çocuk ailesinden gizli kendine ayırdığı ve bahçenin bir yerinde sakladığı fındığı satıyor ve eline geçen o parayla kaçıyordu. Kaçışa kriminal bir hava da veriyordu bu durum. Daha meşru kaçış yolları da vardı. Otobüse muavin olarak girmek ve Topkapı’da (eski otogar) sırra kadem basmak. Her iki yöntemi de deneyen arkadaşlarım oldu. Daha radikal gitmeler de vardı, yaz başlangıcında, henüz fındıklar olgunlaşmadan, her şeyi yüzüstü bırakarak ve aylarca geri dönmeden. Geride kızgın babanın öfkesinin yatışmasını beklemekle, İstanbul’da belli bir süre sonra duyulan sıla özlemini dengeleyen bir ertelemeye dayanan. Bu gitmeler temelli terk etme amacı taşımıyordu; bir kaçıştı ama geriye dönüşü vaat ediyordu. Vaat süresi aşıldığında ailenin endişesi acaba temelli mi gitti değil, acaba başına bir şey mi geldi?..

Zaten kaçmak geri dönüşü vaat etmez mi?

Kaçmak, ‘gitme’nin şiddetini mi artırıyordu sadece?.. Kaçma, sizi tutan bir şeyden kurtulma, aniden yok olma, kaçtığınız yerle hesabınızı kesemediğiniz için kaçma. Öte yandan sadece orayı istemediğiniz için değil, oranın da sizi istemediği bir tekamüle erişemediğiniz için kaçma. Biraz dolaylı biçimde posta güvercinin kaçması gibi: siz kapağı açtığınızda posta güvercininin kaçtığını sanırsınız, o yuvasına dönüyordur.

Oysa bu kaçmanın nasıl da düz bir anlamı vardır. Kaçma sözcüğü, içerdiği risk, macera ve belki de diklenmeyle gitmenin asıl anlamı olan bu  düz anlamı gizliyordu. Anadan üryan düz bir anlamdır bu: Erkeklere has kaçma!

Ve bu kaçma, sürecini tamamlamış diğer bir ‘kaçma’yla kavuşmaya gidiyordu. Anadolu’nun Avrupa’yla tek bağlantısı Galata Köprüsü’nün (henüz Boğaz Köprüsü yapılmamış) beri yakasında bir semtin yukarılara doğru tırmanan yokuşunu (aslında yokuş ve iniş ifadede eşit ağırlıkta kullanılabilecekken taşralı bunu hep yokuş diye dillendirirdi… Beyoğlu tarafından değil de Karaköy tarafından) kesen bir sokağına, milli olmaya. Anadolu’da yoldan çıkmış bir dişinin kaçıp kaçıp geldiği yerle, Anadolulu yola düşmüş bir er kişinin kaçıp geldiği yerin aynı yer olması tuhaftır. Bu betimleme ta kadim zamanlardan günümüze insanlık tarihi için de yapılabilseydi tuhaflığın dozajı yerli yerine otururdu. Unutmayalım, düz anlam derin anlamdır ve tuhaftır. Evet çocuğum seni leylekler getirdi, bu bir metafor değil.

Taşra evliliğin endogamik, flörtün ise egzogamik olduğu bir ortamın adıdır aynı zamanda. Bir kızdan başka bir mahalledense  hoşlanırsınız. Arkadaşın kızkardeşinden hoşlanılmaz. Hoşlandığını etrafına duyurma flörtün birinci adımıdır, bu duyuruyla hoşlanılan kızla bir sahiplik ilişkisi kurulur. Artık ondan kimsenin hoşlanamayacağı ilân edilmiş olur. Geriye kızın da hoşlanıp hoşlanmadığını anlamak kalmıştır, bunun da yolu araya çöpçatan sokmaktır (asıl flörtü çöpçatan yapar, flört onunla meşrulaşır). Flört evliliğe gider ya da gitmez, cinsellik içermeyen bakışmaya dayalı bir birliktelik. Kısır döngü… İşte İstanbul, fallusun egzogamik kaçışıdır. İstanbul bir falliktir.

İstanbul’a kaçma, anlatacak bir hikâyesi olma imkânı tanıyordu. Milli olmaktan daha önemlisi milli olmaktan söz etmekti. Eğer bir toplulukta İstanbul’a kaçan birileri varsa size dinlemek düşerdi. Eskiden sinemada bir Yeşilçam filmi izlemenin ek getirisi başroldeki kadınla erkeğin mutlu anlarını İstanbul’un mutena semtleriyle birlikte görmekti. İstanbul’u taşranın ayağına getirmek değil miydi bu? Bir tür propaganda ama karanlık salonda seyirciler arasında o patavatsız seslerle bölünen bir propaganda: ‘Bak oğlum Galata, Bak Taksim, Maçka’dan Beşiktaş’a yürümüştük şu yoldan, bak oğlum şu pavyonda rakı içtim vb.’ İstanbul’un propagandası İstanbul’a gidenlerin propagandasına dönüşürdü. Gördüğü yeri sinemada yeniden görmek bir zafer gibiydi. Bir görmüş geçirmişlik, bir taşra kariyeri.

