28 Mayıs 2017 Pazar

Bir Kişi Öldü, Bir Kişi Ağır Yaralı




Dün oturduğum köye 2-3 km kala minibüs bizi Arıköy mevkiinde indirdi. İlerde kaza varmış, yol kapalı. Minibüs şoförü telefonda ‘Ortalık yolcu kaynıyor,’ dedi arkadaşına: ‘Bir kişi mi öldü? Allah rahmet eylesin.’ Sevincini gizleyemiyordu, geri dönüp duraklarda bekleşen yolcuları toplayacaktı.

Ellerimizde poşetler kızım ve eşim kaza mahalline doğru yokuş yukarı yürüdük. Kimseye bir şey sormadım, bilgi etrafta konuşanlardan kulağıma aktı. Kaza mahallinde meraklı bakışlarla bilgiyi toplayıp  bunu yeni gelenlere aktarmayı iş edinenler hevesle yüksek sesli konuşmaya da fırsat bulurlar. İETT otobüsüyle yakın köyden bir kamyonet çarpışmış. Kamyonet sürücüsü ölmüş; otobüs şoförü ağır yaralıymış. Etrafta tanıdığım aşina olduğum insanlar. Eski öğrencilerimden birisinin velisi kadın, ölen için eşimin dayısı mı dedi, yoksa eltimin dayısı mı; belli ki söz sahibi olmasını ölenle bir yakınlığına dayandırmaya çalışıyordu. Kan ve ceset arayan meraklı bakışlar… 

Tepeye varınca geri dönüp kaza mahalline baktım, yokuş çıkıp virajı henüz dönmüş otobüsün hızlanmasına imkân yoktu, demek kamyonet aşağıdan hızlı geliyordu. Önü açık 400 metre kadar upuzun düzgün bir yol; onca virajdan, banketten, meskûn mahalden sonra hız dürtüsünü harekete geçiriyor. Bir varlık sorunsalı olarak hız dürtüsü?..

Yıllar önce motorlu taşıtlar sürücü kurslarında eğitmenlik için bir kursa gitmiştim. Anlatıcılar yüzünden dersler sıkıcıydı. Mavrayı seven birkaç öğretmen topu mahsustan bana atıyorlardı. Acaba bu konuda ben ne düşünüyordum? Hiçbir şey düşünmesem de bu soruya oldum olası bayılırım. Keşke birisi o anda yüzümdeki müstehzi ifadenin fotoğrafını çekse. Kafası çalışmasa da bazı ayrıntılara takılmama ve konuyu dağıtmama mecbur izin veriyordu şube müdürü. Bu dedim, trafik kazalarının yüzde doksan sekizinin sürücü hatalarından kaylaklandığı tespiti bizim ülkemiz için mi geçerli yoksa mesela Almanya için de geçerli mi? Bilmiyorum dedi şube müdürü. Ben de bilmiyorum dedim. Bu durum bilmeme temelinde ikimizi de eşitliyor diye ilave ederek konuşmamı sürdürdüm. Neden kazaların yüzde doksan sekizi sürücü hatalarından kaynaklanıyor? Bu sorunun pek hüsnü kabul görmese de bu ülkeye dair bir cevabı olmalı. Sorudan sonra bir süre sustum. Buna pedagojik suskunluk evresi diyorum. Bu suskunluğun diğerinde şaşkınlığı gözlemek, hem vakit kazanmak hem de ilgiyi çekmek gibi cari bir değeri var. Ama süreyi uzatmamak gerekiyor. Çünkü soruya cevap vermeyi kendi sorumluluğunda gören atlıyor, konuşurken de bir fikri olduğunu sanan çok. Şu anda aramızda bir eşitlikten söz edemeyiz, çünkü soruya hazırlıklıyım dedim. Kafası çalışmayan şube müdürü bunun intikamını daha sonra aldı benden. Şu anda bunu anlatmayacağım, kısmetse emeklilikten sonra anlatırım. 

