15 Aralık 2013 Pazar

Nezaket ve İncelik





Eşanlamlı sözcükler arasında nüans yaratanlar her zaman ilgimi çeker.


Zizek’in aktardığı şu metin üzerinde biraz oynamak istiyorum…

“Delphine Seyrig ‘Baisers Voles’te genç sevgilisine nezaket ile incelik arasındaki farkı izah eder: “Tut ki kazara bir kadının duşun altında çırılçıplak olduğu bir banyoya giriyorsun. Nezaket hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Madam!’ demeni gerektirir; incelik ise hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Mösyö!’ demeyi.” İnsanın, duşun altındaki insanın gerçek cinsiyetini ayırt edecek kadarını bile görmediği numarası yaparak gerçek inceliği sergilediği nokta ancak ikincisidir.” (1)

Eşanlamlı sözcükler arasında bizi ayrım yapmaya sevk eden şey sadece hakikat arayışı değildir, kendi tarafımızı belirlemektir; daha doğrusu göstermek. Delphine Seyrig nezaketle incelik arasında yaptığı ayrımda incelik tarafını tutar, tabi Zizek de… yalnız Zizek inceliğin aslında bir “numara” olduğunu sözcüğe üstlendirir. Bu üstlenme gereklidir, çünkü madama mösyö diyen incelik sahibi, bir görme engelliden başka türlü nasıl ayırt edilecektir?

İncelikteki bu “numara”yı erkek bilir ama kendisine ‘mösyö’ denilen kadının bildiğini nasıl varsayacağız? Çünkü incelik birisi için yapılır, kavram ayrıştırması için değil. Üstelik eğer bilmiyorsa incelik diye yapılan “numara”nın tam tersine kabalık diye anlaşılmamasının garantisi ne? Kadının kendisine ‘Mösyö’ diyen bir adamın inceliğine güveneceği ipucu nerede?

Öte yandan adam bir ahmak da olabilir.

Bu bilmecenin ipucuna başka bir bağlantıyla varılabilir: Kadınlar üzerinden gerçekleşen nezaket ve incelik aslında erkekler arasındaki dengeyi gözeten jestlerdir. Banyodaki çıplak kadın birinin karısıdır, kızıdır, kardeşidir, sevgilisidir vb… Doğuya doğru gittikçe, kadının iffetini koruyan adamın inceliğinden çok, adamın kadının etrafını çevreleyen erkeklere karşı inceliğinin kanıtı daha güçlü görünürdü… Mesela ‘Pardon Mösyö’ yerine ‘Pardon bacım!’ Tuhaf ama erkeklerin kadına gösterdiği inceliğin nihai adresi erkeklerdir. Hemcinslerini kızdırmamak, işkillendirmemek üzerine kuruludur.

Nezaket göstererek kadının varlığıyla arasına görünür yüceltici bir mesafe koyan erkek, incelikle kadındaki dişilik darasını alır.

Duşun altındaki çıplak kadının kazara içeri giren adama ‘Sırtımı lifler misiniz…’ demesi ve adamın kadının ricasına icabet etmesi insanlığın gerçek incelik mertebesi olacaktır. Elbette pornografinin bu inceliğe çoktan ulaştığını söyleyebileceklere bir sözüm var: abartmayın…

Sözü nereye getirecektim:



İnsan sevdiğine yalan söyleyerek incelik gösterebilir…


Sevdiğin birinin yalanını görmek ve yüzüne vurmamak da bir inceliktir tabi…
Evet, insan sevdiğine yalan söyleyebilir. Doğru söylemesi onu kıracaksa… Ama yaptığı bir şey sevdiğini zaten kıracaksa, başlı başına onu yapması bir sorun, yalan söylemesi ayrıca ikinci sorundur…

Bu durumda ahmaklıkla incelik arasındaki fark, nezaketle incelik arasındaki farktan daha azdır…

Ve uzatacaktım bu konuyu… Bitti. Çabuk bitti...



(1) http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CDIQFjAA&url=http%3A%2F%2Fwww.radikal.com.tr%2Fhayat%2Fwikileaks_caginda_terbiye-1037924&ei=3X6tUoviEKWAywOyqICAAw&usg=AFQjCNFKPyYoqupgkQ4Qav9Z_6kvTBMDgg&sig2=3O2iPleP_6O6UT1brippvw&bvm=bv.57967247,d.bGQ&cad=rja

7 Kasım 2013 Perşembe

Özel Yaşam








Öğrenciler kız erkek aynı evde kalsınlar mı diye bir anket yapılsa herhalde yüzde seksen doksan oranında hayır kalmasınlar sonucu çıkar. Ama insanların özel yaşamına müdahale edilmeli mi diye başka bir anket yapılsa deminkinden daha yüksek bir oranda yine hayır sonucu çıkar. Peki bu çelişkiyi nasıl açıklarız?

Türkiye’deki konut sorunuyla.

Türkiye ekonomisi konut inşaatına dayanır. Sonradan görme muhafazakâr burjuvanın zenginliğini ifade edeceği, göğsünü gere gere bak bunlar benim diye gösterebileceği nesnel varlıktır konut. Bir tane yetmez, on tane elli tane konut. Fazlalıkları kiraya verir ve kendine kısmen de olsa başkasının özel yaşamına burnunu sokma hakkı tanır. Özellikle bekâr öğrencilere karşı ahlâk muhafızı kesilir. Kiracı evliler de bundan muaf değildir, çünkü ev sahibi üst dairede veya bitişik evde oturur, kavgayı gürültüyü gireni çıkanı dikizler. İnsanların kiradan kurtulup ev sahibi olma dürtülerinin ardında özel yaşama kavuşma arzuları yatar. Türkiye’de özel yaşamın özel mülkiyetle Batı’dan daha sıkı bir ilişkisi olmasının ekonomik boyutu budur. Diğer boyutu bekâra ev yok dolayısıyla evlinin özel yaşamından endişelenmesine mahal yok konformizmidir. Yani burada bekârın cinsel yaşamı evli olanın özel hayatına müdahale gibi algılanır. Mülk sahibi olmakla eş sahibi olmanın kombinasyonuyla meşrulaşan özel yaşam gerçekte tüzel bir yaşamdır.

Oysa özel yaşama müdahalenin hukuki veya sosyolojik bir gerekçesi olamaz. Saçmadır: Nasıl evli birisine siz neden sevişmiyorsunuz bakim diye sorulamıyorsa, bekâr iki kişiye de siz niye sevişiyorsunuz bakim diye sorulamaz.

Yazık bize ki enerjimizi malûm nedenlerden ötürü deli saçması konulara harcıyoruz. Artık bu tür sorunları ortaya atan tarafın fikrini tartışmak yerine kıt zekâsını kanıtlamak gerekir. Aptallara oynayan biri nihayetinde kendisi de aptaldır. Okuyucuları aptal olan bir yazarın kendine ayırdığı bir zekâsının olamayacağı gibi…

Adam sabah ülkeden ayrılmadan özel yaşama müdahale ederim, gerekirse yasa çıkarırım diyor, akşam Finlandiya’da özel yaşama müdahale etmeyiz diyor. Kurnaz mı? Evet kurnaz. Bu haliyle bile bariz çelişkiyi kurnazlık diye kim olumlar? Aptallar. Yalan mı söylüyor? Evet yalan söylüyor. Yalan söyleyerek kendini aşağılamıyor mu? Evet aşağılıyor. Kendini böylece aşağılık duruma düşüren bir adam aptal değil midir? Evet aptaldır!..

Aptal biri tarafından yönetilmekten, onu vaktiyle desteklemiş olmaktan utanmıyor musunuz?

"Evet utanıyorum." (Nazlı Ilıcak) 

Aşağıdaki olası diyalog bu aptallığın seviyesini de gösteriyor:
-         Yapımıza ters… Türk aile yapısına ters…
-         Bırak şimdi yapıyı falan… İki kişinin sevişmesi sana niye ters?
-       Sen kızın evlenmeden sevişse hoş karşılar mısın ( ortaokul münazara seviyesinde kalmış mantığa dikkat)?
-    Diyelim karşılamam. Bu durumda hoşnutsuzluğumu kızıma söylerim. Başkasının kızına neden karışayım?

29 Ekim 2013 Salı

Kerata Sevgisi

K.’ye bu ülkedeki sevgisizliği anlatırken büyüklerin küçüklere gösterdiği ‘kerata sevgisini’ örnek verdim.

Kerata sevgisinde azarlama ve teselli iç içedir. Önce azarlama… çocuk Büyüğün sesinin şiddetine boyun eğmiştir bir kere, anında kendini suçlu hisseder, tırsar ve kuyruğunu kısar… Korkuya ait bu beden formunun muhakkak oluşması gerek… Bundan sonra teselli devreye girer, Büyük korkunun kaynağının kendisi olduğunu unutturacak bir manevrayla yapar bunu, suçu çocuğa sahiplettirir… Çocuğun korkudan kurtulması için ara bir evredir bu… Sonra Büyük okşamayla vurma karışımı çocuğun ensesine, omzuna birkaç şaplak atar, ‘Seni kerata’ der ‘Bir daha yapma…’ Hiyerarşik bir sevgidir bu. Kadınla erkek arasında da vardır. K. Söylediklerimi çabucak kabul etti. Bu kadar çabuk kabul görmem hızımı kesti…


Haylaz biraz daha rahat bırakılan, yaramazlığıyla benimsenmiş çocuk… aslında yaftalar çocuğu terbiye etmek için değil, öyle kabul etmek için de konuluyor, ama yetişkinler dünyasının neresinde olduğunu belirlemek esas… Haylaz, kerataya göre daha ileri bir yaş evresine denk geliyor… Uzatılabilir tabi.

