3 Aralık 2023 Pazar

Ezik Olma Halleri

 



                             Karşısındakine işaret diliyle loser diyen bir çocuk.



“Ağrının sözel ifadesi çığlık atmanın yerini alır, onu betimlemez.” Ludwig Wittgenstein.

 

Hakaretimiz sözcükler övücü sözcüklerden fazla. Galiba bütün dünya dillerinde böyle. Dahası hakaretamiz sözcükler övücü sözcüklerden daha yüksek sesle söylenir. Bunu meşhur ‘İnsan insanın kurdudur(Hobbes).’ önermesine bağlamak mümkün. Başka bir şey söyleyeceğim... belli bir dönem popüler olan olumsuzlayıcı sözcükler sosyal hayatın bozulan dengeleriyle ilgili bize ışık tutabilir.

 

İngilizce ‘loser’ın (kaybeden) Türkçeye ezik diye çevrilmesi anlamı türeyen sözcüğün kökünde değil ne demek istediğinde aramamıza yön gösteren güzel bir örnek. Ezik sözcüğü Türkçede bu çeviri sayesinde yaygınlaştı. Ama loser sözcüğünün İngilizce konuşulan ülkelerde de yaygınlaştığı bir dönem var. Amerika’da Trump’ın seçilmesiyle başlıyor. Kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan Trump Amerika Devlet Başkanı olunca ‘loser’ı rakipleri için söylüyor.

 

Kaybeden karşılığı neden ezik?

 

Kaybeden, dışarıdan kaybeden diye yaftalanınca anlama horlama da karışıyor. ‘Loser’ın kaybedenden çok, Amerika gibi bireysel rekabetçiliğin kıran kırana geçtiği toplumlarda kaybedenin içine düştüğü bedbaht ruh halini ifade ettiği durum. Ama bu diğerinin kaybedende gördüğü bir şey değil, bir adlandırma olarak kaybedende yaratmak istediği de bir etki. Kaybeden sadece düz anlamıyla kaybetmiyor, kaybettiğini başına kakan diğerinin gözetiminde ikinci kez küçülüyor. Ezik sözcüğünü ‘loser’ın bu derinleşen anlamına yakıştırdım. Yine de ezik ile ‘loser’ın eş anlamlı olduğunu söylemek için yeterli mi bu?

 

Ezik ‘loser’dan daha sert geliyor bana. Sözcüğün içi hınçla dolu gibi. Sanki ‘loser’ın bilişsel bağlamı ezikte bedensel bağlama dönüşmüş.

 

Ezik sözcüğünün kullanımına daha çok anaokulu öğrencileriyle ergenler arasında tanık oldum. Yaş ilerledikçe kullanımı seyreliyor. Bunun bir nedeni (asıl nedeni sona sakladım) sanıyorum küçük yaştakilerin hakareti kolay tolere etmeleri; akran baskısını ve küçük yaşlarda kavgaların büyük zararlara yol açmadığını da eklemem gerek. Diğer yandan çocuktan al haberi atasözünün pedagojisine güvenirim. Çocuklar hınçlarında yetişkinleri de temsil ederler. Çocuklar bu sözcüğü yüz yüze kullanırken büyükler üçüncü kişiler için kullanır. Sözcük sanki sınıflar üstü olumsuz bir mizacı anlamlandırıyor gibi dolaşır. Oysa sözcüğün yaygınlaşmasına yol açan şey görünür sınıf “eşit”lenmesine tepkidir. Görünürde “eşit” olmanın ideal ortamı da okuldur. Alt sınıf yeni davranışlar edindikçe eski davranış kodlarını anıştıran her sözcük hakaret tınısıyla kendisine geri döner. Tıpkı zenci sözcüğünün asıl hakaret anlamını köleliğin kaldırılmasından sonra kazanması gibi alt sınıflar da üst sınıfları taklit eder ve onlarla kendilerini eşitler biçimde davrandıkça ezik sözcüğünü kendilerine çekerler. Ezik, sanki eski bedensel formun diriltilmesidir (hayaletidir).

 

Trump’ın favori sözcüğünün ‘loser’ olmasının seçmen tabanıyla tuhaf ilişkisini kurabiliriz şimdi. Bilindiği gibi Trump alt sınıflardan epey destek aldı. Kendilerini Trump öncesi loser hisseden bu alt sınıflar sözcüğü kullanma yetkisi kazandılar. Sözcüğün olumsuz imajı değişmeden hedef kitlesinin değişmesi anlam sulanması olmadan gerçekleşemezdi. Trump zaten ‘loser’ı sadece siyasi rakipleri için değil kendisine karşı olan herkes için hoyratça kullanıyordu; hali vakti yerinde, şöhretli, statü sahibi vb fark etmez, herkes sözcükten payını alıyordu. Anlam sulanmasından kastettiğim muğlak bir anlam genişlemesi. Trump’ın ve AKP’nin alt sınıflara verdiği ivme: haklı olan liderin peşinden değil kazanacak liderin peşinden giderek loser ve ezik gibi sözcükleri kullanma ayrıcalığı edinmek. Ya da bu davranış kodlarını üzerlerinden silkeleyerek kazanan liderlerinin peşinde bedenlerini yapıntı bir gururla donatmak.