Neyse... sürücüler arabalarının içinde başka biri oluyorlar, kendilerini idealize ettikleri biri. Arabaları maske; arabaları külüstür de olsa trafik kurallarının yarattığı eşitlik imkânıyla (sosyologlar farklardan yola çıkıyorlar, oysa sınıflar asıl semptomlarını eşitlikte gösteriyorlar) tanınmamayı başarıyorlar (tanınsalar da tanınmamayı, ilginç bu). Bu halleriyle diğer sürücülerle ve yayalarla psikolojik bir ilişki kuruyorlar, araba kullanmanın enerjisinden başka bir enerji gerektiren bir durum. Nereden anlaşılıyor bu? Direksiyonda pozlarından. Şasiyle korunaklı bir gurur taşıyorlar. Diğerini sollamak Heidegger’in varlığı hiçliğin sınırında duyumsamak dediği öncelikle kendine dönük bir his üretme çabası. Bu sırada oluşan diğerinin korkusunu kendi hanesine yazmak, varlığını diğerinin korkusu olarak yüceltmek ve geride bırakmak. İmaj toplama. Trafiğin geride bırakma akışı sağlıyor bunu. Önünüze bakarken aklınız geride bıraktığınız imajlarda. Tuhaf bir kafa karışıklığı… Sana katılmıyorum dedi şube müdürü.  Ben size ‘siz’ diyorum lütfen zamirleri eşit kullanalım dedim kafası çalışmayan şube müdürüne.

Kaza gerçekliği kabak gibi ortaya çıkarıyor, sıradanlaştırıyor. 'Direksiyon hakimiyetini kaybetmek...' ontolojik bir sapkınlık gizli burada.



Trafik kazalarında ölenlere gelsin...


22 Mayıs 2017 Pazartesi

İnanmak





İnancın somut işaretlerinin olmadığı bir din mümkün mü? Sadece kendi içinizde inanıyorsunuz ve bunu fani insanlara göstermiyorsunuz. Bunu kimliğinizi gizleme çabasıyla değil inancın doğası gereği yaptığınızı düşünün. İyi insan olmaktan söz etmiyorum. Şükürler olsun bunun için bir inanca ihtiyacımız yok (kendimden biliyorum). O zaman soruyu başka türlü soralım: İnsanlar inancın somut işaretlerine neden inançlarından daha fazla değer verirler? Ya da inançlarını gerçek kılan sadece somut işaretler mi?

Dilin sırf söyleyişle bize bir inanç imkânı tanıması ilginç. ‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’

Bir olgunlaşma emaresi. İnsan bu sözü söylemeye ne zaman hak kazanır ki?

Ama sözün ikili karakterini göz önüne alalım. Söz henüz ağzımdan çıkmışken oluyor bu. Birincisi, artık kaniyim bunu söyleyebilirim; ikincisi sen sordun diye ya da bilesin diye söylüyorum… Söylemesem olmaz mı? Olmuyor. İlle söylemem gerekiyor. Bir görev olduğundan değil, sözün yapısal zorlamasıyla. İnanıyorum, bir edimsöz çünkü. Edimsözler ancak söylenince kendini gerçekleştiren, kendi yağında kavrulan ifadeler. Mesala ‘Hoşça kal’ sözcüğünü söylerseniz vedalaşmış olursunuz. ‘Söz veriyorum’ derken bir taahhüt altına girersiniz. ‘Yemin ediyorum’ derken de doğru söylediğinizi garanti edersiniz. Söz eylemin ta kendisidir.  J. L. Austin edimsözler kuramını ortaya atarken basit bir ayrımdan yola çıktı. Koşuyorum derken, bunu demenizden bağımsız olarak bedeninizin içinde bulunduğu bir hareket biçimi var zaten, yani koşuyorum demeden de koşabilirsiniz; ama ‘Merhaba’ demeden selamlaşamazsınız. (1) John R. Searle edimsöz kuramını düzenleyici ve kurucu diye ikili bir ayrıma tabi tutarak daha da geliştirdi. ‘İnanıyorum,’ edimsözü her iki yöne de cevaz veriyor. Bu ayrım sözün içtenlik koşuluyla, kendini ifade etmek arasında salındığı için esnek. Bunun farkında olmasam da, dil (ses) kendi salahiyetiyle bunu yapıyor. İnandığım şeyle (Tanrı), inancımı söylediğim şey (insan) aynı olmadığı halde dil tuhaf bir manevrayla her ikisini de kapsamış görünüyor. Bu emrivaki bütünlüğü parçaladığımızı varsayalım.

‘Tanrı’m sana inanıyorum.’ (Bunu söylerken yanımda kimse yok.)

‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’ (Bunu söylerken karşımda bir insan var.)