Son Aşk




Adam: “Hayatın kendisini sevmeyiz aslında… Mekânları, hayvanları, insanları, hatıraları, yemeği, edebiyatı, müziği seversin. Ve bazen içinde ne kadar sevgi varsa vermene ihtiyacı olan biriyle tanışırsın. Ve o kişiyi kaybedersen diğer her şey de duracak sanırsın. Ama her şey kaldığı yerden devam eder. Giraudoux der ki: ‘Etrafınızda bir sürü kişi olsa da sadece bir kişiyi özleyebilirsiniz.’ Bu insanlar fazlalık gibidirler. Görüşlerinizi gölgelerler, anlamsız bir kalabalıktırlar. Onlar… Onlar istenmeyen dikkat dağınıklığıdır. Sen de kendi başına unutmaya çalışırsın. Ama yalnızlık seni sadece bitirir…”

Kadın ve erkek aşka eşit ölçüde ortak değildir aslında arada hep nüans vardır. Biri diğerine göre daha az sevildiğini hisseder. Bir iki davranış belli eder bunu.  Kadın sevilmediğini hissettiğinde varlığını dayatır, erkek sevgisi kadın tarafından reddedildiğinde… Birbirlerini belki de en çok sevdikleri karanlık dönemler gelir, ikisi de ışığını karşı tarafa kapatır, bir şey göstermez… Adam birkaç  hamle yapar ama kadın tarafından hep reddedilir, kadına öyle gelir ki adamın sevgisi artık merhamettendir, pişmanlıktandır. Tanımlama zamanı başlamıştır, “herkes” devreye girer: Bu “herkes” bir şarkıdır, bir şiirdir, bir dostun tavsiyesidir. “Herkes”in her zamanki gibi tekliğe tahammülü yoktur, aşk zamanla  “herkes”e benzer.  Aşkı bitiren “herkes” bu kez de terapist olarak devrededir… Kim ki bu karanlık dönemden aşkın zaferiyle çıkar, ne mutlu onlara…

7 Eylül 2013 Cumartesi

İnsanın Naif Kendini Beğenmişliği

Kopernik
Darwin
Marx
Freud




‘İNSANIN NAİF KANDİNİ BEĞENMİŞLİĞİ’

Freud yazılarının birinde insanın ‘naif kendini beğenmişliği’(1) diye bir söz kullanır. İnsanın kendini beğenmişliği Hıristiyanlıkta kibir denilen yedi ölümcül günahın en kötüsüyken (2), Freud “naif” sıfatıyla bu günahın üzerine yumuşatıcı dökmüş.


Freud, genel insanın kendini beğenmişliğini münferit insanın kendini beğenmişliğinden ayırmasa bunu yapamazdı. İnsan münferit olarak kibirliyse, ‘kibir’ sözcüğü kendi başına bu durumu hem açıklamaya hem de kınamaya yeter. Ama insanın tür olarak kibri gizlidir; insan kibrin bilinen tanımını diğer canlı türlerine karşı akıl gücünden gelen bir hak olarak yaşadığı için kendi aleyhine kullanmaz. İnsan kendi türünden bir aidiyet yaratır. Kibir bu aidiyetin içinde.

Peki münferit insan için söylediğimiz kötü sıfatları, genel insan için de söylersek anlamda ne gibi değişiklik olur? Bir insana kibirli olduğunu söylerken, genel insandan tecrit ederek söylemiş oluruz. İnsan, fedakârlık, alçakgönüllülük vb birleştirici erdemlere dayanarak genel insan olurken, tersine kibirlilik, bencillik insanı tam da bu yüzden münferit kılar. Freud münferit insan için rahatlıkla söylediğimiz kibir sözcüğünü genel insan için söylerken sözcüğün olumsuzlayıcı anlamı desteğini nereden alır? Çünkü münferit insana kibirli olduğunu söylediğimizde ölçü genel insandır. Eğer genel insana kibirli olduğunu bir kutsal metin söyleseydi ölçü Tanrı olurdu. Freud’un ölçüsü nedir?

Kibrin Hıristiyan öğretisinde olduğu gibi gerçekte de yedi günahtan biri olup olmaması yazının konusu değil… Freud naif kendini beğenmişlik derken, münferit insan için söylenen bu sözün olumsuz vurgusunu genel insana yöneltmiş oluyor. Bunu yaparken Tanrı gibi davranmıyor elbette. Peki ne gibi davranıyor? Biz bir sözcüğün anlam gücünü (burada olumsuzluk gücü) sözcüğün genel geçer, toplumdaki iletişim gücünden alırız. Eğer bir şey hakkında olumsuz bir söz söyleyeceksek, olumsuzluk ifade eden sözcük kullanırız. Ve sözcüğün vurgu gücünü de tedavüldeki değeri belirler.  Kibir de bunlardan biridir. Sözcüklerin dinî bir içerik de taşımaları kastettiğim durumda sözcüğün olumsuzlayıcı gücünden bir şey eksiltmez. Freud da bundan yararlanıyor. Ama genel insana kibirli derken (dayanağı Tanrı olmadığına göre) durduğu yer itibarıyla kendisinin de sözgelimi elitist kibre duçar olmaması mümkün mü?

Freud kibri genel insana yüklerken ‘Ya tuz kokmuşsa?’ (işte sana İncil’de geçen bir söz daha) diyor.


Gerçeğe dair çığır açan düşünce hamleleri tek tek büyük düşünürlerin eseridir. Büyük düşünürlerin ortaya çıkardığı gerçekler, bu yeni gerçeklerden bihaber olan toplumun cehaletini de tazeler.  

Genel insanın cehaletiyle münferit insanın cehaleti arasındaki fark sözcüğün olumsuzlama anlamından bir şey götürmez. Freud bir düşünür olarak, sözcüğün münferit olumsuzlamasını insanın genel olumsuzlamasına çevirir. Ama bunu yaparken ne olur ne olmaz bir ihtiyat payı bırakır: ‘naif kendini beğenmişlik…’

Genel insan cehaleti naiftir.

Cehalet bilgisizlik değildir. İnandığını bilmektir. Herkes şifahen ya da yazılı bu bilme atmosferiyle iletişimdedir.

Yeni-doğru bilgi bu bilme atmosferine dışarıdan gelir. Geliş yöntemi bakımından “dışarıdan” addedilir. Münzevinin biri düşünür, tefekküre dalar, bilinenlerin aksine ‘gerçek budur’ diye birden ortaya çıkar. Huzursuz eder.

Yeni-doğru bilgi karşısında insanların çoğu inandığını bilmekten, bildiğine inanmaya geçer. Cehalet sözcüğü başlangıçta inandığını bilenlerin dışındaki bilmeyenleri olumsuzlarken, yeni-doğru bilgi bildiğine inanan genel bir cühela doğurur. Sözcük olumsuzlayan anlamını yitirmeden nesnesini değiştirebilir.

Cehalet yeni-doğru bilgi karşısında cehalet olmaktan çıkar, bildiğinde direten muhafazakâr bir katılık haline gelir, üstüne gidilirse zıvanadan da çıkar, tehlikeli olur,  dolayısıyla naifliğini de yitirir.

Bireyin cahilliğiyle toplumun cahilliği farklıdır.

Yeni-doğru bilgi cahillikten kurtaracakken vurduğu sarsıcı darbeyle çoğunluğu naifliğinden de eder. İnsanoğlu yeni-doğru bilgi karşısında ikna edilmeyen, tarafgir, sinsi, güçlüden yana (kendi bilgisinin çoğunlukçu karakterinden yana) bir tavır sergileyerek hissedilebilir bir kamuoyu oluşturur. Her insan kamuoyu üzerinden hissettiği kendi olma durumunu güven, güç duygusu sayesinde peşinen kazanır. İnsanın birey olarak kendisiyle toplum arasında imgesel bütünlüğü cehaletle kurulur ve ayrışır. Tabi bu “cahil” tavrı birkaç kuşak sonra tarih olduğunda, yani şimdiki zamandan artık yaşayanlarının olmadığı uzak geçmişe doğru bakıldıkça yeniden naif bir karakter kazanır.  Naifliğin tüketilmez paradoksudur bu.

İnsanın naif kendini beğenmişliği ile, belli bir entelektüel mesafeden insanın naifliğini keşfedip beğenmek arasındaki git gel başka bir paradoksun güzergâhıdır. İnsanoğlu naifliği en başta tarih sayesinde hak eder. İnsanın vaktiyle yaptığı şey tarih sayesinde yapmak zorunda kaldığı şey olur. Çünkü zaten öyle olmuştur. Öyle olması, öyle olmasını meydana getiren koşulları da meşrulaştırır. Olan şey, hem olduğu, yani artık müdahale edilemediği için, hem de hesap sorulacak kimse kalmadığı için kendiliğinden bir neden sonuç ilişkisi kurularak naifleşir.


İnsanın naif kendini beğenmişliği daha soru sorulmadan cevabın hazır oluşuna da dayanır. Bir tür reflekstir, ifadeyi otomatiğe bağlamaktır. Ortaya cevval olmayan yaygın bir hazırcevap davranışı çıkar, bunu insana en başta din verir. Din insanın kendisini evren içinde Tanrı tarafından seçilmiş ve atanmış olarak görmesini sağlar.

Tanrı inancı iki türlü narsisistiktir: Birincisi insanı diğer bütün canlılardan üstün kılmıştır, bu genel insan narsisizmidir. İkincisi Tanrı her şeyi görüp işittiği için kendisine seslenen, dua eden, aklına getiren kulunu takip eder, bütün kozmik işlerini ve diğer insanları bir kenara bırakıp onunla ilgilenir. 


Freud insanın ‘naif kendini beğenmişliği’ diye başlayan sözünü “bilimden gelen iki ana darbeye boyun eğmek zorunda kaldı.”(3) diye devam ettirir.

İlk darbeyi Kopernik vurur. Kopernik o zamana kadar Dünya’yı evrenin merkezi kabul eden insanoğluna kozmik sistemin küçücük bir parçasında yaşadığını gösterir.

Kopernik’in hipotezi bilim çevreleri tarafından kabul edildi. Ama hemen değil, yaklaşık 100 yıl sonra. Yani Kopernik’in ilk elden darbe vurduğu insanlardan kimse hayatta değilken.

Sonraki zamanlarda din kitapları yeniden yorumlandı. Kutsal metinler Kopernik’in hipotezine uyumlu hale getirildi.

Kutsal kitapların orijinal metinleri orijinal anlam içermez. Yazı yorumdur.