İstanbul acemiliğinin tekrar taşraya dönüşte bir ustalıkla anlatılması, adeta yaşam ve anlatının birbiriyle takasa girmesi… Gülünç anlatılardı bunlar, gülünçlük bir anlatı yapısıydı. Köyden şehre gitmiş bir adamın şaşkın halleri. Türkiye’de groteskin standart kaynağı. Mesela batı karşısında zübbenin düştüğü durum böyle gülünç değildi; gıcıktı, iticiydi.

Taşralı kendine güldürür. Yaşarken gülünç savunmasızlığı anlatıda usta işi bir komediye dönüşür. Nedir bunun çekiciliği? Öncelikle sevimlilik tabi. Kendini gülünçlüğe feda etmenin karşılığı olarak diğerinden talep edilen şey: Sevimlilik… İnsan evladında aramamız gereken asıl deha.

Şehirlinin karşısında aşağılanma payını da içerecek biçimde tek taraflı gülünç olan taşralı, sonradan anlatıda nasıl olur da kendisinin de katıldığı bir gülünç yapı elde eder? Hegel’in ‘komedi tözün yabancılaşmasıdır’ sözünden hareketle hikâye etmede bir adım daha ileri giderek buna, ‘ve şehirli karşısında oluşan yabancılaşmasından taşralı kendi tözünü icat etti’ diyebiliriz. Bu töz tam da taşralı olmanın gülünçlüğüdür. Ah taşralı yerinde dursaydı hiç sorun yoktu, ama İstanbul’a gidip geldiğinde bir gülünçlük üretimi de başlamış oluyordu. Evet İstanbul’a gidip gelmek bir üretim faaliyetiydi: Gülünçlük üretimi. Kendi gülünçlüğü üzerinde söz sahibi olmak; kaygı duyulanın, korkulanın gülünçlükle alt edilmesi… gülünçlük cesaret üretimi anlamına da geliyordu böylece. Taşralı tam da böyle bir görüp geçirmişlikle taşralı oluyordu işte. Lacan’ın komik olanın son kertede daima fallusa bir atıf içerdiğini söylemesini taşralının tüm eril bedeni üzerine havale etsek kabahat mi olur? Fallus İstanbul’a kaçtı.

Fallus anlatıyor…

Kendi haline gülen değil, kendi haline güldüren. Güya kadınlarla yaşanan gülünçlükle. Muhtemelen gerçek halinde dile gelmeyen bir çarpıklık ve huzursuzluk varken oluşur bu anlatı, yani bu anlatı yaşamın mahremiyeti ile anlatının aleniyeti arasındaki tutarsızlıkları törpüler bir yandan. Olayı yaşamış geçmiş kişiyle (İstanbul’da), olayı anlatan şimdiki kişinin arasındaki ayrım, anlatıcının yönlendirmesiyle (kontrol sahibi) güldürmeyi hedefleyen bir sona doğru akar. Dinleyenler de bunu bekler. Anlatıcı geçmişte kalan kendisine ‘çaylak’ muamelesi yapar, geçmişteki kendisinin ‘çaylak’ konumu, şimdi anlatıcı nezdinde ‘çaylak’ bir güldürü nesnesidir, bir karakterdir. Anlatıcı geçmişteki kendini taklit eder, gülünçlük de buradan gelir. Gülünçlük, bu ayrımın üretilmesidir. Kahramanımızın yaşadığı özü itibarıyla bir uyumsuzluk ve bunu çözme biçiminin başka bir uyumsuzluğu ortaya çıkarmasıdır ki, bu durum özellikle taşra diliyle (taşra metaforlarıyla) gülünçleştirilir.

Anlatı, dinleyici tarafından daha sonra başka birilerine anlatıldığında aynı gülünçlük anlatıcının maharetine göre devam eder. Demek ki anlatıyla kurulan bir yapı var burada. Bir anımsamadan çok (olayın anımsanmasından çok; unutmayalım ki olayın gerçekliğine önce bizzat yaşayan-anlatıcı sadık kalmaz), gülünçlüğün, gülünç biçimde kurgulanmış anlatının anımsanması. Dinleyiciler anlatıcıya kefil olurlar, sonra aynı hikâye üzerinden dinleyiciler anlatıcı olur, hikâyenin gülünç ve aleni olması onlara bu vekâleti verir.