Her iki söyleyişte de gizli bir yardımcı fiil işbaşında. Tanrı’nın var olduğuna inanmak. Bu öncelik kurucu tılsımı sağlıyor. Yoksa ‘Tanrı’m sana inanıyorum.’ senin dürüstlüğüne inanıyorum, sana güveniyorum gibi psikolojik bir bağı işaret ederdi. Böyle bir psikolojik bağ da var ama daha dolaylı bir biçimde. Direkt olan, bunu söylemekle (sesin bir önemi yok) söylediğinin duyulduğuna inanmak aynı anlama geldiği için böyle: ‘Tanrı’m beni duyduğuna inanıyorum.’

‘Ben Tanrı’ya inanıyorum.’ sözünde ise dil insana yöneliyor:  Senin inandığın şeye senin gibi söyleyerek inanıyorum. Ben sana benziyorum. Seninle hemfikirim… İnanç tam da bu sözle inancın somut işareti anlamına geliyor. Söz putlaşıyor. Söz vekâleti ele alıyor. Anlam benim kafa yorduğum, benim inanç badirelerimi anlatan bir söz olmaktan çıkıyor. Tıpkı ayakkabımın ayakkabı üretim sürecini ya da benim onu satın almam için harcadığım mesaiyi temsil etmemesi gibi.

Tanrı kutsal kitaplarda kendini betimlese de ‘inanma’nın anlamını vermiyor bana. Tanrı’nın bir sözlüğü yok. Tanrı varsa bile inanma kavramını kendi yaratmıyor. Peygamberler Tanrı ile kul arasındaki inanç hiyerarşisinde bizden daha avantajlı oldukları için; onlar gördüklerine, duyduklarına  inanırlarken inancın kendinden emin olma haline daha yakınlar. Bu durumda inanç kendi içinde bürokratik bir silsile kuruyor. Yani ben inanç silsilesi açısından, Tanrı’dan önce Tanrı’yla yakın temas kurduğunu söyleyen peygambere inanıyorum. Tanrı’ya inancım bunun türevi. Ama döngüsel nedensellik yüzünden bu öncelik sonralık sıralamasını görmüyorum.


Peygamberlerin ‘Ben inanıyorum (ben konuştum, ben gördüm), sen de inan (bana inan)’ sözü inancın kurucu kökeninden bizi Austin’in etkisöz ve edimsöz ayrımına götürür. Peygamberin ‘İnanıyorum’ sözü etkisözken, ümmetin ‘İnanıyorum’u edimsözdür. Austin’in dil felsefesine sadık kalarak edimsöz için yaptığı değişik ayrımlardan inanmayı ‘serimleyiciler’e dahil etmesini biraz açalım. Gerçi Austin sözcüğün yanına soru işareti koymuş, bunu neden yaptığını bilmiyoruz. Şöyle diyor Austin: “Serimleyiciler, görüşleri açıklamayı, temellendirmeler yapmayı, kullanışlara ve göndermelere açıklık getirmeyi içeren serimleme edimlerinde kullanılırlar.” (2) Bu başlık altında doğrulamak, yanıtlamak, anlatmak, rapor vermek gibi edimsözler de yer alıyor. Ama bizim burada ele aldığımız ‘inanma’ Fenerbahçe’nin önümüzdeki sezon şampiyon olacağına inanıyorum gibi bir öngörü değil. Dinsel ‘İnanıyorum’ sözü çok daha başka mecralara varıyor. Güç talep eden ve bu sözle güçlü olduğuna inanan bir kullanımdan söz ediyoruz. ‘Tanrı’ya inanıyorum.’ yani  güçlü olduğuma, sonsuza kadar yaşayacağıma, Tanrı’nın beni sevdiğine inanıyorum vb. Bunu daha seküler biçimleriyle de güncelleyebiliriz: inancımı göstererek iş güvenceme inanıyorum, göze batmadığıma inanıyorum, normal olduğuma inanıyorum, yüzde 99 olduğuma inanıyorum, vb.

Bütün bunlar inanmanın bilinç akışı içeriğiyle inancın gösterimi arasına derin bir hat çiziyor. Diderot’nun sözleriyle “İnsanlar Tanrı’yı aralarından uzaklaştırarak bir tapınağa kapatıyorlar.” (3) Dolayısıyla Austin’in serimleyiciler başlığı altına aldığı ‘inanma’yı, ‘erk-belirticiler’ ya da ‘davranış-belirticiler’ departmanına alsak yeridir. ‘İnanıyorum’ sözle ya da dilin değişik biçimleriyle bir inanma eylemi değil, inancını somut işaretle gösterme edimidir. Böylelikle Tanrı zayıflıyor, kul güçleniyor.

