27 Mayıs 2018 Pazar

Köle ve Efendi... Detektif ve Seri Katil



Sınıf çatışmalarını kendi bünyesine çeken ara insan formu... diğerine yapılan haksızlığı içinde hissedenler... Duygular icat edilebilir mi? Acaba empati duygusu tarihin özel bir anında mı ortaya çıktı? Daha önce olmadık bir şekilde. Tarih empati duygusunun icadıyla bir yerde sapmış olmalı. Mutasyon gibi. Hatta demeliyiz ki sınıflar arası zıtlık hakikate varmak için bu ara insan formuna kadar beklemek zorunda. O zamana kadar her şey yerli yerinde görünüyor. Ara insan formundan ne kastediyorum? İsmiyle müsemma, arada kalanlar: orta sınıf, küçük burjuva vb… gezgin; düşmeyi ve yükselmeyi tatmış, tampon bölgede yaşayanlar. Meraklılar.

Anlamaya çalışıyor, gözlemliyor. Anlamak kendini değiştirmenin en önemli hamlesi.

Amerikan suç tarihinde gerçek bir hikâyeye dayanan Mindhunter dizisini izlediğim günlerde Tom Amca’nın Kulübesi’ni de okuyordum. Tom Amca’nın Kulübesi’nde köle yaşamı beni Hegel’e götürdü. Tinin Fenemonolojisi’nde yer alan ilgili bölüme yeniden baktım, aslında birkaç kez. Sonra Robinson Crusoe’u elime aldım.  Şuradan buradan okumanın önüme serdiği kesişmeler bazen hayatın olumsallığından daha çarpıcı olabiliyor. Ne arıyordum? Belki bir kıyaslama ama sonrası karmaşık. İşin içinde çakışmalar ve çağrışımlar var. Bir tür serbest dalış.


Hegel arı kovanına çomak sokanlardan biri. Ama yine de Efendilik ve Kölelik başlıklı meşhur yazısını sınıf temeline oturtmuyor. Yazı başlığıyla böyle bir şey vaat etse ya da bizim beklentimiz yazıyı eninde sonunda bu içeriğin etrafında dönen bir tartışma gibi algılamaya eğilimli olsa da böyle. Zaten ilgili başlığın bütün dünya dillerine “yanlış” çevrilişi bu eğilimi gösteriyor. Doğru çeviri: Herrschaft: Efendi, Knechtschaft: Uşak (1) olmasına rağmen. Uşak köle anlamına gelmiyor, daha çok efendinin özel hizmetinde, evin içinde çalışanlar. Efendi ve uşağın doğrudan ilişkide göründüğü, bir arada bulunduğu karşıtlık.  Biraz dikkatli okuyunca bu yazı başlığının sınıfsal zıtlıktan çok semantik zıtlık için seçildiğini anlıyoruz. Hegel’in  kölenin tarafını tutup tutmadığı muğlak.  Hegel ben ve öteki bağlamında özbilinç kavramının nasıl oluştuğuyla ilgili. Özbilinç kavramı için efendi ile köleyi denek olarak kullanıyor (düşünürün antik çağdan beri kendine tanıdığı imtiyazdır bu; en kralı bile yazı konusudur sadece). Yazının sonunda efendinin özbilince sahip olmadığını kölenin ise sahip olabileceğini söyler. Özbilinci tinin kemale ermiş merhalesi olarak kabul edersek, bundan özbilinçli kölenin özbilinç yoksunu efendi karşısında köle olduğuna sevinmesi gerekir anlamını bile çıkarabiliriz. Yani Hegel’in köle taraftarlığı özbilinç kavramıyla baştan manüple edilmiş. Şöyle yazar: 

“Özbilinç önünde bir başka özbilinci bulur; kendi dışına çıkmıştır. Bunun iki anlamı vardır: ilkin, kendi kendisini yitirmiştir, çünkü kendisini başka bir (somut) öz olarak bulmaktadır; ikincisi, bu yolla başkasını ortadan kaldırmıştır, çünkü başkasına öz olarak bakmamakta, tersine başkasında kendi kendisini görmektedir.” (2)

Bir köle efendisinde nasıl kendini görebilir? Emek gücüyle yarattığı zenginliğin aslında kendisine ait olduğunun bilincine vararak mı? Hayır, Hegel de kölenin bu olası dirayetine konan yasağa baştan beri riayet ediyordu. Hegel’in kölesinin özbilinci başka türlü işliyor. Köle, efendisinin çalış buyruğuna uymakla diğerinin özbilincini devralıyor ve bunu eşya üzerinde çalışmayla olumluyor. Birbirini kapsayan bu bilinç takası köleye efendisi yanında hiç değilse epistemolojik anlamda bir paye veriyor:

“(…)korkuda kendi-için varlık kölenin kendisinde bulunur.” (3)

Kölenin bilinci, bilinç akışı, özel dünyası yokken (köle sorunu oldum olası varken bile yokken) Hegel’in köleye özbilinç payesi vermesi düşün tarihinin dönemeçlerinden biri. Ama kölenin özbilinci onun yerine düşünen Hegel’in özbilinci aslında. Köleler o dönemde de hâlâ kitap yazamıyor. Metafizik bir köle var karşımızda.

