15 Şubat 2024 Perşembe

Ömer Seyfettin'in Kaşağı'sı Üzerine


 

İlk ne zaman ders kitaplarına girdi bilmiyorum. Milli eğitimin sıralarından geçen herkes bu hikâyeden haberdardır herhalde. Tek tip eğitimin tek tip suçluluk duygusuyla tuhaf kaynaşımı.

Ömer Seyfettin’in Kaşağı hikâyesini öğretmenimiz okumuştu. Hikâyeyi dinlemekle öğretmenimizi dinlemenin aynı anlama geldiği kendi sessizliğimizin esareti içinde uysaldık. Hikâye bittiğinde gözlerimin yaşardığını hatırlıyorum. Ve boğazıma oturan acının ağlama utancına karıştığını. Galiba arkadaşlarım da aynı durumdaydı. Kaçıncı sınıfa gidiyordum, kaç yaşındaydım? Hikâyenin anlatıcısı çocuğun yaşındaymışım gibi geliyor. Ya da hikâyenin anlatıcısı çocukla özdeşleştiğim için öyle sanıyorum.

Yıllar sonra roller değişti, aynı hikâyeyi bu kez ben çocuklara okudum. Başka başka özdeşlikler yaşayacağımı nereden bilebilirdim.

Öğretmenken Türkçe kitaplarında bu hikâyeye bir daha rastlamamıştım. Ama sınıf kitaplığında kitapçık olarak illaki bulunurdu. Hikâyenin üzerimde bıraktığı etki hafızama mıhlanmıştı.

 

 

Yağmurlu bir gündü, beden eğitimi dersinin olduğu son saat bahçeye çıkamamıştık. Çocuklara şansınıza küsün dedim, canlarının sıkıldığını görebiliyordum ama aldırmadım. Herkese birer kitap dağıttım kendime Ö. Seyfettin’in Kaşağı’sını ayırdım. Hatırnazlığım üzerimde, safi nostalji.  Bir süre sonra sesler kulağımı tırmalamaya başladı. Mırıldanarak mı okuyorlardı yoksa homurdanıyorlar mıydı anlamak zordu. Sonra işi azıttılar. Öğrencilerin hoyratlığından ve şımarıklığından gına gelince durun şimdi size Kaşağı’yı okuyacağım dedim. Sesimi yükselterek çok güzel hikâyedir diye de ilave ettim.  Birden herkes suspus oldu. Bu tür suskunluk anlarını zafer kazanmış gibi severim. Aslında iç sesim bakın size bir hikâye okuyayım da görün gününüzü diyordu. Neyse ki belli etmedim.  Hikâyenin gücüne inanıyordum, onları ters köşe yapıp hüzne boğacaktım. Hikâyenin daha ilk cümlesinde “hazin” sözcüğü geçiyordu zaten: “Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını duyardık.” Onlara hazin sözcüğünün anlamını açıkladım. Okumama kısa aralar verip başka açıklamalar da yapıyordum. Kaşağının nasıl bir alet olduğunu, çiftlik yaşamını falan. Yalnız at bakıcısı Dadaruh’un ismi sık sık geçmeye başlayınca öğrencilerimden biri dayanamadı ne biçim isim bu dedi. Hep beraber güldüler, Dadaruh Dadaruh diye tekrarladılar bir daha güldüler. Hakikaten Dadaruh diye isim mi olurdu? Tarih bilgimi de katarak hafızamı yokladım hayır Dadaruh diye birini hatırlamıyordum.  İpin ucunu bir kaçırsam bir daha toplayamazdım. Çocuklar isme takılmayın, bu eski bir hikâye eskiden böyle isimler vardı diyerek geçiştirdim(1). Bereket duruldular. Ben de hikâyenin dramına uygun biçimde ses tonumu yeniden ayarladım, okumamı kesmeden sürdürdüm. Sonunda herkesin içinin cız edeceğini umduğum finale doğru ağır ağır ilerliyordum. O kadar emindim ki ağlayacaklarından ne yalan söyleyeyim bundan sadist bir zevk bile alıyordum. Nasıl anlarsanız, benim intikam tarzım buydu. Gel gör ki hikayeyi okurken ben de çocukluğuma döndüm, arka sıralarda öğrencilerin arasında oturan ve pür dikkat hikâyeyi dinleyen çocuk… O zaman ne yaşamışsam aynı duyguyu öğrencilerime de bulaştıracaktım.