Tanrı’yla kurulan dua ilişkisi; ‘Tanrı’m yardım et!’ milyarlarca insan içinden dikkati kendi üzerine çekme, tek başınalığını hissettirme çabasıyla kişiyi bireyselleştirirken, somut işaretler üzerinden kurulan inanç insanları kütleselleştirir. Somut işaretler bir toplum disiplini yaratır. Bu durum toplumun zekası Piaget’nin küçük çocuklar için söylediği somut işlem dönemine denk geldiği için böyledir. Dinin iktidara meyletmesini sağlayan da bu disiplin yapısıdır. Saçın teli görünmesin (somut işaret: türban), günahlarından arın (mevlid, kandil geceleri), hepimiz Müslümanız   (somut işaret: domuz eti yeme, oruç tut, cumaya git, hiç değilse 'hayırlı cumalar' de), namaz kıl (somut işaret: belirli figürlere uy, beş vakit kıl), herkes Müslüman (somut işaret: ezanı standart ses desibelini aşan hoparlörlerle bağırt), Müslümanlar güçlüdür (somut işaret: ver mehteri)…

Bütün dinlerin somut işaretler üzerinden insanları kütle haline getirmesi, bütün ritüellerin de temel özelliğidir. Putseverlere hiç haksızlık etmeyelim. Puta tapan eski insanlar elbette putun cansız olduğunu biliyorlardı, ancak put veya totem aracılığıyla bir araya gelmeleri ve bir takım figürleri bir beden disipliniyle yapmaları kütleselleşmelerini sağlıyordu. Bugün de putçu olmadıklarıyla övünen semavi dinler hiç şımarmasınlar aynı yolun yolcusular.

Asıl soru şu: İnsanlar neden ritüellere muhtaçlar?


(1)    Beden dilini de edimsöz olarak kabul ediyoruz.
(2)    J. L. Austin Söylemek ve Yapmak, Çev. R. Levent Aysever, s.171, Metis Yay. İst. 2009
(3)    Diderot, Filozofça Düşünceler, Çev. Vedat Günyol, s25, Çan Yay. İst. 1974


15 Mayıs 2017 Pazartesi

Dağ Başı




Doğanın arsızca değiştirildiği çağımızda solcular var olanı korumak gibi bir misyon üstleniyor. Asıl payeyi “değişim”e vereceksek mütekabiliyet gereği bu durum solcuların kendisini de değiştirmesine bağlı bir dramı barındırdığı için böyle. Biraz kendi kabuğuna çekilmek, biraz sessizlik, biraz küskünlük; başka türlü olmuyor. Eskiden dağ başı bir metafordu, alıp başını gitmeyi çağrıştırıyordu; ta orada yaz kış karı erimeyen gösterilebilir bir yer, ama sadece sözünü etmek için. Teknoloji bizi dağ başına götürdü ama o makbul metaforunu da yok etti. Artık dağbaşı (evet bileşik sözcük haliyle) yok.
Ali ve eşi Aysim’i yıllar önce Antalya Kaleiçi’nde tanıdım. Ortak tanıdıklarımız vardı. Kamber Abi’yi severdi. Aynı insanı aynı sebeplerle seversen ilişkide üst bir bağ kurulur, öyle… Heyecanlı, davudi sesiyle hatırlıyorum onu, konu açma sıkıntısı çekmezdi. Sonra Dedeman Oteli’nin aşağılarında genişçe bir bahçesi olan bir pansiyon işletti. En son orada gördüm. Finike’de dağ başına yerleşmiş, Ali Babanın Çiftliğini kurmuş. Dağda taş ocakları işletip ağaçları katleden vahşi kapitalistlere (Ortadoğu'nun doğa düşmanı mutantları) karşı köylülerle birlikte mücadele veriyormuş.
Ölüm haberini aldığım sırada Türkçe dersinde Bin Elli Yaşındaki Ağaç başlıklı bir metni okuyorduk çocuklarla. Metne konu olan sedir ağaçları Ali ve eşi Aysin’in yaşadığı bölgedeydi. Devletin iki yüzü geldi oturdu karşıma… Devlet bir taraftan vatanın kutsiyetiyle dağbaşını o eski metaforun hatırına çocuklara yutturuyor, bir taraftan da bin elli yaşındaki ağaçları katletmek için taş ocaklarına ruhsat veriyor… Diğer taraftan da bizi psikopat bir katille dostlarımızın ölümü arasında tuhaf bir denkliğe inandırmaya çalışıyor.