Tuhaf. Tuhaf ama köle algısında bir aşama bu. Yoksa Hegel de henüz köleliğe karşı değil.

Biraz uzaklaşalım... Hem kendi ülkelerinde hem de dünyada ilk romancılardan sayılan Cervantes’in yazarlığa başlamadan önce tutsak düşüp köle olması ile Daniel Defoe’nun yazdığı gerçekte Alexander Selcraig adlı bir İskoçyalı denizcinin başından geçen olaylara dayanan Robinson Crusoe’un tutsak düşüp bir zaman köle olması 'Batı Kanonu' açısından ilginç bir tesadüf. Anlatacak şeyleri var. Köleliğe içeriden bakan bir deneyim kazanmışlar. Ama yine de tutsak köleliliğin dili doğal (determinist) köleliğin dili olmayı başaramıyor. Çünkü kölelik her iki yazar için de bir macera.

Robinson Cruose ıssız bir adaya düşmesine yol açan yolculuğa köle tüccarlarıyla yaptığı bir sözleşmeyle başlamıştı. 

Kölelerin alınıp satılırken sergilenmelerinde bedenlerinin ikili bir anlamı oluşuyor. Köle bedene duyulan yakınlık: güç, metanet, güzellik vb. Öte yandan bedenin aşağılamaya müsait asaletten yoksun bir itaat duruşu. Robinson Cruose Cuma’yı bize anlatırken her iki yönü de harmanlıyor. Ama Cuma’nın zencilerden farklı olduğunu özellikle belirtiyor, “Derisinin rengi kapkara değil, koyu esmerdi.” diyor.  "Öyle Brezilyalılar, Virginialılar, öbür Amerika yerlileri gibi iğrenç, sarı kara renkte değil, ışıltılı bir koyu zeytin rengindeydi; anlatılması pek kolay değilse de renginde hoşa giden bir şey vardı.” (5) Robinson Cruose romanını sömürge metaforu olarak ele alan çok şey yazıldı. Ben semantik zıtlığın hiç de çatışmalı bir zıtlık anlamına gelmediğini anlatmak istiyorum. Cuma köle olmayı canını kurtarmanın bedeli olarak gönüllü kabul ediyor. Cuma’nın ilk öğrendiği sözcükler kendi adı ve sahibine hürmet etmenin kendisi de olan ‘Efendi’ sözcükleridir. Köleye adının efendisi tarafından verilmesi adın sahibiyle ad vereni kurumsallaştırıyor. (6) Köle zenciler özel adları olsa da onları bu adlarından soyutlayan ırk adlarıyla (zenci) özdeştirler. Adlandıran aşağılar. İnsan topluluklarında üstün olanın zayıf ve “kötü” olanı belirlemesi anlamına da gelen adların tarihi etimolojik içeriklerinden takip edilebilir. Kendilerine takılan adı benimseyen topluluklar sonradan bağımsızlıklarını kazandıklarında adlarının orijinal anlamını unuturlar. Adları yeni durumda övünç kaynağıdır artık... Cuma ile Robinson arasında bir başka temel hiyerarşi daha kuruluyor. Dil. Robinson Cuma’nın yerli dilini değil, Cuma Robinson’un dilini yani İngilizceyi öğreniyor. Daha da önemlisi roman beyaz adamın gözüyle birinci tekil şahıs ağzından yazılıyor. Köle henüz kendi dünyasını içeriden anlatan yazı yeteneğine kavuşmamış.