Tek tek insanlar Kopernik’in hipotezini benimserken bir iç çatışma sürecinden geçerek, ya da bizzat kendileri bu modeli deneyimleyerek ikna olmadılar. İkna süreci çok daha basit bir yoldan gerçekleşti: İtimat ettiler. İngilizcede (confident ve trust sözcükleri arasında) yapılmış ayrımı biz de eşanlamlı kullanılan güven ve itimat sözcükleri arasında tekrarlayalım. İtimat duymaya bir şeyin doğruluğunun nesnel yollardan garanti edilmesinin sonucunda ulaşılır. Güven duygusu daha çok ikili ilişkilerde oluşan psikolojik bir inançtır. Aslında her iki duygu da insanın olası iç çatışmasına son verir, bir enerji tasarrufudur. Kuduz aşısının bizi kuduz olmaktan koruyacağına itimat ederiz. Köpeğinin kuduz aşısı olduğunu söyleyen komşumuza güveniriz.

Toplum güven duygusunu itimada dönüştürecek kurumları meydana getirir.

İnsanoğlu Kopernik’in doğru söylediğini bildiren üniversite çevresine itimat etti.

Daha da önemlisi insanoğlu Kopernik’le kutsal metinlerin hemfikir olduğunu söyleyen ilahiyatçılara güvendi.

Oysa ki Kopernik’in asıl vurucu darbesi, Dünya’nın evrenin merkezi olmadığını söylemesi değildi, hipotezinin kendinden sonraki bilim insanı Galileo’nun evren modeliyle bütünleşmesi, ancak böylelikle anlaşılırlık kazanması ve “Galileci uzaya göre evrenin bir merkezi olmasının ne anlama geldiğini görmenin zorlaşmasıdır.”(4) Kopernik’ten sonra evren merkezsizdir artık!


İkinci darbe Darwin’den geldi: “İkinci darbe biyolojik araştırmaların insanoğlunun yaratılmışlar arasındaki sözde ayrıcalıklı konumunu bozduğunda ve onun hayvanlar aleminden gelen kökenini ve söküp atılamaz hayvan doğasını kanıtladığında geldi.” (5)


Kendi başlangıcını kendi tamamlanmışlığında bulamayan bir köksüzlük…

Bütün İbrahimî dinler Darwin’in teorisini reddettiler.

James D. Watson ve Francis Crick tarafından 1953 yılında DNA’nın keşfiyle evrim teorisinin ispatı diye bir sorun ortadan kalktı.

Batılı okullar Darwin teorisinin doğruluğunu kabul ettiler, ders kitaplarına koydular.

İngiliz kilisesi 2008 yılında yanıldığını kabul ederek resmi bir dille Darwin’den özür diledi.

Yeni entelektüel Müslümanlar Darwin teorisiyle Kuran’ı uzlaştırmak için insanın ilk atası Adem ve Havva’nın özel kişilere takılan özel adlar değil birer metafor olarak düşünülebileceğini söylemeye başladılar. Evrim teorisinin ilk kez 9. yüzyılda Müslüman bilim adamı El-Cahız tarafından ortaya atıldığını iddia ettiler.

Oysa ki, Darwin’i evrim teorisinin zirvesine oturtan, onun araştırmalarını özgünleştiren, onu Lamarc, Wallace, El-Cahız vb’den ayıran şey, tezini evrimin tamamen olumsal olmasına dayandırmasıydı. Dünya’da belirli bir varolma düzeni yoktu, sanıldığı gibi türleri koruyan; bazılarının yaşamasına, bazılarının yok olmasına neden olan tek elden yönetilen etik bir kural yoktu; her şey tesadüfü işaret ediyordu!

Darwin ve yeni genetik bulgular insanın ‘naif kendini beğenmişliğine’ darbe vurmaya devam ediyor…

Freud insanoğluna vurulan üçüncü darbenin kendisinden (psikanalizden) geldiğini söylemiş. “Ama insan kendini beğenmişliği egoya kendi evinde bile patron olmadığını ama aklında bilinçdışı olarak neler olup bittiğini sınırlı bilgisiyle kendisini yetindirmesi gerektiğini kanıtlamaya çalışan şimdiki ruhbilimsel araştırmalardan gelen üçüncü ve en yaralayıcı darbesine katlanacak.” (6)

Ama biz kronolojik sıralamaya sadık kalırsak üçüncü darbenin Marx’tan geldiğini söylemek istiyoruz, yukarıdaki yazılanlar bu iddianın girizgâhı olarak okunabilir. Yani Freud’un vurduğu darbe, içeriğinden hiçbir şey kaybetmeden dördüncü sırada yerini alabilir.

Ne tesadüftür ki, bu üç düşünürün (Darwin, Marx, Freud) mezarları aralarında birkaç kilometre mesafeyle Londra’dadır. Onları imgelemde bir araya getirirken mezar (mekân) yakınlıkları zahmetimizi hafifletiyor. Marx ve Freud’un mezarları; ironiye mahal verir biçimde vatansız, sürgün, göçebe yaşamlarına alternatif olarak aynı yerde mukim ve muhkemdir. Marx, Darwin ve Freud'un mezar yakınlıklarına Kopernik'in düşüncelerinin İngiltere’de yayılmasını da eklersek kurguladığımız hemşerilik halkası tamamlanmış olacak. (7)


Kopernik’in darbesi algısaldır, gördüğüne inanan insanı hedefler, Darwin çoğunluğun inandığına inanan insanı hedefler.

Marx’ın en az iki darbesi vardır: Birincisi üretim araçları sahibi ve yanında insan çalıştıran kişi hangi hayrı işlerse işlesin hırsızdır; bunu artı değer teorisiyle kanıtlar ve toplumun itibar ettiği insanları hedefler. İkincisi, insanoğlu kendi yarattığı ekonomi politika tarafından belirlendiği için absürt bir varlıktır, insanlar arasındaki ilişki metalar arasındaki ilişkidir. İnsanoğlu meta temelli sistemi göremediği için kendi absürt varlığını da anlayamaz. Marx absürt insanı hedefler.

Büyük düşünürlerin çoğu insandaki irrasyonal bir durumu sorun yapıp yola çıkarken, Marx’ın derdi kökten biçimde absürt insandır.

Absürt kavramı ile irrasyonel kavramı arasındaki fark… Düşündüğümüz konu bu iki kavram arasında en az bir farkı zorunlu kılıyor.

Absürt; bir durum, bir olay, bir nesnellikten elde edilmez. Mesela aykırı fizik olaylarını absürt kavramının içine alamayız. Pozitif bilimlerde anlayamadığımız, ya da elimizdeki geçerli modelle çelişen olgular vardır sadece. Başta aykırı olan olgular yeni bir modelle (hipotezle)  rasyonellik kazanır.

Durduk yerde gökten taş yağması fiziksel olay olarak absürt değildir. Ama insanların bunu Tanrı’nın cezası olarak görmeleri ve bu inançla toplumsallaşmaları absürddür.


Absürde etmek, toplumsal sistemleri kavrama yöntemidir. Bir başka deyişle insanî yaşam sistemleri rasyonel oldukları için toplumsaldır. Absürde eden, bu insani birlikteliği toplumsal kılan bağı saçma görür. Absürde bakış soyutlamayla elde edilir. Bu bakışla herkesin normal, rasyonel saydığı işleyiş, rutin birden saçma hale gelir. Marx, ekonomi politiği absürde eden  ilk düşünürdür!

Absürt türseldir, irrasyonel ise zamansal…

Absürde eden bakış, bir sistemin bütününü saçma görür; herkes kendisini o berbat, yabancılaşmış ilişkiler içinde normalize etmişken. Toplumun irrasyonel yanlarını gören bakış ise kendini sistemin sadece aksayan yanlarını iyileştirmeyle sınırlar.

Meselâ trafik kazalarının yaklaşık yüzde 99’u insan faktörlüdür. Bunun aşırı hız, hatalı sollama, sarhoşluk gibi irrasyonel davranışlardan kaynaklı nedenleri vardır. Bir takım tedbirlerle bu oran aşağıya indirilebilir elbette. Ama bütün çevre ve trafik sorunlarının baş müsebbibi insanın otomobil tutkusu absürttür. Meselâ mesai saati başlangıcı ve bitimi sırasında İstanbul trafiğinde otomobilin ortalama hızı 13km/h iken işe ve eve hızlı gideceğim diye altına Ferrari çekmek absürttür.
.  

Marx’ın Hegel’den aldığı ve henüz genç yaşta yazdığı El Yazmaları ve Alman İdeolojisi’nde kullanıp ileri yaşlarda yazdığı eserlerinde vazgeçtiği yabancılaşma (entfremdung) kavramı, absürt kavramı açısından oldukça vaatkârdır. Yabancılaşma sözcüğü, sanki insanın henüz yabancılaşmadığı naif bir milat varmış gibi aldatıcı bir çağrışım yapıyor. Yabancılaşma, hem tarihsel insanın, hem de doğumdan ölüme bireysel insanın yaşadığı versiyonu bol bir süreç. Yabancılaşma, ancak yabancılaştığımızın farkına varırsak berhava edilebilir.

Marx  kapitalizmi (daha geniş anlamıyla ekonomi politiği) meta üzerinden absürde eder. Metalar arası alışverişte eşitlik sağlayan değişim değeri, temel bir eşitsizliği, metada tecessüm eden somut emeğin sömürülen kısmını (artı değer) gizler. Metalar arası ilişkide herkes hırsızlığa aracılık eder. On Emir’in ‘çalmayacaksın’ komutunun kapitalizmde hiçbir geçerliği yoktur.

On Emir’in sekizincisidir: “Çalmayacaksın!”