 

Ama bu yapıntı gurur ezik olmanın bir başka versiyonu değil mi? Olsun, onlar bunu bilmiyor.

 

 

‘Loser’ hem birinin ismi hem de diğerinin adlandırma işi (fiil)... ‘Loser’ sözcüğünü duyunca sadece gösterilene değil gösterene de bakarsak anlayacağız (göstergebilimdeki gösteren değil, bizzat sözcüğü kullanan olarak gösteren). ‘Loser’ hakaretamiz biçimde mimliyor. Loser kaybetmenin faili olsa da dışarıdan duyduğumuz ‘loser’ diye aşağılayan ses bir başka fail. Yani burada anlam, verili olanın sesle belirlenmesi ile sözcüğü seslendirenin cüreti arasında bölüşülüyor. Ama biz anlamı işaret edilende görmeye eğilimliyiz. Temizlik işçisinin eş anlamı diye çöpçü sözcüğünü tercih eden birinin itibarsızlaştırması mesela. Dikkatimiz de bu anlam kaymasına uygun cereyan ediyor. Oysa sadece sözü edilen çöpçüye bakmayacağız, çöpçü diyene de bakacağız. Çünkü dışarıyı işaret eden sözcük seslendirenin hakikatini gizleyebilir. Yapacağımız şey sözcüğün bu yeni imkanına bakmak. Bir bakmışız ezik diyenin kendisi ezik.

 

Sokakta ‘Hey siz oradaki!’ çağrısını duyan insanların ses bir polise ait olmasa da yüz seksen derece geri dönüp hep beraber sesin muhatabıymış gibi davranmaları önceden hazır bir ideoloji normunun içinden geçer (Althusser). Hatırlayalım ki, sese icabet eden insanlardan önce sesin sahibi bu çağrıyla ruhsatlı. Kimlik lütfen gibi bir sorma ruhsatı değil, çağrının failini muğlaklaştıran, bizzat çağrının fail olduğu ruhsat. Rol kolaylıkla değişebilir. Burada Althusser’den farklı olarak şunu söylemek istiyorum: günümüzde ideoloji insanların rol kesinliği üzerinden değil, bu rol kayganlığı sayesinde hayat buluyor. İdeoloji günümüz insanına başkası olma imkanı veriyor. Bir oyun gibi düşünelim.

 

Karşısındakine ‘loser’ diyen bir Amerikalı iki heceli sesi aslında anlamın üç aşamalı sentezi olarak dile getiriyor.

  1. Sen kaybedensin.
  2. Kaybettiğin için enayisin.
  3. Bu sözcüğü duyup bana karşı koyamadığın için zavallısın.

 

Üçüncü aşama ‘loser’ın cari anlamını kuruyor. Dil filozofu John L. Austin’in edimsöz (performatif) dediğine benzer bir işlevle.

 

‘Loser’ın sözcük kendisine söylendiğinde üzerinde bıraktığı etki, yani sus pus olması hem söyleyen tarafından önceden hesaplanıyor (en azından deneyim olarak) hem de sözcük ilgili kişiyi bu zavallı haliyle yapılandırıyor. Diyebiliriz ki sözcüğün söylenmesinden bağımsız bir loser yok, onu sözcük var ediyor. Öngörülü bir sözcük. Ama sözcük varlık ilişkisinin sadece bir yüzü bu, diğer yüzü sözcüğü seslendirenin kendisini güç olarak var etmesi, güce duyduğu hasedin kendi ezikliğini gizlemesi.

 

Aklıma senaristliğini ve yönetmenliğini Ilmar Rang’ın yaptığı Estonya filmi Klass (2007) geliyor. Filmde kurbanı oynayan Joosep kendi başına ezik değildir; o, sınıfın alfa kişisi Anders ve Anders’le işbirliği yapan diğer öğrenciler tarafından yaratılır. Henüz filmin başı; Joosep’in fiziksel beceriksizliği ve yanlış kararı yüzünden basketbol maçında takımının kaybetmesine neden oldu diye itilip kakılması ve en sonunda üzerindeki giysiler çıkarılıp kızların soyunma odasına atılması ezik halin varabileceği en uç noktayı gösterir bize: Çıplak bedenin cinsel organların görünmemesi için aldığı cenin pozisyonu. Kavramın tecessüm etmesi, bedenlenmesi. Ezik, tam da bedenin bu küçülmesini ifade ettiği için metafordur da. Eziyet gören, çaresiz ya da otorite karşısında biat eden arkaik bedenin metaforu. Biz seyirciler haksızlığa uğrayan zavallı birini görürken Anders ve arkadaşları gülünç birini görürler. Zavallılık üzerindeki merhamet iptal edilince popülerlik besin zincirinin en altında ezik kalır, ortaya gülünç olan çıkar. Ezik diğerinin gülünçlüğü üzerine de bir çağrıdır. Hem ezik sözcüğü bu gülünçlüğü iletmez mi?