8 Mayıs 2017 Pazartesi

Terk Etme Paradoksu




İsa çarmıhtayken acılar içinde “Tanrım, Tanrım neden terk ettin beni?” der ve ölür. (1)

Elbette biz biliyoruz ki İsa soru sormuyor, sitem ediyor.

Bir anlaşmazlık var burada. Terk eden kim? Tanrı mı, İsa mı? Fesat düşünmeyelim, ortasını bulalım: Acının son raddesine kadar Tanrı İsa’yı terk etmiş, bu belli; İsa da bu sözle Tanrı’yı terk ediyor. Bu sitem acıyı daha da çoğaltıyor. Çünkü muhatap cevap vermiyor, söz monolog olarak kalıyor. Oysa sitemin acıyı azaltması beklenirdi. Nasıl açıklayacağız bunu?

Bedeni çivilerle çarmıha gerilmiş İsa’nın son yoğun acıyı yaşaması için bir evre daha kalmıştı. Terk edildiğini sanması. Uğruna acıya katlandığı Tanrı tarafından terk edilmek İsa’nın ödeyeceği son kefaretti. Bu acıyı anlamak için sözün devamını şöyle getirebiliriz: ‘Ben sana ne yaptım?’ Ölmek üzere olan birinin şuuru bedenini terk etmeden önce sarf edeceği son söz. İsa, kendi öyküsünün devamını bilmediği için bu acıyı çekiyor. Ama dikkat! bu acıyı bizzat kendi sözleri yaratıyor.


Sözün monolog olarak kalması ölüme kadar geçen o kısacık sürede terk edildiğinin de kanıtı. Fiziksel acı yanında bizzat sözün yarattığı en yoğun acı anı. Şimdi İsa açısından bunun yaşanması gerekir; acının tavan yapması için şart. İsa, tüm insanlık adına acı çekecekse bu özel, bu zirve acıyı da tatmalıydı. Öte yandan bu ruh hali İsa’yla tutarlı da olmalıydı. Nasıl? Ölünce! Biz İncil’i okurken öldükten sonra kafası aydınlanan İsa’yı dinliyoruz aslında. Bunu unutmayalım.

İsa’nın sözünü şimdi de soru olarak okuyalım. Sorunun cevabını Tanrı, İsa’nın ölümüyle veriyor, onu yanına alıyor. Kabul. Ama İsa’nın paradoksunun çözümü değil bu. Tekrar edelim, İsa son yoğun acıyı yaşaması için Tanrı’nın kendisini terk ettiğine inanmalıydı. Bu durum Tanrı’ya inanmamaya mahal verecek kadar da uzun sürmemeliydi. Ölüm tam da bu hassas evrede duruma el koyuyor işte. Benim itirazım da buna. İsa böylelikle çok daha yoğun yaşayacağı bir acıdan sanki kasten muaf tutuluyor. Eksik acı. Herkes adına acı çektiği söylenen İsa ateistleri es geçiyor. İsa’nın yukarıdaki sözü söyledikten hemen sonra ölmediğini düşünelim. Tanrı’dan tıs yok ve İsa acı çekmeye devam etsin. Nihayet İsa “Tanrı yok!” (şöylesi daha yufka yürekli olurdu: ‘Ah ne aptalım Tanrım, sen yokmuşsun ki!') desin. Uğruna acı çektiği varlık gerçekten de yok. Sakın kimsenin aklına oportünist bir İsa gelmesin, varsaydığımız İsa ‘Tanrı yok’ derken bunu Romalılardan af dilemek için söylemiyor, hakikate eriyor. İşte bu gerçek acı olurdu. Hakikatin acısı. Acının sebebi ortadan kalktığı halde acı daha da katlanıyor. Böyle bir İsa’yı tahayyül etmek zor. Cevabı basit: İnsan salak olmanın acısını çekmektense biri tarafından kazıklanma duygusunu yaşamaya eğilimlidir. İsa bir dahi değil.

İsa terk edildiğini asla bilmeyecek ve terk edildiğini sanma noktasına kadar gelecek.

Tanrı, İsa’nın terk edildiğini sanma noktasına kadar bekleyecek.

İsa cevabı ölünce öğrenecek.