Aristo ta zamanında ilginç bir öngörüde bulunmuştu:

“… diyelim dokuma tezgâhının mekiği kendiliğinden gidip gelse, lirin mızrabı kendiliğinden çalsaydı, o zaman ne yapımcıların işçiye gereksinmesi olurdu, ne de efendilerin köleye.” (4)

Kölelik olgusunu doğal bir işbölümü sayan Aristo’nun bu sözlerini bir temenni değil, olmayana ergi metoduyla köleliğin gerekliliğinin kanıtı (çabası) olarak okumak gerek. Gerçekten de köleliğin kalkmasını böyle teknolojik bir tekâmüle bağlayan öngörünün sahibine sempati duysak da insani zihniyet değişiminin hangi yollardan geçtiği bizi daha çok ilgilendiriyor. Aristo bu insani zihniyetten henüz çok uzak.

İnsanlık köleliğin kaldırılması için neyi bekledi? Buharlı makinenin icadını mı? Evet bir yönüyle böyle ama Aristo’yu doğrular biçimde değil. Beklenen başka bir şey daha vardı: Tom Amca’nın Kulübesi.

Başkan Abraham Lincoln Amerikan iç savaşının başlarında kitabın yazarı ufak tefek bir kadın olan Harriet Beecher Stowe ile tanışınca ‘Demek bu büyük savaşı başlatan küçük hanımefendi buymuş.’ demiş.  Elbette Başkan Lincoln mübalağa ederek latif davranmış. 1852’de yayınlanan Tom Amca’nın Kulübesi yalnızca döneminde değil 19. yüzyılda İncil’den sonra en çok satan kitaptı.(7) Bu kitabın Amerika’da iç savaşın başlamasıyla değil belki ama savaşın en önemli sonuçlarından köleliğin kaldırılmasıyla (12 Haziran 1862) hiç de mübalağalı olmayan bir bağlantısı var. Bağlantıyı kitabın ortalarında buldum. Hegel’in referansı yararsız; kölenin özbilincindense efendi ve kölenin paylaştığı bilinçdışını tercih ederim.

Kitaptan açıklayayım:

İyi huylu efendi Augustine St. Clare, kuzini Miss Ophelia’ya dokuz on yaşlarında Topsy adında bir köle kız hediye eder. Kız, Augustine St. Clare’ın her gün önünden geçmek zorunda olduğu berbat bir lokantayı işleten ayyaş bir çiftin kölesidir. Kızın çığlıklarına, yediği dayaklara ve sövmelere dayanamaz ve onu satın alır. Topsy şarkı söyler, dans eder; ama yazar,  ‘gözleri kötücül bir maskaralıkla bakıyor… duruşunda  garip, şu kötü huylu cüce cinlere benzer bir şey var.’ diye baştan bizi uyarır. Yani bize der ki, hemen ona acımayın, hikâyesine hemen teslim olmayın. Gerçekten de kendi ağzından hikâyesinde sorulara dikbaşlılıkla samimiyet arası budalaca cevaplar verir Topsy.

“Kaç yaşındasın Topsy?”
“Bilmiyorum hanımım.”
“ Kaç yaşında olduğunu bilmiyor musun? Kimse söylemedi mi sana? Annen kimdi?”
“Hiç olmadı ki!”
“Hiç annen olmadı ha? Ne demek istiyorsun? Nerede doğdun?
“Ben hiç doğmadım.”
“Tanrı konusunda bir şey duydun mu Topsy? Seni kimin yarattığını biliyor musun?”
“Bildiğim kadarıyla hiç kimse. Sanırım ben öylece büyüdüm.”(8)

Miss Ophelia bir pedagog gibi küçük Topsy’nin eğitimini üzerine alır. Kendi yatak odasının temizliğini, düzenini Topsy’ye devretme niyetindedir. Ona yatak yapmayı vb öğretir; niyet gayet iyi. Ama  hanımefendi arkasını dönmüşken Topsy kaşla göz arasında bir çift eldivenle bir kurdeleyi kapıp kol ağzına saklar. Ama kurdele kol ağzından düşer. Topsy kurdeleyi çalmadığını, kol ağzına kurdelenin nasıl sıkıştığını bilmediğini söyler. Ağlar. Bu kez de eldivenler diğer kol ağzından düşer. Topsy eldivenleri çaldığını ama kurdeleyi çalmadığını ısrarla söyler. Miss Ophelia doğru söyle seni kırbaçlamayacağım deyince Topsy her ikisini de çaldığını itiraf eder. Bu kadarla kalmış olamaz, başka neleri çalmıştır Topsy? Miss Ophelia eğer doğru söylerse kırbaçlamayacağına bir kez daha söz verir. Kırbaç yememenin iyi bir şey olduğunu bilen Topsy Miss Eva’nın boynuna taktığı o kırmızı şeyi ve Rosa’nın küpelerini de aldığını söyler. Hemen koş ikisini de getir der Miss Ophelia. Topsy, getiremem onlar yandı der. Neden yaktın diye sorar Miss Ophelia. Topsy çünkü kötüyüm, ben kötüyüm, elimde değil der. Tam o anda Topsy’nin kırmızı şey dediği boynunda kırmızı mercan kolyesiyle Eva gelir. Eva’nın ardından içeri giren Rosa’nın da küpeleri kulaklarındadır. Peki Topsy onları almadığı halde neden yalan söylemiştir? Burada ahlâki bir çarpıtma yok yine de. Topsy itirafın iyi bir şey olduğunu düşünerek ister istemez kendi yalanını çarpıtmıştır. Hem yapmaması gereken bir şeyi yapmış hem de sanki suçunun diyetini ödemek için bonkör bir itirafta bulunmuştur.