‘Hırsız çalar.’  Hırsız suçludur ve bu yaftayı yiyen kişi genel insandan ayrı bir yerdedir. Sözcüğün suçlayıcı ve cezalandırıcı gücü aynı anda kullanılır; aşağılayıcıdır. Emir herkes için emirdir, hırsıza karşı hırsız için de. Diyelim hırsız, hırsızlık çetesinde, ya da hırsız mahallesinde oturuyor, bu kez ‘arkadaşın olan hırsızdan çalmayacaksın!’ Sözcüğün sunduğu olanakla bir hırsız diğer hırsızı hırsızlıkla itham edebilir. Mafya toplumun meşru kurallarından bir sapmayken mafya filmlerinde ihanet, yalan, çalma gibi davranışların ağır şekilde cezalandırılması bize çekici gelir. Bunun nedeni bu ahlaki kuralların mikro düzeyde (mafya içinde) işler oluşudur. Bunu görürüz, hissederiz.

‘İnsan çalar.’ Bu söz bütün insani dengeleri bozuyor.

Marx’a göre en azından insanların bir kısmı çalıyor. Üstelik bu insanlar harcıalem hırsız tanımına girmedikleri gibi toplumun itibar gören kişileri. Heyhat, çaldıkça da itibar kazanıyorlar. Marx da herkes gibi hırsız sözcüğünü olumsuzlayıcı anlamda kullanıyor, ama sözcüğün nesnesini değiştiriyor, anlamına bir derinlik katıyor. Marx’ın ekonomi görüşü hukuka ve yaygın düşünceye dönüşmediği için çalan muteberler bundan zerrece etkilenmiş görünmüyor.

Artı değer bir çalma biçimidir. Ama bu çalma biçiminde hırsızlık yasalarda tanımı yapılmış gözlemlenebilen mekanik figürlerden kalkılarak teşhis edilemez. Artı değer teorisini Marx metayı mahreç alarak anlatır. Ve mükemmel bir soyutlama modeliyle anlatır. İşçi ve patron arasında yaşanan bu çalma ilişkisi tam da imgelemde görsel olarak canlandırılan genel geçer hırsız tanımına uymadığı ve gönüllülük esasına göre gerçekleştiği için çalanla çalınan somut olarak görünmez.  ‘Patron hırsız mı?’ ‘Haşa, o işçiye iş veriyor, karnını doyuruyor…’ Hakikaten de bir patronun insanlara iş vermesi onu herkesin gözünde hayırhah kılan öncelikli vasfıdır. Patron veya devlet iş vermese kim nerede çalışacaktır?

İş yapmayı bir patronun varlığına dayandıran bilinç absürttür.

Aklı Havada (Up In The Air) filminde Georges Clooney’in ilginç bir işi vardır. İşi şirketlerin gözden çıkardığı elemanlarına kovulduklarını bildirmektir. Clooney bu işi yapan bir şirkette çalışır ve işi gereği Amerika’nın her bir yerine seyahat eder. İlgili şirkete gider ve bir odada ilgili elemana işten kovulduğunu nazik bir üslupla anlatır. Önünde duran cv dosyasına bakarak kovulan elemanın bundan sonraki yaşamında neler yapabileceğine dair tavsiyelerde bulunur. Bir nevi yaşam koçluğu da üstlenir. Kovulan eleman ilk öfkesini Clooney’den çıkarır. Böyle bir iş tuhaftır ama rasyoneldir. Şirket hem kovar, hem de kovma işlemine direkt bulaşmamış olur. Çalışma barışı kaldığı yerden devam eder…

Şöyle bir düşününce hepimiz tuhaf işler yapıyoruz. Tuhaf ama rasyonel. Çünkü çalışma kutsanmış.  Münferit olarak rasyonel ama Marx’ın eleştirdiği ekonomi politik bütünselliğinde absürt.

İnsan çalışma hayatıyla kibirlenir. Ama bilim adamları bizi dünyanın ekolojik felakete sürüklendiği konusunda uyarıyor. Buna yol açan tam da kutsanan bu çalışma hayatımız değil mi? İnsanın yararlı bir işi yok artık. Çağımız teknolojisinin üretkenlik seviyesiyle insanın temel ihtiyaçları için gerekli (iyi bir planlamayla) çalışma süresi hesaplanabilir (Marks buna emek gücünün yeniden üretimi için gerekli süre adını verir). Yaşam temel ihtiyaçlar üzerine sektörleşirse günlük çalışma süresinin bir saati aşacağını sanmam. Birçok işkolu gereksizdir, insanın iktidar, imrendirme, özenme gibi arzularına dayanan birçok işkolu...


İşçinin çalışma istemiyle sömürülmesi aynı eylemde çakışır. Cümleyi daha ileri götürelim: İşçinin karnını doyurma istemiyle çalışma istemi sömürülmesiyle çakışır. Elbette sömürülmek bir istem olamaz. Ve işçi sömürüldüğünü bilmeme eğilimindedir. O zaman cümleyi şöyle devam ettireceğiz:  İşçinin sömürülmesi bilmeme istemiyle çakışır.

Meta absürttür. Çünkü kendisinden başka bir şeydir. Değişim değeri, metanın karakteridir ama kendisinden başka bir şey olmasını sağlayan iksirdir de, metanın içinde somut emek vardır, soyut emek vardır ve bu sayede başka metalara çevrilebilir.
      

Metanın değişim değeri meta fetişizminin de nedenidir. İnsanoğlu meta üretimini yönettiğini sanır, metanın fetiş karakteri insanın içine işler, insan sahip olduğu metayı teşhir ederek kendini gerçekleştirir. İnsanın ontolojik sorununu meta üzerinden halletmesi absürttür.


Marx’ın yanına Freud’u koymayı daha önce Erich Fromm denemişti. Şimdi başka türlü yeniden denemek gerekiyor. Biz neden Marx’ın yanına Marksistleri koyuyoruz da (böyle bir soyağacı, böyle zorunlu epistemolojik bir silsile mi var?) Freud’u, koymuyoruz?.. Aslında Sadece Freud’u mu?.. Nietzsche’yi, M. Foucault’u, Derrida’yı…


    

(1) S. Freud, Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları, Payel Yayınevi, İstanbul Ocak 1998, Çev. Dr. Emre Kapkın, Ayşen Kapkın, s.286

(2) Yedi ölümcül günahın en kötüsünün kibir olup olmadığı tartışılabilir tabi, ama konumuz açısından kibir diğer “günah”ların habercisi gibi duruyor.   İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilk maddesi de insandaki kibre seslenir. Şeytan kibirli olduğu için şeytandır… Tabi kibir kavramını dinî metinleri referans alarak değil, sözlük anlamıyla, kişiliğin olumsuz bir durumu olarak düşündüğümü belirteyim.
(3) S. Freud, age, s.286
(4) Richard Rorty, Freud ve Ahlâk Düşüncesi, ETHOS Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Sayı 3 Temmuz 2010, Çev. Banu Tümkaya
(5) S. Freud, age, s. 286
(6) S. Freud, age, s. 286
(7) Kopernik’in düşüncelerinin ilk önce İngiltere’de rağbet gördüğünü Ali Dündar’a borçluyum.




2 Ağustos 2013 Cuma

Kayran

çakma kayran
gerçek kayran
çakma kayran


Heidegger voroluş teorisini temellendirirken Almancada yan anlamları da olan Lichtung diye bir sözcük kullanır; Licht ışık demektir, Lichtung sözcüğünün, ışık çağrışımlı; ışıklı, aydınlık, açıklık anlamları yanında ormandaki ağaçsız alan (kayran) anlamı da vardır. Ormanı görebilmek için kayrana çıkmak gerekir. Hani ağaçlardan ormanı görememek haline karşı… Tabi Heidegger bu Lichtung kavramını insanın bakışıyla var ettiği her şeyi kendine mal edebilmesi için bir düşünme alanı olarak metaforlaştırmıştır.

Heidegger’in yaşadığı dönemde ve daha öncesinde düz anlamıyla kayran uzaktan görülen değil, ancak oraya varılınca insana ormanla arasında bir uzaklık hissi veren alan olarak görülüyordu.  Ormanın içinde yürürken bakışları nereye yönelse ağaçlara çarpan insan kayrana çıktığında ferahlıyordu. Hem boş bir alana kavuşuyordu hem de aydınlığa. İnsan o boş alanda bakışıyla kendine başka alanlar yaratabilirdi; kayranın sınırını oluşturan ağaçlar bu bakışla orman görüntüsüne kavuşabilirdi. Şöyle diyelim, kayran bir hedefti, ormanda yürümenin amacıydı. Ama bir kentlinin ağaçsız bir tepelikten ya da yoldan ormana bakışında benzer bir etkileşim yoktur; bulunulan yer insana her zaman bir güvenlikle karışık medeniyet tarafında durma mesafesi tanır. İnsan bu mesafeyi sever, farkında olmadan sever. Günümüzde kayran artık orman içinde değil, ormanı dışta bırakan kente ait bir yer haline gelmiştir.

Geçtiğimiz Mayıs ayında Belgrat Ormanı’nda yürürken yoldan ayrılıp tepeye doğru tırmanan yaşlıca bir kadın ve 5 yaşlarında bir erkek çocuk dikkatimi çekti. Daha doğrusu önce çocuğun ormanın içinde yankılanan “Hadi anneanne, birlikte çıkalım.” sesi… Yamacın yarısına kadar yan yanaydılar. Kadına kalsa oraya kadar yeterdi, ama çocuk kadından kurtuldu, kesilmiş bir ağacın üstünden atlayarak yoluna devam etti. Bütün yerler kat kat yaprak doluydu, insanın takip edeceği patika bir iz yoktu, çocuk yukarıya doğru bazen önüne çıkan küçük çalıların uçlarına tutunarak doğaçlama bir maharetle dört elli tırmanıyordu. Tırmanmanın çekiciliği insanın tırmandıkça kendini daha yüksekte hissetmesi değil midir? Kadın kendini emniyete aldığı bir yerde durdu, “Artık yeter, düşersin!” diye seslendi. Çocuk geriye bakmadan “Gel anneanne, çıkamıyor musun?” dedi. Anneannesiyle yarış eder bir hali vardı, ya da bu tırmanmayı anneannesini yeneceğinden emin bir yarışa dönüştürmüştü. Sadece yoldan değil, ninenin gözetmenliğine dayanan nine torun birlikteliğinden de sapan bir yarışma. Kadın bir iki hamle yapar gibi oldu, torununun yanına gitmek için değil de daha çok tırmanamayacağını göstermek için, ya da isteğiyle bedeni arasındaki tezatı torununa yansıtarak empati dilenmek için; yerden bir dal parçası buldu, onu destek yapıp yukarı bir iki adım attı ve yine durdu. Tuhafıma gitmişti ikisi de izlendiklerini düşünmüyorlardı, bütün hareketler doğaldı, sanki orada onları gören kimse yoktu.