 Hikâyenin en kritik yerindeydim:

 Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam, bunu kimin yaptığını sordu.

“Dadaruh: ‘Bilmiyorum’, dedi.

Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan:

“ ‘Hasan’, dedim.

“ ‘Hasan mı?’ ”

“ ‘Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.’ ”

Burada birazcık durdum, çocukların suçlayıcı bakışlarıyla karşılaştım. Hasan hikâye anlatıcısının kendisinden bir yaş küçük kardeşiydi. Hikâyenin anlatıcısı ağabeyinin iftirası yüzünden hayata küsmüştü odasından dışarı çıkmıyordu. Üstelik artık hastaydı. Öleceğini ben biliyordum çocuklar bilmiyordu.  Okumaya devam ettim. Onlar azıcık da olsa umutluydular, evin hizmetçisi Pervin’in kendinden emin şekilde “Kardeşin ölecek!” demesine rağmen. Nihayet zavallı Hasan’ın kuşpalazından öldüğünü bildiren cümleye geldim. Sınıfta çıt yok. Son sözleri okurken boğazım düğümlendi. Yüzümü göstermemek için pencereden dışarı baktım. Bir karga bahçede çam ağacının tepesinde gaklıyordu. Yavaşça sınıfa döndüm, herkesin yüzünde ha ağladı ha ağlayacak bir elem. Derin nefes alıp verdim “Evet” dedim. Zil çaldı.

Hikâyenin üzerimizdeki etkisi tam olarak neydi? Yazar bize hikâyesinin sonunda sanki zımnen başınızın çaresine bakın demişti.  Hikâye bir çocuk için fazla sertti ama yetişkinle çocuğu birleştiren bir yapısı da vardı. Yazar kendi çocuk halini şimdileştirerek anlatıyordu; yazar beni çocuk benin yerine ikame ederek, çocuk halinin acısı yetişkin halinde sürdüğü için araya olmuş bitmiş mesafesini koyamıyordu. Çocukken dinlediğim bu hikâyeyi şimdi yeniden okurken ben de koyamıyordum. Neden ve nasıl?

 Önce nasılı cevaplayayım.

Bir sözcük yetmiyor. Üzüntü, hayal kırıklığı, öfke, boşunalık, kim bilir daha neler ve bir duyguda karar kılamamanın verdiği tutukluk. Öylece apışıp kalmak. Hiçbir sözcük bu duygular geçişkenliğini kapsayacak yetkinlikte değil. 

Hasan ölmeden önceki son akşama bakalım. Evin hizmetçisi Pervin'in hikâyenin anlatıcısı ağabeye kuşpalazı olan kardeşinin öleceğini söylediği sahneye. Ağabey kardeşinin iyi olacağını sanır. Bir çocuğun naif iyimserliğiyle. Ama yetişkinin gerçeği kehanete dönüştüren bilgisi karşısında yenilir. Yetişkin, çocuğa olasılık bırakmayan kesinliğin sahibidir. Pervin’in “Kardeşin ölecek!” demesi konuşmanın bu kısmına noktayı koyar. Ağabey bu bilgiyle başka bir evreye girer. Gece uyuyamaz. Pervin’i uyandırır, ona kaşağıyı kendisinin kırdığını ve bunu babasına itiraf edeceğini söyler. Belki itirafını kardeşi Hasan da duyar kendisini affederdi. Pervin, Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin, ağlarsın, seni affeder.” diyerek ağabeyin bu affedilme arzusunu onaylar. Ama buradaki affedilme arzusu Pervin’in anladığından farklı. Ağabeyde çift anlamlı. Kardeşi can derdindeyken o affedilme peşinde olan bir bencil gibi görünüyor. Evet bir yönüyle bencil ama bencilliği vicdan azabından tanınmaz halde. Çünkü kardeşinin ölümcül hastalığa yakalanmasının sebebini kendi iftirasında görüyor; hastalığa sebep olan iftira ise neden itirafı hastalığa şifa olmasındı?  Pervin ikna edici biçimde “Yarın sabah söylersin” derken kendi karamsar kesinliğini bir an unutuyor. Yarın sözcüğü ertesi gün anlamında bir gelecek zaman bildirmiyor sadece, yarına çıkacağımızın garantisini de üstleniyor. Yarını, umudun diğer adı gibi kullanmaz mıyız? Biz okuyucular dinleyiciler de umutlanıyoruz. Hikâyeyi ikinci kez okuyan ben hariç diyeceğim ama dikkatinizi çekerim hikâyeyi okurken yukarıda çocukluğuma döndüğümün, çoklu özdeşlik yaşadığımın sözünü etmiştim. Hem bir zamanlar hikâyeyi dinleyen ilkokul öğrencisi çocuktum, hem o zamanlar hikâyeyi bize okuyan öğretmenimdim. Asıl çocukların arasında şimdiki çocuktum. Öğrencilerime bulaştırmak istediğim karmaşanın empatisini duyan ve bu uğurda kılıktan kılığa giren... 