 


O zaman şu soruyla devam edelim, zavallıyla gülünç arasındaki fark nasıl kuruluyor?

 

Bu kez Yılmaz Güney’in Zavallılar (1975) filmi geliyor aklıma. Yılmaz Güney kendisiyle cezaevinden tahliye olan evsiz iki arkadaşı sağda solda sürttükten sonra üç gündür aç biilaç halde bir lokantada yemek yerler. İki arkadaşı tüyer Yılmaz Güney yakalanır. Planın bir parçası değildir bu, içlerinde saf olan Yılmaz Güney’dir. Karakolda komiser sorar: “Niye kaçtınız?” Yılmaz Güney boynunu büker (komiserin yüzünün ters tarafına). Komiser tekrar sorar: Niye kaçtınız dedim!” Yılmaz Güney “Üç gündür üçümüz de açtık sayın komiserim, paramız yoktu.” der. Komiser susar. Genel tavır gereği komiserin şöyle demesini beklerdik: ‘Koskoca adamsın, çalışsaydın, sabıkasız olsaydın da bu duruma düşmeseydin, utanmaz herif!’ Komiserin susmasında bir zavallılık empatisi vardır. Gel gör ki empati böyle bir şey değildir, sahici empatide Yılmaz Güney’in yerinde olsak bu zavallı görünümüyle ondan daha fazla acı çekeceğimiz hayalini kurarız. Filmin sonunda zavallı imgesi bir fotoğraf olarak donar; Yılmaz Güney eski paltosunun içinde büzülmüş, ellerini koltuklarının altına kıstırmış, mart ayazında yarı koşar halde sahilde yürürken, sonrasında birinden kaçarken... Bu filmi ilk izlediğimde on sekiz yaşındaydım; merhamet, şefkat, hayranlık ve öfkeyi tek duyguda harmanladığım zamanlar. Muhtemelen gözümden yaş da gelmiştir.

 


Ama zavallıdan eziğe geçiş sosyolojisinde bir ara aşamadan söz etmesem olmaz. Yine bir film, bir İbrahim Tatlıses filmi. Adını unuttum, 80’lerdeydi. O zamanlar tv’de bolca reklamı yapılan filmin bir sahnesinde Tatlıses sevgilisine söylüyordu: “Benden nefret et ama asla acıma!” Aşkın ve sevginin en önemli bileşeni kapı dışarı ediliyordu.

 

Yazının özüne vurgu olsun diye (aslında meramımı tam anlatamadım kaygısı ve biraz da telaşla) son olarak şunu söyleyebilirim: alt sınıflar beden dilleriyle üst sınıflar gibi davrandıkça, daha önceki zamanlarda üst sınıflar karşısında gösterdikleri itaatlerine ironik biçimde gönderme yapan sözcüklerin işgaline uğrarlar. Ama gözden kaçırmayalım, anlam sulanması sayesinde mağduru oldukları sözcükler silahlarıdır da. Ezik ve loser sözcükleri geçmişi bugüne ikame eder, aşağılayıcı dil görgünün en zayıf halkası olan çocuklarda patlak verir (‘loser’ diyen Trump’ın da bir ergen havası yok mu?). Anlam sulanır. Anlam sadece diğerinin söyleme gücündedir.

 

 

 

Başka bir ezik imkanı daha var. Geçen kış gittiğim bir Karadeniz kasabasında yaşadım bunu. Avare bir hüzün vardı üzerimde. Ortam da uygundu, sahilde çise altında tek başıma yürüyordum, iç sesim tekrarlayıp duruyordu: ‘Ne yapacağım ben?.. Ne yapacağım ben?..’ Bildiğim tek şey kaldırımın beni götürdüğü yere kadar gidecek olmamdı. Karşıdan gelen bir sokak köpeği gördüm, aramızdaki mesafe kısalınca durdu, kenara çekildi ve gözlerini benden kaçırdı, ürkmesin diye ben de kaçırdım gözlerimi, biraz açığından geçtim. Beş altı metre sonra geri döndüm aynı yerinde duruyordu ve bana bakıyordu. Eğer geri dönüp birine bakarsanız onunla göz göze gelme olasılığınız yüz yüze olduğunuzdan daha fazladır. Yürüdüm ve yine geri döndüm. Üçüncüde peşimden geliyordu. Yarım metre gerime kadar sokuldu. İkimiz de eziktik. Ezik sözcüğümüz yoktu. Ama sükût içinde eziktik. Birbirimiz karşısında ya da üçüncü kişiler karşısında değil, hayat karşısında.