 Havada çürümüş yaprak kokusu vardı.

Herkes Belgrat Ormanı’nda yürüyüş parkurunun şaşmaz takipçisiydi.  Güya herkes ormanda yürüyordu ama aslında yürüdüğümüz yer tuğla ve kiremit parçalarıyla zeminleştirilmiş kenarları tahta döşemeyle sınırlanmış bir parkurdu. Doğrusu parkurun sağladığı konfora diyeceğim bir şey yoktu, çamursuz ve güvenliydi. Güvenli olması yolun “vahşi” doğadan ayrılmış bir bölge olmasından kaynaklanmıyordu, bu güveni herkesin orada ve aynı yürüme eylemi içinde olması veriyordu. Sadece yolda yürümüyorduk, hatta bundan daha çok yolun peşinden gidiyorduk. Çocuğun yoldan sapmasını gördükten sonra acaba ‘yoldan ayrılmak yasak’ gibi bir levhayla karşılaşır mıyım diye de etrafa bakmadım değil. Şaşmaz bir kural insanların içine işlemişti sanki. Ormandaydık ama yol yüzünden (yoksa sayesinde mi demeli) ormana giremiyorduk, hep ormandan dışarıda kalıyorduk. Yolun kenarı vardır ama ormanın içindeki yol hep ormanın kenarıdır, biz de gizli bir emre uyar gibi kenardan yürüyorduk…

Günümüzde yol ormanın kayranıdır. Ve günümüzün bu kayran anlayışıyla Heidegger’in metaforu zaafa uğruyor, ve biz yolun bize sürekli fısıldadığı yürü diyen bir direktifi yerine getiriyoruz…

Üçüncü Köprü’nün bağlantısı yol için orman katliamı devam ediyor. Garipçe, Rumelifeneri, Zekeriyaköy, Gümüşdere ve Kısırkaya sırtlarında orman içindeki kellik bariz biçimde büyüyor ve her gün saçkıran hastalığı gibi uç uca eklenerek yayılıyor. Buralar yaşadığım bölge. Gidip geldikçe görüyorum, gördükçe öfke boğazımda düğümleniyor…

Artık dasein (orada olmak) için kayranda olmak ters etki yapıyor.

Doğada açılan bu kelliği insanın içinde bir merhamet olarak duyabilmesi için kalkınma salaklığının dışında olması gerekiyor.

Sanat eseri bir heykel,  bir resim nasıl yeniden yapılamazsa, kesilen ağaç da yeniden canlandırılamaz. Başbakan reprodüksiyoncu sanat hırsızı gibi düşünüyor, ağaçları kesersek yerine ağaç dikeriz diyor. Ağacın yaşını, yetiştiği yerin bitki faunasını, hayvan popülasyonunu görmezden geliyor;  köprü, kanal, nükleer santral yerine asıl bunların zenginlik olduğunu bilmiyor, ya da çok kötü niyetli.

İki yıl önce çevre eylemi için ailecek Uzunköprü’ye gitmiştik. Kasabanın girişinde Mimar Sinan’ın yaptığı köprünün altından akan Ergene deresinin rengi fabrikaların kimyasal atıklarından simsiyah olmuştu. İçinde hiçbir canlı yaşamıyordu. İki yaşında bir çocuk pikniğe gelse annesi babası ‘bak yavrum işte dere’ dese, çocuğun zihninde dere kavramı böyle oluşurdu. Hayalimdeki o yeni nesil çocuğun yerine bön bön dereye baktım.  Eğer dere eski haliyle temiz bir şekilde aksaydı, içinde balıklar yaşasaydı, suyun debisini İSKİ’nin satış fiyatından hesap edip paraya vursaydık bu, suyu kirleten fabrikaların kazancından daha çok paraya denk gelirdi. Ama paranız, otomobiliniz, yatınız katınız batsın, temiz bir su, temiz bir çevre parayla ölçülebilir mi?

Bu ülke bu kalkınma salaklığına nasıl kapıldı?

Batı sadece teknoloji ihraç etmiyor, kalkınma ideolojisi de ihraç ediyor. Ekolojisine zarar veren sanayiyi azgelişmiş ülkelere kaydırıyor. Azgelişmişler ve neo liberal aymazlar da aa ne güzel sanayileşiyoruz, gayri safi milli hasıla, büyüme endeksi falan diye her projeye atlıyor. Çünkü azgelişmişlik geç kalmakla ilgilidir, ama bu geç kalmanın spesifik bir tarafı var: Batı’yı kestirmeden değil de, kronolojik sırayla takip etmek…



Bugün uzun bir yürüyüş yaptım. İkamet ettiğim köyün batısına doğru, köyün içinde işletilen madenden çıkan hafriyatla yıllar önce doldurulmuş art arda sahile uzanan iki burunun sonuna kadar. Köyün merası olarak kullanılan iki burunun büyüklüğü neredeyse bin dönümlük bir alanı kaplıyor. Lebiderya bir arazi. Köyün dışındaki mandıralardan salınan hayvanlar buralarda otluyordu.. otluyordu diyorum, çünkü artık otlamıyor. Özellikle manda sürülerini uzaktan izlemek hoşuma giderdi.   Üç dört ay önce bir sabah evimin penceresinden orada dozerleri gördüm. İleri geri araziyi toza dumana katmış tuhaf bir faaliyet yürütüyorlardı. Yaklaşık iki kilometreden araziye yabancı her şey tuhaf görünüyordu zaten. Muhtara sordum, “Büyükşehir belediyesi,” dedi, “Hayvan barınağı yapacaklarmış.” Muhtarla birbirimize baktık, ne o söylediğine inanıyordu ne de ben duyduğuma. Bin dönümlük araziye?.. Medenileşiyoruz anladık ama biraz abarttık galiba dedim iyimser tarafımla. Öyle ya bir asır önce sokak köpeklerini mavnalara yükleyip Hayırsızada’ya (Sivriada) süren ve onları açlık ve susuzluktan birbirine parçalattıran İttihat Terakki gaddarlığından sonra (şimdi aklıma geldi, acaba bu sürgün Ermeni Tehcirinin provası olarak ele alınabilir mi?) deniz manzaralı hayvan barınağı… Ama bu burunların güneyinde zaten bir hayvan rehabilitasyon barınağı var. Başıboş köpekler toplanıyor, kısırlaştırılıyor falan. Hatta öğrencilerimle geçen senelerde ziyaret etmiştik orayı. Pek iyi izlenimle ayrılmamıştık. Güya rehabilite edilip sokağa salıverilen köpekler bu barınağın arkası kafesli aracını nerede görse huysuzlanıp havlamaya başlıyor, anlaşılan onların izlenimi de pek hoş değildi. Bir tanesi şimdi yanımda, adı Zeytin, yürüyüşümde bana yarenlik ediyor… Neyse, bu sabah burunun ormana yaslanan tarafında prefabrik benzeri sıra sıra birikintiler gördüm. Neler oluyordu?.. Yürüyüşümün amacı buydu. Orada rastladığım birilerine soracaktım. Yanımda Zeytin yürüdüm… yürüdüm… Prefabriğe benzettiğim yığınlar, içinde metal levhalar olan balyalarmış. Uzaktan sesler geliyordu, ama kimseyi göremedim. Yolun üstündeki şantiyenin girişine ‘İnşaat alanına girmek tehlikeli ve yasaktır.’ yazısı kondurulmuştu… Köyden birçok insana sordum kimse bir şey bilmiyor… Hiçbir şeffaflık yok… Bu ülkede tesettürün metaforik anlamı gerçek anlamından daha güçlü. Tesettür tıpkı kadını gizlediği gibi yağmacı sermayeyi gizliyor. Nerede inşaat varsa oraya çekilen bir duvar tesettür işlevi görüyor. Hayvan barınağıymış… Ulan hayvanlar otluyordu zaten güzelim çimenlerin üzerinde… Dozerler kazıyınca şimdi tozlu kıraç bir toprak haline gelmiş… Bir vatan, kamuya ait toprağı kendinizin biliyorsanız vatandır, ve ben vatan yerine topraklarının ‘tehlikeli ve yasaktır’a dönüştürüldüğü yağma hasanın böreğini görüyorum…
    





  



17 Temmuz 2013 Çarşamba

Fatih Projesi

Başbakan defalarca ‘Artık karatahta dönemini kapatıyoruz,’ benzeri ifadeler kullandı. Bu sözün esnemeye gelir bir tarafı yok, okullarda karatahta tümüyle kalkacak, yerine Fatih Projesi’yle tüm okullara akıllı tahtalar yerleştirilecek, benim anladığım bu. Bir değişiklik eskiyi tümüyle ortadan kaldırıyor yerine yeni olanı ikame ediyorsa gerçekten de bir dönem kapanıyor demektir. Başbakan yaptığı değişikliğin devrim gibi algılanmasını istiyor. 

Ama nasıl bir devrimdir bu?


Smart board Türkçeye akıllı tahta diye çevrilmiş. Bu çeviri üründen ne beklendiğini de açıklıyor. Öncelikle bir pazarlama çevirisi. Buram buram reklam kokuyor. ‘Smart’ sıfat olarak İngilizcede pek matah bir aklı çağrıştırmıyor, daha çok beceriklilik, hamaratlık, kurnazlık anlamı var, ‘board’ da bildiğimiz tahta değil; ilan, reklam panosu anlamında kullanılıyor. Benim itirazım ‘smart board’a akıllı tahta diyerek karatahtaya geri zekalı muamelesi yapılmış olmasına.