Ve yarın sabah Hasan öldü. Sap gibi ortada kaldık. Çocukların sevdiği Kül Kedisi, Kırmızı Başlıklı Kız gibi sonu iyi biten masalların biriktirdiği iyimserliğin üzerine hadi artık büyüdünüz, “Her canlı ölümü tadacaktır.” kıvamında sert bir şamar. Ölümle kalsa iyi. Ölüm; itirafı, affedilmeyi ve daha ötesi Hasan’ın hasta olmasına rağmen olası affetme iradesini iptal etti.

Hikâyenin anlattığı haksızlığın cezasını Hasan ve ağabeyi çekmiyor sadece biz okuyucular da çekiyoruz. Ö. Seyfettin bir çamur gibi acıyı üzerimize sıçratıyor. Ö. Seyfettin’in hikâyesinin etkisi ile bu hikâyeyi okullara öneren Milli Eğitimin pedagojik amacının örtüşmediği bir gerçek. Kaşağı hikâyesinin Wikipedia’dan aldığım şu tanıtımını genel geçer bir kabul sayabiliriz. Nedir genel geçer kabul? Evet burada bir olay anlatılıyor ama siz bunu şöyle anlayın demektir; tam da milli eğitim kafasıyla yazılmış bir ana fikir düsturu:

Ana fikri, okuyucuya (özellikle çocuklara) yalan söylemenin ve iftiranın zararlarını göstermek ve basit yalanların bile büyük sorunlara yol açabileceğini anlatmaktır. Eserde kısaca, kardeşine (Hasan) iftira atıp onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun (Ömer) dramı anlatılmaktadır.”

Ö. Seyfettin bu hikâyeyi çocuklar için yazmadı. Hadi şimdi hikâyenin içinde saklı bilinçdışına bakalım.



 PAYLAŞILMIŞ BİLİNÇDIŞI=İDEOLOJİ

Ömer Seyfettin’in biyografisini yazan Tahir Alangu tıpkı hikâyedeki gibi bir çiftliğin yazarın çocukluğunun geçtiği Gönen’de olduğunu belirtir. Adı Karalar Çiftliği'dir. Hikâyede ölen tıpkı küçük kardeş Hasan gibi  Ö. Seyfettin'in kendisinden bir yaş küçük kardeşi de gerçekten aynı yaşlarda kuşpalazından ölmüş. Biz de ilgili biyografiyi refarans alarak hikâyedeki anlatıcı ağabeye Ömer diyelim.

Gelelim Ömer’in kaşağıyı kırdığı sahneye.  Ömer annesinin İstanbul’dan gönderdiği, sandıkta saklanan değerli kaşağıyı bulup atı tımar etmek isterken beklentisi kaşağının “ahenkli tıkırtısını” duymak ve tıpkı Dadaruh yaparken gördüğü gibi atın keyiften kuyruğunu sallamasıdır. Ama Ömer’in boyu ancak atın karnına yetişir,  kaşağıyı dokundurur dokundurmaz at huysuzlanır. Acıtıcı olduğunu düşünür, kaşağının sivri ucunu duvarın taşlarına sürter. Tekrar dener. ‘Atlar’ yine durmaz. Kaşağıyla bir atı tımar ettiği halde Ömer’in atlar diye sözcüğü çoğul kullanışını ya diğer atlarda da aynı şeyi denediği ya da bir atın huzursuzluğunun diğer atlara da sirayet ettiği biçiminde anlamak mümkün. Her halükârda atın huzursuzluğu Ömer’in beceriksizliğini yüzüne vuruyor. Karşılıklı gerginlik.

“Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.”