Daha sonra Ophelia kendisine Topsy’yi hediye eden St. Clare’la konuşur:

“ Bu çocuğu kırbaçlamadan nasıl yola getiririm bilmiyorum.”
“Eh, içiniz rahatlayacaksa kırbaçlayın, istediğinizi yapma hakkını size veriyorum.”
“Çocuk dediğin kırbaçlanır, onsuz büyütenini de hiç duymadım.”(9)
“Ah, pekâlâ, nasıl iyi olacağını düşünüyorsanız, öyle yapın. Yalnız, bir önerim olacak. Bu çocuğun sopa, kürek ve maşayla –artık o ara hangisi el altındaysa- dövüldüğünü gördüm. Bu tip davranışlara alışık olduğu için etkili olması için kırbaç vuruşlarınızın epey zorlu olması gerekecek (…) Efendi gitgide acımasızlaşıyor, hizmetçi de duygusuzlaşıyor. Kırbaç ve kötüye kullanma afyon gibidir, duygular nasırlaştıkça dozu iki katına çıkarmalısınız. Ben bunu mal sahibi olur olmaz fark ettim ve işi asla buna başlamamakla çözdüm. Çünkü ne zaman duracağımı kestiremeyebilirdim ancak böylece kendi ahlakımı korumayı başarabildim. Ama ne oldu? Benim hizmetçilerim şımarık çocuklar gibi davranmaya başladılar, yine de bence bu her iki tarafın da giderek kötüleşmesinden iyidir.”

Ophelia elinden gelenin en iyisini yapacağını söyleyerek sohbeti sonlandırır.

Bir gün Miss Ophelia Topsy’yi en iyi kızıl Hint krepten şalını başına sarmış, aynanın önünde müthiş bir tavırla prova yaparken buldu. Miss Ophelia ömründe yapmadığı bir şey yapmış, anahtarı çekmecenin üstünde unutmuştu.

“Sabrının son noktasında, ‘Topsy!’ diye bağırdı. ‘Neden yapıyorsun bunları?’”
“Bilmiyorum hanımım, herhalde kötü olduğum için.”
“Seninle ne yapacağım bilmiyorum Topsy.”
“Beni kırbaçlamalısınız hanımım, benim eski hanımlarım hep kamçılayıp dururlardı. Kırbaçlanmadan çalışmaya alışık değilim ben.”
“Ama Topsy, ben seni kırbaçlamak istemiyorum. Aklın varsa, iyi şeyler yapmayı da düşünebilirsin, neden yapmıyorsun?”
“Tanrı’m, hanımım, ben kırbaca alışığım, sanırım bana iyi geliyor.” (10)

Miss Ophelia reçeteyi uygulamaya kalktığında (elbette başka bir zenciye kırbaçlatırken) Topsy bağırıp inledi, yalvarıp yakardı, müthiş bir yaygara kopardı. Ama sonradan çevresini saran yeniyetmelere yediği kırbacın sivrisineği bile incitmeyeceğini söyledi. Eski efendisi kırbaçlarken insanın etini nasıl kaldırdığını görecektiniz dedi, eski efendisinin işi bildiğini söyleyerek ona övgü bile düzdü! Tam burada yazar çok ilginç bir şey söyler:

“Topsy günahlarıyla iğrenç kötülüklerini çok ayrıcalıklı özelliklermiş gibi göstererek büyük bir sermayeye dönüştürdü.” Ve Topsy’nin ağzından devam eder:
“Siz zenciler, günahkâr olduğunuzu biliyor musunuz? Eh öylesiniz, herkes öyle! Beyazlar da günahkâr… ama bence en büyük günahkâr zenciler! Yine de Tanrı’m, hiçbiriniz elime su dökemezsiniz! Ben öyle kötüyüm ki, kimse benimle nasıl başa çıkacağını bilmiyor…” (11)

Uzun bir alıntı oldu.