Neyse, buraya takılmayalım… Akıllı tahtayı biz icat etmedik. Bir nesneyi alır o nesneyi icat eden aklı almazsan devrim mevrim yapamazsın, sadece akıllı tahta almış olursun. Buraya da takılmayalım. Bu ülkede zihniyet alabildiğine köhneyken Batı’dan ithal edilen yeni ürünlerle ileri gittiğini sanan bir kafa var, sittin senedir var zaten.

Akıllı tahta ancak yanında (altında) karatahta olursa akıllı olabilir. Akıllı öğretmen, akıllı yönetici, akıllı veli, akıllı çevre, akıllı öğrenci… bunlar en önemlileri tabi…

Akıllı tahta sadece iki duyu organına hitap eder: Kulak ve göz.

Karatahta özellikle dokunma duyusuna; kulak ve göz karatahtada olup bitene tabidir, onu takip eder. Çocuğun (tabi öğretmenin de) kendini gerçekleştirmesine, nesnelleştirmesine daha uygundur. Asıl önemlisi karatahtada bir konuyu işaretlerle çabucak sembolize edebilirsin, hatta sembolleri kendin uydurabilirsin. 

Farklı bireyler yetiştirmek diyoruz ya, içimiz dışımız standart olmaya eğilimliyken güya farklılığa olumlu bir anlam yüklemişiz ya şu son zamanlarda… oysa farklılığı gösterecek şey öncelikle dokunulup yapılmış bir şey, elimizden çıkan bir şeydir; yazı ve şekillerdir, çocuk karatahtada kendinden olan bir şeyi meydana getirir.. hafife almayın, gitar çalmakla, önündeki orgta gitar sesi tuşuna basıp hazır bir parçayı çalmak kadar derin bir farktır bu.


Medeniyetini alalım harsını almayalım (Ziya Gökalp) paradigması memlekette teknoloji arsızlığı denebilecek tuhaf bir böbürlenme geliştirdi. Batı teknolojisine holdurlop atlayıp üzerine de kendi görgüsüzlüğümüzü giydirdik mi kombinasyon tamamlanıyor: İşte medeniyet, işte hars! Adam gavur icadı hoparlörü camiye taktırıyor, medeniyeti alıp görgüsünü almadığı için desibel sınırı diye bir şey tanımıyor, yüksek volümde ezan okuyor, yer gök Allah Allah diye inliyor,  köpeğin ezan sesine ulumayla eşlik edişini de secdeye geldi mübarek diye yorumluyor (işte hars)…

Şehirleşmeyi apartman dikmek sanıp sonra eski olana gecekondu muamelesi yapan akıl…



Gelişkin ülkelerde akıllı tahta ile karatahta birbirini dışlamaz. İlkokuldan üniversitelere karatahta yaygın biçimde kullanılır. Sebebi pedagojinin zanaat kısmıdır. Japonya’da bir öğrencinin harfleri doğru bir şekilde yazmayı öğrenmesi yedi yıl sürer, (1) bu hiç de bir dezavantaj değildir, aksine çocuk iyi yapılmış bir işten zevk alır. Almanların mekanikte bu kadar ileri oluşlarının nedeni nedir acaba?..


(1)Kırılgan Nesneler, Pierre-Gilles de Gennes, Jacques Badoz, Tübitak Yay. s.179

9 Temmuz 2013 Salı

Karar Vermek



KARAR VERMEK


‘Karar verdim…’

Karar vermek ilginç bir sözcük. Şimdiki zaman kipi yok.

Kavramın kendi tanımına uygun olgunlaşmasını ağızdan çıkmadan önce tamamlaması gerekiyor. Çoğu sözcük için böyle değil, eylemle fiil-sözcük arasında bir senkron kurulabilir. Mesela telefonda ne yapıyorsun diyen arkadaşıma cevap verirken: ‘Yemek yiyorum…’ Henüz daha lokmamı yutmamışım, ağzımda çiğnerken bir taraftan lâf yetiştiriyorum. Ama karar vermek fiil-sözcüğü varlığını şimdiki zaman kipinde ifade edemiyor. ‘Karar veriyorum…’ Olmuyor. Karar geçmişte kalan bir sürece aitken, sadece kararın açıklanması şimdiki zamanlı. Kaçınılmaz olarak böyle: ‘Verdiğim kararı açıklıyorum…’ Hâkim jüri başkanına sorar: ‘Kararınızı verdiniz mi?’

Üç zaman kipi sırasıyla (geçmiş, şimdiki, gelecek) ideal biçimde işliyor görünüyor. ‘Karar verdim, kararımı açıklıyorum, kararımın etkisi görülecek.’ Ama karar kendi tanımını mutlak olarak geçmişin içinde buluyor, sadece söze gelmek için şimdiki zamanı kullanıyor. Hâkimin kararı tam da böyledir. Deliller toplanır, duruşmalar yapılır, tanık, zanlı, şikâyetçi dinlenir, hâkim düşünür vb sonunda kararını verir. Karar ancak açıklanırsa kendini gerçekleştirir. Burada kararın içeriği değil asıl olarak kararın açıklanmasıyla gerçekleşen müeyyide anlam taşır. (1) Oysa dile gelmeyen, konuşmayan iş yapan kararlar da vardır. Bir futbolcu topu nereye vuracağını açıklamaz, onun topa verdiği yön bu kararını belli eder. İyi futbolcu hızlı karar verir; çabukluğu kararının hızına tabidir bile denilebilir. Ama iyi futbolcunun çok hızlı karar vermesi onun çok çabuk karar değiştirdiği anlamına da gelmez mi? Futbolcunun kararı ile hâkimin kararını aynı kavram içine nasıl sıkıştırıyoruz? Biri dile gelmek için varken (dilin kendisi eylemken), diğeri sadece eylem için var.

Derrida’yla yapılmış bir söyleşiyi okurken, Raymond Carver’ın Sülün adlı öyküsü geldi aklıma. Derrida ilgili söyleşide karar kavramının varlığından emin olmadığını söylüyordu:

 “Bu nedenle daima şunu derim: ‘Eğer karar varsa’ diyorum, olduğundan şüphe duyduğum için değil, sırf olup olmadığını bilmediğim için. Bir karar, eğer bu tür bir şey varsa, hiçbir zaman bilgiye dayanarak belirlenemez. Bir karar belirlenemez.”(2)

 Derrida karar kavramı hakkında başka bir şey söylüyor, kararın varlığından bile emin değil.

 “Eğer varsa bir karar kendi ortaya çıkışında kaybolur.” (3)

Derrida’nın ‘karar’ kavramı karşısındaki mütereddit tavrını aklımızda tutalım. Kavramlar karşısında mütereddit olmak az iş sayılmaz. Bir an düşününce bazı kavramların insanların ağzında başka kavramların hizmetinde işçileştiğini görürsünüz, bütün enerjilerini yüzeysel iletişime aktarırlar, sözcük olarak vardırlar ama anlam olarak yokturlar. Ama sözcükler kullanılmayan demirbaşlar gibi kayıttan düşmezler. Tanrı gibi; yoktur ama yine de vardır. (4)

Carver’ın Sülün öyküsünü yeniden okudum.

Gerald Weber ve Shirley Lennart iki sevgili. Aralarında yirmi yaş fark var. Gerald otuz yaşında, tiyatro dalında yüksek lisansını tamamlamış, oyuncu olmak istiyor. Elli yaşındaki Shirley, iyi bir çevresi olan iki defa evlenip boşanmış zengin bir kadın.
Gerald, Shirley’nin parasına ve tanıdıklarına tav olmuş. Amacı Shirley’nin çevresini kullanarak ünlü bir aktör olmak. Bu birliktelik sayesinde eh işte kendisine aktör diyebileceği birkaç ufak rol kapmış. Ama:

“Son üç yıldır vaktinin geri kalan bölümünü Shirley’nin havuzunun yanında güneşte yatarak, partilerde ya da Shirley ile oraya buraya koşturarak geçirmiş.” (5)

R. Carver bu bilgiyi hikâyenin ortasında veriyor.
Eğer bu bilgiyi bize önceden verseydi hikâyenin başında iki sevgili arasındaki gerginlik sosyal bir alt yapıya kavuşurdu. Gerginlik meşrulaşırdı. Carver daha baştan bizi gerginliğin içine sürüklüyor ama amacı gerginliğin nedenlerini anlatmak değil, sosyolojiyle iyi edebiyat arasındaki farkı bildiğimizi varsayıyor ve bundan sonra geçen olayların itkisi olarak iki sevgili arasındaki gerginliğin nereye vardığını anlatıyor.

“Gerald Weber’in söyleyecek sözü kalmamıştı. Konuşmuyor, arabayı sürüyordu.”

Hikâye böyle başlıyor.

Gerald Weber ve sevgilisi Shirley üç yüz mil ötedeki yazlık evlerinden dönüyorlar. Yolu yarılamışlar. Vakit gece yarısını geçmiş. Arabanın içinde karanlıkla ve suskunlukla birleşen bir kasvet…

Emrivaki (iş icabı) değilse yolculuk bir karar işidir. Fikir ortaya atılınca ikilem başlar: gitmek mi, kalmak mı?.. Eğer karar gitmekse, belki ondan sonraki aşama nereye gideceğine karar vermektir. Ama birden çok kişiyseniz, karar diğerinin kararına uymaktır. Hem diğerine uymak hem (bağımsız) karar vermek nasıl mümkün oluyor?

Diğerinin sorusu, kendi kararına katılması için öbürüne bir teklifle gitmesi, rızasını istemesi, öbürüne bir karar hakkı tanıyor; nezaket denilen şey… Peşinden sürüklemek değil, öbürünün karar vermesini beklemek; öbürünün karar sürecini kendi bekleme süresi olarak yaşamak, dolayısıyla “ortak” bir karara varmak, diğerine karardan hisse vermek…

Gerald, otuzuncu yaş gününden iki gün önce kendisini iyice boşlukta hissedip Shirley’e birkaç günlüğüne Shirley’nin deniz kıyısındaki evine gitmeyi önermiş. Teklif Shirley’nin de hoşuna gitmiş. Gerald isteyen tarafta olsa bile karar yetkisi Shirley’e ait. Çünkü yazlık ev onun. Bu hukuk aralarındaki konuşma üslûbunu belirliyor, Shirley hem hoşnutluğunu gösteriyor hem de iğneliyor:

“Haydi.” diyor Shirley, “Sanırım bir haftadan beri senden duyduğum en iyi fikir bu.”