Murat Turna, Kaşağı Hikâyesinin Psikanalitik Edebiyat Kuramına Göre İncelenmesi yazısında Ömer’in “Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim.” sözünde geçen “öfke”yi yine aynı konuda yazan Selahattin Dilidüzgün’ün görüşüne katıldığını belirterek annenin yokluğuna bağlar. Ömer’in annesi o yaz İstanbul’a gitmiştir. Murat Turna annenin yokluğunun bıraktığı boşluğu öfkenin gerisinde yatan töz olarak klişe olan ama doğru da olan “Çocuğun himaye edilme, korunma ve güven duyma hislerini zaafa uğratır.” cümlesiyle gösterir. Klişelerin hem doğru hem de yanlış olma gibi bir talihsizlikleri var. Çünkü klişeler tekrardan ötürü bir süre sonra kalıbının adamı olmazlar; yani anlamlarını terk ederek salt iletişime dönüşürler; insanların o çok sevdikleri mutabakata. Elbette annenin yokluğu çocuğun korunma, himaye edilme ve güven duyma hislerini zaafa uğratır. Ama aynı annenin yokluğu özgürlük de verir. Nasıl?

Önce çocuğun korunma, himaye edilme ve güven duyma hislerinin zaafa uğramadığını varsayalım. Bütün bu duyguları sadece anne sevgisinin türevi olarak düşünürsek yanılırız. Anne bu duygular aracılığıyla babanın vekâletini üstlenir aynı zamanda. Klasik anne oğul ilişkisini baz alırsak daha yumuşak biçimde. Baba otoritesi dediğimiz şey bu yumuşaklığın dışında olmadığı gibi yumuşaklık da baba otoritesinin anne tarafındaki tezahürüdür. Tabi bunları düşünürken hikâyenin yaşandığı pederşahi kuralların çok daha katı olduğu zamanı göz önüne alalım. Anne, babanın adını yayar, çocuk nezdinde baba otoritesinin propagandasını yapar: ‘Baban geliyor, baban görecek, baban kızar vb.’ Annenin çocukla baş başa kalmaya daha çok vakti vardır, çocuk annenin yanında daha çok göz önündedir. Otorite ile denetim arasındaki bu işbölümü asıl babanın pedagojik yanını zaafa uğratır. Çocuğu kabahati dışında görmez. Ömer annenin yokluğunda özgürdür, görünmezliği içinde istediğini yapabilir.

Ömer’in öfkesi bildiğimiz düz öfke, çok hevesli olduğu bir şeyi becerememenin öfkesi. Birçok yönden beceremiyor; atı tımar edemiyor, kaşağıyı atın derisine sürterken ahenkli tıkır tıkır  sesini çıkaramıyor, kaşağının sivri ucunu törpüleyemiyor, atların huysuzluğunu engelleyemiyor. Nihayet kaşağıyı öfkeyle parçalıyor. Bak buna beceri diyebiliriz, çünkü kaşağının üzerine ‘Yerden kaldırabileceği en ağır taşı’ defalarca indiriyor. Çocuk da olsa öfkenin güçlendirdiği cüsseyi hayal etmek zor değil. Neyse, aslında Ömer’in beceremediği bir şey var ki hikâyenin düğüm noktası burası. Ömer, suçunun kanıtını olay yerinde bırakıyor. Kriminal bir acemi o. Parçaladığı kaşağıyı kimsenin bulamayacağı biçimde saklasa, ne bileyim toprağa gömse, karanlık bir kuyuya atsa hikâye orada sonlanacak. Günler sonra, belki İstanbul’dan dönen annenin fark edişiyle kaşağının kaybolduğu anlaşılacaktı. Bu kaybolmada baba haricinde herkes zan altında olacağı için Ömer erdemli itirafını anneye yapacak, anne de çocuğun suçunu ifşa etmeden durumu idare edecekti.  Kurmacada mantık hatası mı diyelim yoksa çocuk aklının saflığı deyip geçiştirelim mi? Doğrudan kendi görüşümü söyleyeyim, çocuklar kazalar konusunda ihtiyatsız olabilirler ama kabahatlerini gizlemede son derece mahirdirler.