Köleliğe karşı yazılan bu kitabın kötü bir köleyi hem de bu kötülüğü kölenin ağzından teyit ederek anlatan bu en zayıf bölümünün aslında köle efendi çelişkisini gün yüzüne çıkaran en güçlü bölümü olduğunu açıklamam gerek.

Neler var bu konuşmaların içinde?

1.  Bir kölenin efendisinin özel eşyalarını karıştırması düşünülemezken Topsy bunu yapıyor. Hem de cüretkârca yapıyor, efendisinin eşyasını üzerine giyiyor. Sadece bununla kalsa iyi; eylemin kabahati artıran açılımı cabası: köle kıyafet değişimiyle sembolik olarak kölelikten sıyrılmış halini bir oyun olarak yaşıyor. Kendisi için eğlenceli, efendisi için rencide edici. Efendinin şalının köle üzerinde aldığı şeklin bir indirgemeye yol açması ilginç burada. Efendiyi taklit eden köle! Kölenin amacı bu olmasa bile neden efendisine böyle görünüyor? Bu bize köle efendi statüsünün pek de dayanıklı olmayan bir aşamaya geldiğini gösteriyor. Efendi, taklitle kendi hicvedilişini görüyor, kendi üstünlüğünün ne kadar eğreti olduğunu. Topsy gibi artık yavaş yavaş uç veren marijinal tipler efendilerinin özel eşyalarını karıştırırken kendi gizli dünyalarını kuran kölelerin varlığına da işaret ediyor. Kölenin efendinin dünyasına bu sızışı düz anlamda sınıfsal bir yakınlaşmanın tezahürü. Karşılıklı yakınlaşma. Adabı muaşeretle kurallar üzerinden benzeşme imkânı… kölenin efendi gibi olmayı deneyimlediği bu geçiş döneminde vicdansız köle sahipleri karşısında nispeten mutedil bir yol izleyen Ophelia gibiler empati için olmasa da verecekleri cezayı yumuşatmak için soruyorlar:’Neden?’ Hem anlama çabası hem de diğerine söz hakkı tanıyan bir çift anlam saklı bu soruda.


2.       “Bilmiyorum hanımım, herhalde kötü olduğum için.”

Topsy suçu üstlenmiyor sadece kendi türü üzerinden tanımlıyor da: ‘Zenciler kötüdür.’ Suçun naif hali. Kötülüğü nedensizleştirerek kötülüğe kendi başına var olma kudreti bahşetmek.  Bu efendi Ophelia’nın pedagojik çabasını sıfırlıyor tabi. Takdir edelim ki, bunu yaparken Topsy’nin izlediği yol çok kurnazca.  Biraz önce kötülük yapan kendini  bundan söz eden olarak ötekileştirerek ikiye bölüyor. İki sözcükten yararlanıyor: ‘bilmiyorum’ ve ‘herhalde’. Yaratıcı muğlaklık diye bir şey var. Kötü-kendine karşı efendisiyle teklifsiz işbirliği yapan ikinci kişiliğini devreye sokuyor.   Kötülüğe boyun eğen iradeyle, kötülükten söz eden irade aynı benlik içinde ayrışmış gibi.

3.    Ceza hükmünü verenlerden biri cezalandırılan ile aynı kişi olmasına rağmen. Başka nasıl anlamalıyız bunu? Cezalandırılan kötü (bu durumda köle Topsy) karşısında ceza hükmünü veren Topsy belki de tarihte ilk kez kendi bedeninin efendisi gibi davranan bir köleyi temsil ediyor. Ama kırbaçlanarak acı çeken beden bu işbirliğini sonlandırıyor. İroni yerini tüm kölelik düzenini çarpıtan yaygaraya bırakıyor. Cezalandırılan kötünün bedensel acısı, cezalandıranın da kötü olabileceği bir durumla yüzleşme İmkânı demek. Topsy farkında olsun ya da olmasın, cezalandırılmasını isterken efendisini pis bir işin içine sokuyor. Bir bulaştırma söz konusu burada.

4.       Topsy kötülüğünü abartarak efendisinin kafasını karıştırıyor.

“Seni bu kadar kötü yapan nedir Topsy? Neden iyi olmaya çalışmıyorsun? Hiç kimseyi sevmiyor musun Topsy?”
“Sevgiye ilişkin hiçbir şey bilmiyorum, ben şekerle yemiş severim, o kadar.” (12)

Bir kölenin efendisiyle kendisi hakkında konuşması! Karşısında önyargılı ama meraka da evrilebilen bir potansiyel yavaş yavaş filizleniyor. Bu yeni bir şey.