Birbirlerini sevmedikleri halde uzun süredir birlikte yaşayan çiftlerin iğnelerinde törpülenmiş, esnetilmiş bir kıvam vardır. Ancak aralarında bir sorun çıkınca yanındakini sessizce çarpıtmak, yüzüne vurmadan bedensel görünümünü çirkinleştirmek; sadece çirkinliğini görmek değil bir çaba olarak çirkinleştirmek sessizce alınan intikam gibidir. Bakıştaki bu olumsuzlama sadece intikama karşılık da gelmez, bu onunla olduğu mekândan kendini soyutlama, kendini oradan çekip çıkarmadır da. Çirkinleştiren bakışın sahibi oradaki varlığına sanki bir geçicilik kazandırır. Çirkinleştirerek diğerini mekânın sahibi yaparken, kendini oradaki geçiciliğiyle avutur. Bir yanılsamadır bu.

Gerald ve Shirley yazlık evden dönüyorlar. Evet bir yol hikâyesi…

“Gerald gözlerini yoldan ayırdı. Shirley uyuyor değil de baygın ya da ciddi bir şekilde yaralanmış gibi -sanki bir binadan düşmüş gibi- görünüyordu. Koltukta döndü, bir bacağı gövdesinin altında, ötekisi koltuktan sarkmış nerdeyse zemine değiyordu. Kasıklarına çekilmiş eteği, naylon çorabının üstünü, jartiyerini ve arada kalan eti açığa çıkarıyordu. Başını kanepenin koluna yaslamıştı ve ağzı açıktı.”

Uykuya teslim olmak diğerinin bakışına da teslim olmaktır. İnsan sevdiğini uyurken  bıkmadan izler. Ebeveynler uyuyan çocuklarının yüzünde yekten kendi huzurlarını bulabilirler. Ama R. Carver tersini yapıyor, Gerald’a uyuyan sevgilisinin bedeninde kendi huzursuzluğunun izlerini aratıyor; hemcinsi olan hikâye kahramanının gözlemine çaktırmadan eşlik ederek yapıyor bunu. Carver’ın tarzıdır bu, bir arada olan insanlardan birinin dert ortağı olur, kendi bireyselliklerinde hissettiklerini duyurur bize. Birini diğerinin yanından çekip alır. Söylenmeyenleri (kişilerin birbirlerine söyleyemediklerini) gösterir. Anlatım üçüncü tekil şahıs ağzından olduğu halde yazar birinci elden işin içine karışıyor,  kadının bedenini anatomik düz anlamına büründürüyor:

‘Sanki binadan düşmüş gibi…’

‘Bir bacağı gövdesinin altında, ötekisi koltuktan sarkmış…’

‘Arada kalan eti açığa çıkarıyordu…’

Nesneler düz anlamlarıyla kendilerinden bir şey yitirmezlerken, insan bedeni düz anlamla eksilir. Mesela ‘eti açığa çıkarıyordu’ ile ‘çıplak baldırı görünüyordu’ ‘ağzı açıktı’ ile ‘dudakları aralıktı’ arasındaki fark, erotik bir fark değil midir?

Bir kadın bedenine erotik imada bulunmadan iltifat etmek mümkün mü? Kim ne derse desin erotik imadan yoksun bir kadın bedeni nötrdür, yavandır. Gerald yavanlaştırmayı söze dökmeden, bakışlarıyla yapar. Sevgisiz bakış diğerinin bedenini çarpıtır. Hissedilenle görülen  aynıdır; göze görünen çarpık beden ve sevgisizlik birbirinin türevi olmuştur. İnsan kendi sevgisizliğinin kanıtlarını bedende arar ve bulur. Onun bedenine göz göze gelinmeyecek anlarda bakılır, özellikle o arkasını dönmüşken; beden nasıl da sarsak, acemidir; bedenin figürleri sevgisizliğin diliyle iletişime girmiştir, bir kısır döngüdür bu.

Ama Gerald araba kullanıyor, önüne bakmak zorunda. Elaleme karşı bir çiftler, bu varoluş standart bir güç sağlıyor… Sevgisizlik sürekli kafada taşınan bir imgelem değil, insan bakışlarını kaçırdığı başka yerlerde huzur adacıkları yaratabiliyor:

“Henüz yorulmamıştı. Her şeyi şöyle bir düşündüğünde kendini iyi hissetti. Bir şeyler yaşıyor olmaktan memnundu. Direksiyonun gerisinde oturup düşünmek zorunda kalmadan sadece araba kullanmak iyi gelmişti.”

Ama unutmayalım hikâyenin adı Sülün… Hikâyeye adını veren sülün şafak henüz sökmüşken birden ortaya çıkıyor. Hani filmin afişinden başrolde olduğunu bildiğiniz bir oyuncunun filmin ortalarında birden sahnede yerini alması gibi:

“Tam farları söndürmüş hızını azaltmıştı ki göz ucuyla sülünü gördü. Alçaktan ve hızla uçarken yaptığı açı ile sonunda arabanın önüne çıkabilirdi. Frene bastı ve ardından hızını artırıp direksiyonu sımsıkı kavradı. Kuş sol fara güm diye yüksek bir sesle çarptı. Ardından tüylerini ve bir dışkı zincirini sürükleyerek ön camdan kayıp geçti.”

Karar anı…

Gerald sülünü otomobilin önünde görür görmez ona çarpmak istiyor. R. Carver, yukarıdaki paragrafta bize Gerald’ın çarpma kararından söz etmemiş, ama Gerald’ı bu eyleme sürükleyenin bir karar davranışı olduğu kesin. Çünkü sülünün hızını kontrol etmek için önce yavaşlıyor sonra çarpmak birden hızlanıyor. Sözcüğün Arapçadan gelen etimolojisi (6) istikrarlı/kararlı (‘istikrar’ ‘karar’dan gelir) bir davranışı değiştirmenin başka bir karara ait olduğuna işaret ederek bizi zahmetten kurtarıyor. Uçan sülünün istikrarlı hızıyla kendi hızı arasındaki denklik tuzağın ta kendisi oluyor. Hani, bir trafik afişinde sürücü ve karşıdan karşıya geçmekte olan bir yayanın aklından geçenlerdeki gibi:

Yaya: ‘Beni gördü, nasılsa yavaşlar.’
Şoför: ‘Beni gördü, nasılsa koşar.’

Yaya ve şoför, ikisi de birbiri hakkında iyimser düşündüğü için kazanın gerçekleşme olasılığı yüksektir.

Gerald ise şöyle düşünüyor: ‘Sülün nasılsa hızını benim hızıma ayarlamış, birden hızlanırsam, ona çarparım.’ Davranışını avlanma taktiği olarak düzenliyor. Araba kullanırken motor becerisi bir av becerisine dönüşüyor. Ama hangisi önce geliyor, çarpmaya karar verişi mi, yoksa yavaş giderken birden hızlanması (motor becerisi) mı? Asıl soru bu iki karar anı arasında kronolojik bir sıralama yapmaya neden eğilimli olduğumuzdur. Oysa cümle diğer şıkkı bir tümleç haline getirip yeniden kurulabilirdi: Gerald altındaki araba ve motor becerisiyle sülüne çarpması mümkün olduğu için sülüne çarpmaya karar veriyor. Ama Gerald araba kullanmayı nasip olur da bir gün sülüne çarparım diye öğrenmedi. Burada Gerald’ın sülüne çarpmadan önce aniden gelen sülüne çarpma dürtüsünü varsaymak zorundayız. Peki insanın elinde olmadan istediği bir şey (dürtü) nasıl oluyor da sonradan açıklanabilir bir şey haline gelebiliyor? Eğer açıklanabiliyorsa bir karar anının da olması gerekir. Karar yapılan eylemi iradileştirdiği için insan eylemin sorumluluğunu da üstleniyor demektir. Gerald, aynı koşullarda sülüne değil de bir insana çarpsaydı suç işlemiş sayılırdı. Ama açıklarken başka bir karar verebilir: ‘Sülün arabama çarptı.’ Hatta duruma üzülerek hiç yoktan vicdan sahibi olabilir:

“ ‘Aman Tanrım’ dedi; yaptığı şey karşısında şaşırmıştı.”

Gerald sülüne hem çarpmak istiyor, hem de çarpınca şaşırıyor. Yapmak istediği şey eylem gerçekleşince beklemediği (ummadığı) bir şey haline geliyor.

Olur böyle şeyler diyelim, her şeyi planlayamayız. Gerald arabasıyla belki de sadece hafifçe dokunmak istiyordu sülüne, onu geçmek, ürkütmek; gaza fazla yüklenince de olanlar oldu.

Gerald arabasını durduruyor, uykusundan uyanan ve ‘Ne oldu?’ diye soran Shirley’e:

“Bir şeye çarptım… bir sülüne.” diyor.

Sülüne çarptığını neden ilk anda söylemiyor? ‘Bir şeye çarptım…’ Gerald, ‘şey’ diyerek daha sonra bir sülüne çarptığını söylese de sözcüğün gerçeği geciktiren etkisinden yararlanıyor; ‘şey’in yarattığı es sülünün değil zamanın ikamesi. Öte yandan kendisini niyeti ile yaptığı eylemin ummadığı sonucu arasında masum bir konuma da yerleştiriyor. Ağzından bir anda çıkan otomatik cevap Gerald’a olayın içinden sıyrılacağı zamanı kazandırıyor, sülüne çarpmasını doğal bir kaza gibi gösteriyor. Bunun için bir karara gerek yok, olayı böyle lanse edeceği klişe zaten ister istemez diline geliyor. 

Gerald arabadan iniyor ve birkaç metre geride yolun kenarındaki ıslak otların arasında can çekişen sülünün başında bir dakika kadar duruyor.

“Kuş iki büklüm olmuştu, gözleri açıktı ve gagasında parlak bir kan izi vardı.”