Ömer’in davranışı bize hiç ipucu vermiyor. Yine de birbiriyle ilişkili spekülatif iki yorum yapabiliriz: Ömer kendisine  kullanma izni verilmeyen kaşağıyı parçalayıp uluorta sergileyerek baba otoritesinden intikam almak istiyor; elbette buna inanmayacağız, birinci yorumu eliyoruz. İkincisi, Ömer babasının böyle bir suça nasıl ceza vereceğini bilmiyor. Nitekim Ömer, babası parçalanmış kaşağıyı yalakta görüp sert biçimde Dadaruh’a “Gel buraya!”  diye seslenince “Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korkmuştum.” diyor. Hikâyenin bütünlüğünde gedik açmamak için buradan devam edeyim.

Babanın soruşturması sadece baba otoritesinin değil genel olarak otoritenin nasıl oluştuğuna ilişkin ilginç bir örnek.

Babanın bunu kim yaptı sorusu büyükten küçüğe bir hiyerarşiyi takip ediyor. Önce Dadaruh’a soruyor, sonra Ömer’e ve en sonunda Hasan’a.  Soruşturmadan iki tane bilmiyorum cevabına karşı bir tane biliyorum cevabı çıkıyor. Dadaruh ve Hasan bilmiyor, Ömer biliyor. Hikâyenin bu kısmını olduğu gibi yeniden okuyalım:

“Dadaruh şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam, bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh:

“ ‘Bilmiyorum’, dedi.

“Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan:

“ ‘Hasan’, dedim.

“ ‘Hasan mı?’

“ ‘Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.’

“ ‘Neden Dadaruh’a haber vermedin?’

“ ‘Uyuyordu.’

“ ‘Çağır şunu bakayım.’

“Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam çok sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:

“ ’Eğer yalan söylersen seni döverim!’

“ ’Söylemem.’

 “ ’Peki bu kaşağıyı neden kırdın?’

“Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı başını sarsarak:

“ ‘Ben kırmadım’, dedi.

“ ‘Yalan söyleme diyorum.’

“ ‘Ben kırmadım.’

Babam tekrar:

“ ‘Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür’, dedi. Hasan, inkârında inat etti. Babam sinirlendi. Üzerine yürüdü. ‘Utanmaz yalancı’ diye yüzüne bir tokat patlattı.”

 

Ömer’in hiç düşünmeden kardeşine iftira atmasını korkudan kaynaklanan bir doğaçlama sayabiliriz. Ayrıca kardeşinin o sırada orada olmayışı iftirayı dolayımlaştıran bir kolaylık sağlıyor. Hasan’ın mekân dışında olmasının onu üçüncü kişi yapması gibi. İnsanların yüz yüze gelmedikleri üçüncü kişiler hakkında daha rahat hatta pervasız konuştukları bir sır değil.  Ama Ömer’in kardeşine iftira atarken ayrıntı  vermesini (“Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.”)  itiraf gibi de görebiliriz. Yani tam burada Ömer’in babadan korkusu iftirayla itirafı eşitliyor. Ömer kendisini üstü örtülü biçimde Hasan’a ikame ediyor: Doğruyu söylerken iftira atıyor. Eylem gerçek, özne sahte. Babayı soruşturmasında gerçekten uzak tutan da bu özne kurgusu zaten. Babanın hiyerarşi içinde ağabey kardeş diye kurduğu iki ayrı öznellikte inandırıcı olan büyük olandır. Babanın soruşturmada yanlış kararına yol açan bu tutarsızlığını Ömer’le diyalogunda görmek çok kolay. Baba Ömer’e madem kardeşinin kaşağıyı aldığını gördün neden Dadaruh’a haber vermedin diye soruyor. Ömer’in ‘Uyuyordu’ cevabıyla da hemen ikna oluyor. Halbuki doğru soru bir ağabey olarak neden kardeşine müdahale etmedin olmalıydı. Bunu söylerken acaba bugünün kafasıyla mı düşünüyorum diye temkinliyim. Çünkü eskiye gidildikçe otorite gerçeğin inceliklerini atlayan rafine bir kabalıkla karşımıza çıkar. Suçlu ise mümkün olduğunca suç ortaklarından arındırılır ve  rafine bir günah keçisi haline getirilir. Soruşturmanın kuralını gerçekleştirmek gerçeğe ulaşmaktan daha önemlidir. Bilmiyorum diyen Hasan biliyorum diyen Ömer’in kurbanı olur. Aslında her iki çocuk da babanın kurbanıdır. Ömer yalana zorlandığı için, Hasan sözüne inanılmadığı için.