Anlatı olayı tekrar edilebilir bir forma kavuşturur, anlatıldığı için olay anlatıya benzer artık. Anlatılmayana kadar zihinde taşınan olay ancak anlatılınca başkası için de var olur. Daha ötesi olay ıskartaya çıkar (zihinde taşınan ve henüz gülünç olmayı becerememiş olay), belki de ömür boyu gün yüzüne çıkmaz.

Anlatma dürtüsüyle gülünçlük dürtüsü neden aynı dürtüdür?

Güdü kendi kendini tekrar etmesine rağmen, güdünün geçmişteki bir anlık tatmini (genelevde) bu kez ondan söz etme, ya da onu gerçekleştirmiş olarak bilinme tatminiyle el değiştirir. Erkekliğin bu yanı gariptir. Gülünçlük güdüyle (cinsel) dürtünün (konuşma) bu garipliğini görmezden gelmeyi sağlar.
Bastırma nedenin bastırılmasıdır, henüz neden ortada yokken olur bu.


Tam burada iki gün önce başımdan geçen bir olayı araya sokuşturayım:

Minibüsle eve dönerken Gümüşdere Mezarlığı’nın orda karşı yönden gelen bir motosikletli gözümüzün önünde devrildi. Minibüsten indik, genç bir çocuk, ağzı, dirseği kan içinde, sol elmacık kemiğinde bariz bir şişlik. Minibüs şoförü ambulansı ararken ben de hem yaralının başında  dursun hem de motosikleti alsın diye tanıdığım bir tamirciyi çağırmak için aşağıya koştum. Dönüşte yolculardan tanıdığım bir kadının yaralı gence tuhaf sorular sorduğunu gördüm. Sorusuna her aldığı cevapta da (çocuk güçlükle konuşuyordu) kendi merhametini dillendiriyordu, daha çok elinden bir şey gelmeyişine yazıklanarak. Farkında olmadan azarlıyordu da, öyle ya durduk yere neden kaza yapmıştı?.. Daha sonra ben bu olayı insanlara üç ayrı kurguyla anlattım. İlkinde olayın trajikliği, olduğu gibi. Ve kazanın nedenini de ekledim: Motosiklet önündeki kasisi geç fark etmiş, aniden fren yapınca savrulmuş. İkincisinde kadının sorularını olayın trajikliği karşısında tuhaflaştırarak, sanki kadın evine boya badana yapmaya gelmiş birine meraklı sorular soruyordu, sonra da sözü gencin yaralarına getiriyordu. Bunu anlatırken karşımdakinin güleceğini biliyordum, ben de gülmek için anlattım zaten… Başka bir gülünç şey daha kurguladım. Ben okulun orada dolmuşu koşarak durdurdum ve şoföre fırından ekmek alacağımı bir dakika beklemesini rica ettim. Şoför bekledi. Eğer bu bekleme olmasaydı bu kaza yaşanmayacaktı. Minibüs Gümüşdere Mezarlığı’nın önündeki kasiste motosikletle karşılaşmayacaktı. Türkiye’de kazalar taşıtlar arası karşılaşmalarla değil sürücülerin birbirleriyle karşılaşmalarıyla olur. İki sürücü bakışının gerginlik salgısı… anlatının bu son versiyonu da gülmek için kurgulanmıştı.

Bir kasabalıyı gülüşü ele verir, yani gülüşünün ses özelliği ve ağzının aldığı biçim, eşlik eden elleri. Kasabalının rahat ve gerçek gülüşü yine kasabalıların yanında olur. Ama taşralılık başka bir şey, iki türlü ortaya çıkar: Ya kenti temsil eden dışarıdan gelenin karşısında, ya da kentte kentli karşısında kasabalı acemiliğiyle. Bu yüzden taşralılık bir bileşimin adıdır, kendi halinde saf değildir.  “Bir taşralı ‘Ne içersiniz?’ sorusuna hep aynı cevabı verir: ‘Çay!’ Taşralılığın en tedirgin edici hali: daha önce taşralı olup da kentleşmiş biri karşısında.



Aleniyetten kaçış, şehir öykünün kontrolünü insana verir. Kasabada aleniyet anlatının sağladığı şey değil, anlatı sırasında olan şeydir.

Yerlilikle taşralılık arasındaki fark: Yerli, kendi bölgesinde kendi dilini, alışkanlığını, âdetini sürdürür. Taşralı ise şehirli karşısında ortaya çıkan yerli tözünün semptomlarını kendini ele verme olarak yaşar.

Bu yazı nereye varacaktı? Yazıya başlarken kafamda olan önerme şuydu: 'Gitmek yabancı olmak...'

Başka sefere...