Dişi bir sülündü. Dişi olduğunu çarpışmadan önceki an fark etmişti Gerald. Bu kadarı bilinebilir. Çünkü sülünlerin erkekleri ve dişileri birbirine pek benzemez. Erkek olanların parlak tüyleri ve uzun kuyrukları vardır, dişilerin tüyleri ise daha mattır. Gıyabında yazara şunu sorabiliriz: Neden dişi? Belki de Carver yaşadığı veya bir yakınının anlattığı böyle bir olaya motomot sadık kalmıştır. Ama bir yazarın sülünün cinsiyetini değiştirmesi mümkündür, yazar bir kuşun cinsiyetini belirleyecek kadar özgürdür. Carver bir karar veriyor ve sülünün cinsiyeti dişi oluyor. Kimbilir, renkli parlak tüyleriyle erkek sülünün can çekişen görüntüsünün okuyucu imgeleminde daha cırtlak, daha sarsıcı, daha itici olacağını düşünmüştür. Niyetim Carver adına düşünüp patavatsızlık yapmak değil; demek istediğim konumuz anıştırmasıyla yazarın serüveni de bu minvalde sürekli ikileme düşüp ne yazacağına karar verme anlarından oluşmaz mı?..

Gerald arabaya döner ve tekrar yola koyulurlar. Shirley ne kadar zamandır uyuduğunu sorar. Gerald cevap vermez. Shirley başının ağrıdığını, canının bir şeyler yiyip kahve içmek istediğini söyler. Gerald bir sonraki kasabada dururuz der. Gerald, isteyerek garip bir itkiyle çarptığı sülünü düşünür ve pat diye Shirley’e sorar:

“Beni ne kadar iyi tanıyorsun?”

İlk defa ortaya atılmış bir soru. Radikal bir soru. Onca yıldır süregelen birlikteliği bir anda ayrıştıran cinsten. Soruda diğerini yabancılayan her türlü potansiyel var. Cümle soru formunda ama aslında bir sitem, bir itham, beni tanımıyorsun ya da beni tanıdığını mı sanıyorsun ayarında bir diklenme, belki de bir itiraf hazırlığı. İtirafa başlamadan diğerini silahsızlandırmanın bir yolu da denebilir… Gerald içindeki huzursuzluğu yenmek, konuşmak istiyor. Üstelik içindeki huzursuzluğun ne olduğuna henüz karar vermiş değil… Sülüne çarpan Gerald’dır ama üzülen, yaptığından pişman olan da Gerald’dır. Shirley üzülmez. Sülünün ölüp ölmediğini sorar, arabaya hasar verip vermediğini, kaç saattir uyuduğunu, sonra da dikiz aynasında yüzünü inceler, radyoyu açar, istasyon arama düğmesiyle oynar. Gerald, kendisini sülüne çarpmaya iten dürtüyü ve yanındaki Shirley ile konuşamamasını aynı ortak nedene bağlayacak ferasetten yoksundur henüz.

Sülün Gerald’ın ruh halinin acı bir bedelidir, Shirley için ise kayıtsızlıktır. Yine de birazdan yapacağı itirafın nedeni vicdan azabı değildir. Gerald olayın gerçekleşmesinden apayrı bir safhada açıklamada bulunmaya karar verir, sanki sülüne çarpmaya karar verdiğini açıklamaya karar vererek. Biz okuyucuların nezdinde bile kasten kendisine haksızlık eder. Halbuki sülüne çarpma isteğinde bir sapma payı vardı, sülünle bir oyun oynamıştı, ama oyunun böyle feci sonuçlanacağını kestirememişti. Zaten sülünü avladığı için yaşadığı duygu sevinç değil, en azından şaşkınlıktı, nihayetinde pişmanlık. Her şey açık açık gözümüzün önünde oldu, biz tanığız.

Shirley soruyu geçiştirir, soruya soruyla karşılık verir:

“Sabahın bu vaktinde bana niçin bunu soruyorsun?”

Gerald sorusunda diretir, Shirley soruyu anlamazlıktan gelir, diyalog bir süre tatsızca devam eder. Gerald taktik değiştirir:

“O zaman şunu sorayım, kendi çıkarlarıma ters düşen bir şey yapacağımı, böyle bir şeye kalkışacağımı düşünür müsün?”
“Sanırım yapardın Gerald. Eğer bunun önemli olduğunu düşünüyorsan, yapardın. Şimdi bana başka soru sorma artık, olur mu?”

Shirley konuyu değiştirmeye çalışır, suskunluk olur… ve nihayet Gerald itiraf eder:

“Sana sülünü isteyerek öldürdüğümü söylesem ne dersin? Ona çarpmaya çalıştığımı?”

İtiraftaki ihtiyat payına dikkat edelim: ‘söylesem…’ Dolayısıyla Gerald’ın söylediği şey, şart kipiyle söylenmemiş gibi de oluyor. Konuşmak istiyor, bunun için epey çabalıyor ve nihayet Shirley’i kendisine karşı kışkırttığı bir noktaya varıyor.

İnsan karar verirken bir ikilemden geçiyor, sözlükler böyle diyor, evet biz de böyle kabul edelim, ama kararını açıklamaya karar verirken (‘karar’ın şimdiki zamanı) düştüğü ikilem nerede duruyor? ‘Karar’ sözcüğünün iradeyi yüceltici, egoyu pohpohlayıcı yanıyla insanın yaptığı eylemin kötü sonuçlarını üstlenmek istemeyişi arasındaki ikilem güme gidiyor. Şimdi, Gerald’ın itirafını doğru kabul edersek, Gerald’ın pozisyonunda iki ayrı aşamayı görmemiz gerekir. Birinci aşamada sülüne çarpmaya karar veriyor, ikinci aşamada (niyeti öldürmek olmadığı halde) bundan söz etmeye. Bunu yaparken de ikinci aşamayı görünmez kılıyor; yani ortada bir ‘karar’dan söz edilebilecekse bu ikinci aşamada vuku bulurken, Gerald bunu birinci aşamanın üzerine yıkıyor.

İnsanın karar verme isteği ile, gayri iradi istediği şey için karar vermesi arasındaki ayrımı nasıl yapacağız? Eskiden ‘karar’ sözcüğü muhtemelen günümüzdeki kadar yaygın kullanılmıyordu, eski insanların günümüzdeki anlamıyla ‘karar’ için gerekli olan bireysel iradeyle, inisiyatifle pek araları yoktu. Dilimize Arapçadan gelen ‘karar’ sözcüğünün bir yere yerleşme, yerleşilecek yeri seçme (karargâh) anlamı daha sonra bir sağduyu anlamı da kazanmış (kararında: gerektiği kadar); Günümüzdeyse bir şeye karar verdiğini söyleyen kişinin, sırf söze dökmeyle sözcüğü edimsöz haline getirmesi söz konusu.  Sözcüğün edimsöz karakteri söyleyene fiili bir varoluş sağlıyor, sözcüğün enerjisi konuşana geçiyor, en azından bireysel bir prestij kazandırıyor: Kararlıyım, karar verdim, kararımdan kimse beni caydıramaz…

Şüphesiz ‘karar’ sözcüğünü kullanmadan da içimden karar verebilir ve buna uygun davranabilirim. Ama geçmiş süreci öykülediğimde bana kararımı her şeyin başlangıcı olarak önceden verdiğimi söyleten başka bir itki daha vardır. ‘Karar’ sözcüğünü şimdi kullandığım halde, kavram sanki geçmişe ait iradenin şaşmaz motoru olur. ‘Karar’ sözlükteki durağan anlamıyla değil, ses olarak –ki bu ses dışarıdan da söylenebilir- inisiyatif verir. Makbul bir sözcüktür. Karar vererek özgür sayılırız. Daha doğrusu özgür sayılacağımızı bildiğimiz için karar veririz. Daha da doğrusu bulunduğumuz eylemin arkasında kendi kararımız olduğunu söylemek adam yerine konulmamızı sağladığı için sürekli bir şeylere karar verme modundayızdır.  

Gerald daha önce Shirley’in istediği gibi bir kasabanın girişindeki lokantanın önünde durur. Ve Shirley ondan arabanın anahtarlarını ister…

Gerald ve Shirley ayrılırlar. Çünkü yazar böyle karar vermiştir…



Bunlar da sona kaldı:

İnsan tutkulu olmaya, acemi olmaya, cimri olmaya karar vermez, ama kişiliğinde bu mizaçlar kararlıdır.

Aldatmaya karar verebiliriz, ama aldanmaya karar veremeyiz. Peki illüzyonist karşısındaki konumumuz nedir?

Karar veren bir Tanrı olsaydı, o da bizden sayılırdı.

Karar sorulara karşı hazırcevaptır.

Başlangıçta insan kararının efendisi gibidir, ama kararını verdikten sonra kararı onun efendisi olur. Ne iş?..

Her karar kendisine bir eski yaratır.



   


(1)Hiç şüphesiz karar vermek bir edimsözdür. Dile gelince kendini gerçekleştirir. Ama karar dile gelmeden önce geçmiş bir evreye de aittir. Yani ‘karar verdim’ hem nesnesi olan bir ifade (şuna karar verdim gibi), hem de edimsözdür.
(2)J. Derrida, Nietzschelerin Şöleni, Otonom Yay. Çev. Ali Utku-Mukadder Erkan 2007, s.207
(3)A.g.e. s.207
(4)TDK sözlüğünde Tanrı’nın varlığı tescillemiştir: “Tanrı/Allah: Kâinatın bütün varlıkların yaratıcısı, koruyucusu en üstün ve tek varlık.” Mesela cümlenin başına ‘Müminlere göre…’ diye bir ibare konsa tanım daha objektif olabilecek. Tanım objektif olmadığı için Tanrı/Allah da objektif olamıyor, kendisine inanmayanları cehenneme atıyor. Düşünmek sözcüklerin öncelikle sözlük anlamlarından şüphe duymak değil mi?..
(5)Raymond Carver, Ateşler, Çev. Zafer Aracagök, Adam Yay. S. 147-153
(6)Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, www.nisanyansozluk.com