Topsy ile sahibinin konuşması insanları köleliğe karşı ikna edecek öğeler içermez. Konuşmalar  biraz absürt tiyatro diyaloguna benziyor; absürt uyumun hayatın tutarsızlığını gözümüze sokan işleviyle. Hatta bu tutarsızlık okuyucuya dışarıdan izleyip kendini yeniden rasyonalize edemediği bir ruh hali olarak yansır. Öyle ya da böyle bulaşıcı olan tutarsızlıktan kaçınma çabası ancak samimiyet kriziyle mümkün. Samimiyetle tutarlılık birbirine karıştırılmasın (samimiyet tutarsızlığa daha yakındır). Köleliğin kalkmasını sadece kölenin değil, köle sahibinin de istediği bir aşamadayız artık. Toplum köle ve köle sahipleri olarak bölünmekten, köle sahipleri ve diğer köle sahipleri olarak bölünmeye geçmiştir.

Topsy ve Ophelia ilişkisi bize iyi zenciyle kötü beyaz efendinin zıddını gösteriyor; kötü zenciyle iyi efendinin karşılaşması. Efendiyi verdiği cezayla kötüleştiren bu durum pedagojiyi de işe yaramaz bir hale sokar. Bu, dünyanın değiştirilmesi gerektiğini de akla dayatır.

Gelelim Mindhunter dizisine…

Yetmişli yılların başlarında mahkûm olmuş seri katillerle cezaevlerinde görüşüp suçlu profili çıkarmaya çalışan detektif Holden Ford’un işi hayli zordur. Çok sınırlı bir çevre tarafından onaylanan ve biraz da özel yürütülen bir iş. Anlamaya çalışır; seri katilleri cinayete sürükleyen nedenler ne? Acaba neden sorusu doğru mu burada? Seri katille detektifin bir masanın iki yakasında sohbet ettiği an. Suç itirafından nedensellik itirafına geçiş. Suç itirafı karşıtlık yaratırken nedensellik itirafı her iki tarafı anlamlandıramadıkları bir korelasyonun içine itiyor. Holden Ford başlangıçta sorguladığı seri katillerden dişe dokunur bir şey elde edemiyor. Cinayet nedenini seri katil için de çözülmesi gereken sır haline getiren asıl muammanın peşinde. Çünkü seri katil tamlamasında adlandırma aslında nedenin yerine ikame edilmiş! Failin kavramsal etiketi, işlediği suçun nedenini de temsil ediyor. Kıskançlık, para, kan davası, aşağılanma, intikam vb hiçbirinin olmadığı cinayet nedeni ‘seri katil’ adıyla başka bir nedensellik formuna kavuşabilir mi? Hannah Arent’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı aşan bir şey. Holden Ford meslekdaşı dedektif Bill Tench ile birkaç seri katili sorguladıktan sonra en az dört kadını öldürmekten hüküm giymiş Jerome Brudos’un sorgusuna gider. Jerome Brudos itiraflarına ve mahkûmiyetine rağmen işlediği cinayetleri inkâr eder. Detektiflerle oyun oynar. Pes eden Bill Tench üçüncü sorgulamaya katılmaz, Detektif Holden Ford sorgulamayı tek başına yapar. İnkâr devam eder. Ama  konuşmanın akışı içinde detektifin ağzından soru ilginç biçimde dökülür:

Sence katil saldırılarını planlamış mıdır?”

Bu soru katili üçüncü tekil şahıs olarak konumladığı için bir icat gibi işliyor. Seri katil Jeremo Brudos üçüncü tekil şahıs olarak dile geliyor. Bu suçunu itiraf etmekten ‘nasıl’ı itirafa geçen sıra dışı bir sorgulamadır. Ancak anlamanın hizmetinde dinleyebilirsek varabileceğimiz bir aşama. Detektiflik çağımıza uygun bu aşamanın mesleği olarak…

                                                         Jeremo Brudos (1939-2006)


Peki detektif Holden Ford ile efendi Ophelia ve seri katil Jerome Brudos ile köle Topsy arasındaki bağ ne? 

Üçüncü tekil şahsın dolayımı...

Her zaman yaptığım şeyi yapıyorum, bunu düşünmeyi erteliyorum...