Bir an babanın Hasan’ın ‘Ben kırmadım’ cevabıyla soruşturmayı derinleştirdiğini varsayalım. Ezilip parçalanan kaşağıyı eline alıyor ve Hasan’ın buna gücünün yetmeyeceğini anlıyor. Çünkü kaşağı metalden yapılmış. Ya da şu soru, babadan önce su yalağına en son kim gitti? Ömer kaşağıyı parçaladığı sırada Dadaruh uyumuyor, Hasan’la dere kıyısında. Babayı fail konusunda kuşkuya düşürmeye yeterli doneler. Şimdi de Hasan’a son bir fırsat tanırmış gibi söylediği ‘Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür’, sözünü Ömer’e yönelttiğini varsayalım… hayır Ömer, ağabey olarak bu sözün pedagojisine uymuyor.   Ama asıl soruşturmayı derinleştirmenin otoriteye uymaması esas. Çünkü soruşturma otoriteyi demokratize eder. Bu soruşturma kimse karıştırılmadan bir tek otorite tarafından yapılsa bile. Varsayımımızı Ömer’in suçunu kabul ettiği andan sürdürelim:

Baba: Kaşağıyı neden aldın?

Ömer: Bana yasakladınız.

Baba: Neden yasakladığımızı biliyorsun.

Ömer: Ama kullanmayı öğretmediniz.

Baba: Neden kırdın?

Ömer: Kendi beceriksizliğime dayanamadım.

Baba: Neden doğruyu söylemedin?

Ömer: Çünkü senden korktum.

Baba: Neden kardeşine iftira attın?

Ömer: O küçüktü, aklı ermiyor diye benden daha az ceza alırdı.

Baba birazcık muhakeme yürütse otoritesi eline ayağına dolaşırdı. İşte soru: Neden Ömer’e inandım da Hasan’a inanmadım? Babanın ‘Yalan söyleme!’ sözüne rağmen yalan otoriteyi zaafa uğratmaz. Babanın, ben yapmadım  diyen Hasan’ın yalancı olduğuna karar vermesi ve “yalancının” cezasını kesmesi  gerçek yalancıyı da (Ömer’i) otoriteyi aldatma imkânından azade kılar.  Karmaşık bir ifade oldu farkındayım. Şöyle açıklayayım:  Otorite için korku yalandan daha ahlakidir. Yalan, otorite korkusu yüzünden söyleniyorsa diğerini aldatmaya değil kendini aşağılamaya dönüşür. Baba Hasan’a tokadı yalan söylediği için vurmuyor, yalan söylemekten korkmazmış gibi göründüğü için vuruyor. Çünkü kaşağıyı Hasan’ın kırdığına inanıryor.

Peki sadece bir inanma mı aynı zamanda bir eğilim mi?

 

 

  (1)Sonra İnternet’te araştırınca buldum. Hikâyenin geçtiği mekân, Murat Turna’nın Kaşağı Hikâyesinin Psikanalitik Açıdan İncelenmesi yazısında Tahir Alangu’dan aktardığına göre Ö. Seyfettin’in çocukluğunun da geçtiği Balıkesir’in Gönen ilçesindeymiş. Yörede on civarında Çerkes köyü varmış. Alangu, Ö. Seyfettin’in de Çerkes asıllı olduğuna dair birtakım bulgulara ulaşmış. İnternet’e ‘Ö. Seyfettin ve Çerkes’ diye yazınca bu kez karşıma Ö. Seyfettin’in bunu kabul etmediği bilgisi çıktı. Edebiyatın Çerkes Kahramanları başlıklı yazı (yazarı Hulusi Üstün) Ö. Seyfettin’e Çerkes diyenlerin bunu hakaret kastıyla söylediklerini belirtiyor. Peki neden Dadaruh ismi? Şimdi de kendi yorumum: Dadaruh Çerkes çalışanlara takılan ama o kişinin özel ismini de unutturan amiyane lakaplardan biri. Şeceresi için hassasiyet gösteren Türkçü, milliyetçi Ö. Seyfettin sağlığında kendisine yöneltilen Çerkes yakıştırmasını belki de hikâyesindeki alt sınıftan birine yansıtarak daha dolayımlı bir reddetme yolu bulmuştu. Garip bir arınma tarzı.