İsa paradoksunun başka bir versiyonunu Yepyeni Bir Hayat (A Brand New Life 2009) filminde izlemiştim. Baba kızını bir misyoner yetimhanesine yerleştiriyordu. Baba terk ettiğini biliyor kız bilmiyordu. (2) Kızın sevgisini ve umudunu ayakta tutan bilmemesiydi.

Kavramların içine çöreklenmiş metafiziği terk etmeli. Bu tamamıyla mümkün değil tabi. Ama körü körüne bel bağlarsan onlar seni terk ediyor. Varmışçasına terk etmek değil, bir sevgiliyi terk eder gibi değil. Yokluğu anlamak. Nesnedeki göz boyayan artıyı elemek. Varlığın içindeki metafizik tözü anlamak. Halk yok! Proletarya yok! Bir kurtarıcı yok! Ebedi aşk yok! vb...




(1)    ‘Eli Eli, lama sabakhtani’ Matta 27/46
(2)    Matta ve Markos’ta (15/34) Aramice geçen ‘Eli’ sözcüğü hem Tanrı hem de baba anlamına gelir. (bkz Kitabı Mukaddes, 1981)

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Stres Çarkı



Stres sözcüğüyle tanışalı ne kadar oldu?

Stres sözcüğü herkeste bir hemhallik yaratıyor. Aslında stres tecrit bir ruh hali olmasına rağmen. Sözcük işlevini ortak ruh halini ifade etme becerisinden almıyor, ortaklığı diğerine ikram ediyor. Cömert bir sözcük, bize bir ruh hali kazandırıyor. 

Bu sözcüğün hüneri ruhsal patolojiyi teşhis etmesinde değil sadece, mazur göstermesinde. Karpuza da zeytine de meyve denmesi gibi bütün ruhsal sıkıntıların ortak adı; muğlak ama söyleyince karşıdakine şıp diye anlama yetkisi veriyor. Hamarat sözcükleri seviyorum.


Öğrencilere bağırdığım bir sırada H. Yanıma geldi, “Öğretmenim öfkelenmeyin, alın size stres topu,” dedi.  Bilardo topu büyüklüğünde süngerimsi bir şey. H. on beş gün boyunca bu topu masama bıraktı. Sonunda top delindi. Bu sefer de başka bir öğrencim stres hamuru önerdi.

Şimdi de stres çarkı…İcat edildiği Amerika’da adı ‘hand spinner’, el çarkı demek. Bizde stres sözcüğü bir pazarlama taktiği. Bu adla bir yığın oyuncak var. Stres çarkı bütün çocukların elinde. Ortada bir rulman, etrafında üç kanat manuel biçimde döndürüyorsun. Sağ elini kullananlar da solaklar da döndürme hareketini kendi bedenine doğru yapabiliyor ancak. İşin içinde bedene bir gönderme var, bunu not düşelim. 


“Nedir bu?”

“Stres çarkı, stresimi atıyorum öğretmenim.” Büyüme talebi yok mu bu söyleyişte?

Çocuğun oyuncağı elde ederken kendini gerçekleştirmesi iki aşamalı. Birinci aşamada oyuncağa sahip oluyor. Sahip olma öncelikle mülkiyetine alma anlamına gelmiyor burada, bir şeye sahip olarak herkesle bir ilişki kuruyor: Eşitlenme. Oyuncağın alt sınıf çocuklara zengin çocuklar karşısında verdiği eşitlik hissi her zaman olmaz. Stres çarkı on, on beş lira. İki haftalık okul harçlığını biriktirip stres çarkı almış yoksul bir öğrenciyle konuştum... İkinci aşamada oyuncağın sunduğu oyalanmayla kendine kabuğuna çekilme başlıyor.

“Ver bakim şunu.” diyorum A.’ya. Çarkı çeviriyorum. “Seninki çok hızlı. Daha mı pahalı bu?”

“Hayır öğretmenim,” diyor A. “babamın tabanca yağını sürdüm bilyelere.”

Çark pervane gibi dönüyor, havada çizdiği daire gözlerimi alıyor, elimde metalik bir ağırlık hissi ve hafif bir titreme.

“Kronometre tutun öğretmenim,” diyor arkada oturan F.

Stres çarkı global bir oyuncak. Bütün dünyaya aynı anda yayıldı. Çocukların elleri yaratıcı değil çağımızda, acaba bu manuel alet tam da bu örselenmeye, işe yaramazlığa toplu bir itiraz mı?..