(1)Hegel’in köleliğe bakışı hakkında internette doküman ararken Chris Arthur’un makalesine rastladım, çeviri yanlışlığına dikkat çeken oydu.
(2) Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı, s.125, İdea yay. İst. 1986. (İtalikler bana ait değil.)
(3) Hegel age. S.132, İtalikler Hegel’e ait)
(4)Aristotales, Politika, Çev. Mete Tuncay, s.12, İst. 1975
(5)Danie Defoe, Robinson Crusoe, Çev. Akşit Göktürk, s.195, Yapı Kredi Yay. İst. 1997
(6)Adlandıranın hiyerarşik üstünlüğü iki kişi arasında belirlenmiş yazılı olamayan bir hukuku ortaya seriyor. Atatürk’e matematik öğretmeni tarafından verilen ‘Kemal’ isminin hiyerarşik yansımasını sonradan soyadı kanunu çıkınca Atatürk’ün yakın çevresine isim vermesinde görüyoruz. Bunların en ironiği Halide Edip ve kocası Dr Abdülhak Adnan’ın zaten tanınan kişiler oldukları için soyadı almak istememesi ama hem kanuna uyarak hem de tepki olarak ‘Adıvar’ soyadını almaları.
(7) Bu klasik kitaplar 19. yüzyıldaki kadar olmasa bile hâlâ çok satıyor ama okunmuyor. Kitapların sahip olduğu şöhret okunmamalarının da nedeni. Haklarında ansiklopedik bilgi alınmış, filmleri izlenmiş, özeti okunmuş vb.
(8) Hariet Beecher Stowe, Tom Amca’nın Kulübesi, Çev. Tülin Nutku, s. 315,316, Can yay. İst. 2017
(9) age s. 323
(10) age s. 327
(11) age s. 327
(12) age  s. 367

21 Mayıs 2018 Pazartesi

Kıyıdan Köşeden





ÖNCELİK
"Ben cümleyi önden kurarım kelimeler peşinden gelir. Cümleye otobüs diyelim, kelimelere de yolcu. Bazen otobüs boş gider. Daha centilmen bir benzetme yapayım: Önce âşık olurum, sonra o kadını ararım. Çoğu zaman sadece ararım." Yaa dedim.


ÜÇ KEZ
Üç kez oldu. Üç ayrı evde. Ankara’da. Akşamdı, kapı çaldı, açtım. Uzun boylu, beyaz tenli, kumral saçlı, kaldığım semte uygun zengin giyimli, çok güzel bir kadın. Acaba falancı burada mı oturuyor dedi. Hayır dedim. Gülüştük, gitti… Sabah saatleriydi, kaldığım bodrum katın kapısı çaldı, yaktığım holün ışığı kızın iri yeşil gözlerinde yüzüme vurdu. Afalladım. Bir arkadaşımın selamını getirmiş bana. Hakkımda bilgi sahibiydi. Ayak üstü konuştuk. Sınava yetişeceğim dedim. Gülüştük, gitti… Bir arkadaşımın kapısını çaldım, öğleden sonraydı. Bir kız açtı kapıyı… kapıya sarıldı da. Sanki kapıya sarılması sarılmanın metaforu gibiydi. Kehribar gözleri vardı, zülüf elmacık kemiğinin üzerine dökülmüştü azıcık. Arkadaşımı sordum, evde değilmiş. Gülüştük, gittim. Kapılar…


BİR VÜCUT SALGISI OLARAK SES
‘Ben bir… yardan ayrıldım.’ Bir kadın söylüyor bu türküyü. Ses havada ince bir uzantıyla bana ulaşıyor, sadece nakarat kısmını ayırt ediyorum ‘aayrıldııım… aayrıldıııım’... Etrafa bakıyorum sesin failini arıyorum; nerdeyse herkes kulaklıklı, koltukların arkasına monte edilmiş ekrandan film falan izliyorlar. Buldum! Ses orta kapının önündeki koltuktan geliyor.  Otuz yaşlarında, topuz saçlarının üzerine kulaklık takmış kafasını türkünün gaydasıyla sağa sola sallayan bir kadın, yanında da bir çocuk. Türkü bitiyor, beş dakika sonra tekrar… ‘Aayrıldııım… aayrıldııım.’ Otobüsten biri müdahale etse ya. Önümde yaşlı bir kadın sanki uykusundan uyanmış gibi koltuğunda kımıldanıyor, türbanlı kadına bakıyor, ondan bir hamle bekliyorum. Ama hayır, koridor tarafına kıçını dönüyor o kadar… Ayrıldığı biri var bu kadının. Kocasından değil ama, yavuklusundan ayrılmış. Buna hemen inandırdım kendimi. Kalkıp kadını uyarıp uyarmamak arasında kendimle boğuşurken bu kararım beni yatıştırdı. Türkü ‘Aayrıldııım… aayrıldııım’ derken içimden daha beter ol dedim.


AŞAĞILIK YER
Aşağılık bir yerin ilk habercisi horlanan, itilip kakılan sokak köpekleridir. Kopardığım ekmek parçasının taş mı yiyecek mi olduğunu algılayamayan kafası karışık köpekler. Etrafta bir yığın topal köpek.


HERKESİN BİR DERDİ VAR
Kız, sevgilisinin başka bir erkekle buluşacağını söyleyip kendisini başından savdığını sanıyor. Dediğine göre bu birkaç kez olmuş. Ayrıntılar verdi. Bana sordu, sevgilisi gay olabilir miymiş? Hangisi daha çok rahatsız ederdi acaba; gay olması mı, kendisini aldatması mı? Bunu sormadım. Ama anlattıklarına bakarsam galiba gay şüphesini desteklememi bekliyor. Bu kez de başka bir soru durumu bulandırıyor: Hissettiği intikam mı, avuntu mu?


SINIFLANDIRMA
İnsanları artık gürültülü olanlar ve sessiz olanlar diye ikiye ayıracak bir yaşa girdim. Bu kadar net.


ÖLÜM RİTÜELİ
Kefen, sırtüstü yatmış bedenin kımıltısız hatlarını ölümün silüetine dönüştürür. Kefen bize ölümün izlenebilir formunu verir. Peki, cenazenin taşınması sırasında ölenin açıkta bırakılan yüzü ne anlama geliyor? Philippe Aries’ın yazdıklarına göre 12. yüzyıldan önce Batı’da böyle bir gelenek varmış. Ama Filistinlilerin ölüyü bu haliyle taşımalarında başka bir şey ön planda. Teşhir. Teşhir ama nasıl? Ölümün teşhiriyle oluşan ve kendi kendini provoke eden infialle birlikte korkusuzluğun da teşhiri. Ama günümüzde teşhirin kontrolü teşhir edende değil, bunu ikinci elden çoğaltanda (kamera, fotoğraf, afiş vb).  Diğer Müslüman ülkelerden gelen yardımın diyeti olarak teşhir. Çünkü diğer Müslüman ülkeler kendi iç politikalarının dizaynı için Filistinlilerin İsrail tarafından öldürülmelerine ihtiyaç duyuyorlar.




SEVGİNİN TARİHİ
Tanrı yok dediğim zaman bir dinci sevilmediğini hissediyor. Neden acaba? Ya da sevilip sevilmediğini bu kadar dolayımlı bir kerteriz noktasıyla algılayan kafa nasıl oluştu? Sevginin tarihiyle ilgili bir şey bu.


‘AYNA’SIZ YANILSAMA
Aynadan geçmek… İki üç saniye ömrü olan hafıza. Sonra yanılsama başlıyor. Eğer yaya caddesinde yürüyorsanız vitrinlerde kendinizle karşılaşmanız bu yanılsamayla bir yarış içinde olduğunuz anlamına gelebilir.


SÖZ EDİMİ
‘Sizi bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.’ Buradaki davet neden emirdir?


MESSİ

Messi’nin top ayağındayken yere olan açısı bazen öyle daralıyor ki… özellikle frikik atışlarında topa düşmekle ayakta kalmak arasında bir vücut eğimiyle vururken…




UTANÇ
N. çocukken çişini güçbela tutmuş eve gelmiş. Ev kapalı olduğu için eteğini sıyırmış halde bahçeye işerken komşunun çocuğu onu görmüş. N. o sırada çok utandığını söylüyor. Oysa bana anlatırken böyle bir anısı olduğu için böbürlendiğini söyleyebilirim. Bana yaşadığı anda utanç vermeyip sonradan utanç veren ve anlatılamayan anılar gerek. Kendiminkileri biliyorum zaten.

Uzatmalı utanç. Gerçekte hep geçmişteki bir şeyden utanç. Şimdiki zamanlı değil. Sonradan utanç (düşün).


TUHAF ÖZGÜRLÜK
İnsanın mecburen gittiği yerleri hemen benimsemesi (şikâyet bile bu benimsemeye mızmız bir konfor katıyor) ilginç bir meleke. Kendi seçtiği yerde yaşayacağı hayalkırıklığından daha iyi böylesi. Bu yüzden seçemiyorum. Kendi seçimime dayalı rahat bir ortama ait özgürlük kavramından yoksunum. Benim özgürlüğüm bir bağımlılıktan kurtulma çabasıyla oluşuyor ancak.