23 Mart 2024 Cumartesi

KURU OTLAR ÜSTÜNE FİLMİ DOLAYISIYLA GİTME ARZUSU

 

 

 

   


                                  



Herhalde başlıktan anlaşılıyordur, bir film eleştirisi vaat etmiyorum.

Açılışta karla örtülü bembeyaz doğayı görünce acaba film nerede çekilmiş diye merak ettim. Filmin finalinde mekân belli, Nemrut Harabeleri… filmin çekildiği köy ve kasaba ise muğlak. Diyaloglarda kasabanın özel ismi yok. Kasabada geçen sahnelere özellikle dikkatlice baktım arabaların plakaları okunmuyor. Bir tek Kenan öğretmenin otomobilinin plakasında 25’i görüyoruz (dk.29); Erzurum.  Sonradan öğrendim, film de zaten Erzurum’un Karayazı ilçesinde çekilmiş. Yine de bu bilgi plaka ile filmin Karayazı’da çekilmesi arasında bir kesinlik ilişkisi kurmamıza yetmiyor, daha çok çağrışım (çünkü aynı araba başka bir sahnede -filmin 93. dakikasında- 01 Adana oluyor). Nasıl bir çağrışım söyleyeyim. Doğu ama kimse Kürtçe konuşmuyor. Doğuluğu muhafaza eden etnisiteye de vardırmayan, oranın yerlisi birtakım kişilerin politik öykülerinde sezdiğimiz karma bir yer. Bilmemiz gereken tüm çağrışımlarıyla Doğu. Sadece Doğu: uzaklığı, mahrumiyeti, resmi görevlilerle mesafesi ve karakışıyla. Mecburi hizmetin bölgesi, yani gönülsüzlüğün ve sürgünün.

Bir taşra derecelemesi yapsaydık en üste Doğu’yu yazmamız haksızlık olmazdı herhalde.

Filmin zamanı günümüze yakın, İnstagram zamanı. Ama asıl zaman bu değil, biz Samet’in dört yıllık mecburi hizmetinin dolduğu zamandayız.

Samet yıl sonunda tayinini yaptıracağını bildiği halde gitme arzusunu ikide bir tekrarlıyor. Ben de yazımın içeriğini bu tekrarlar üzerine kurdum. Şimdi gelelim filmde saptadığım sahneler üzerinden gitme arzusuyla ilgili söyleyeceklerime.

Sömestr tatilinden dönmüş Samet’e okulun ilk günü sabah kapıda karşılaştığı hizmetli Nail Efendi’nin “Noldu döndün yine kürkçü dükkanına.” demesi. Bunu Samet öğretmenin gitme arzusunun ön habercisi olarak anladım.  Nail Efendi Samet’le aralarındaki senlibenlilikten izin alarak onun geri gelmesini bir tür yenilgi biçiminde söylüyor. Ya da mukadderatmış gibi. Tabi şaka yollu.

Devamında öğretmenler odasında Samet hizmetli Nail Efendi’nin öğretmenlere yumurta satma isteğini bildirince Firdevs öğretmenin tepkisi: “Yiyemiyorum ben buradakilerin şeylerini, valla kimse kusura bakmasın.” Firdevs öğretmenin filmde ciddi bir rolü yok. Hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Ama sadece bu repliği bile onun yerli olmadığını anlamamıza yetiyor. Daha ötesi ‘Yiyemiyorum ben buradakilerin şeylerini’ derken burnu havada yabancılığını yemek zevki üzerine kuruyor. Yiyeceği yenmeyen yer ikram yeteneğini kaybetmiş demektir. Onlara ihtiyacım yok, onların bana verecek bir şeyi yok diyen yabancı karşısında yerli… Batılının gitme arzusu Doğulunun misafirperverliğini elinden alıyor. Öğretmenler odasında Firdevs’in bu sözü rahatça söylemesini sağlayan şey diğer öğretmenlerle paylaştığı eğreti olma hali. Herkes bir gün buradan gidecek. Mesleki aidiyetten daha önemlisi eğreti olmanın aidiyeti. Eğreti olmakla yabancılık arasında ayrım yapma düşüncesi beni kışkırtıyor ama konu dağılacak. Geçtim.

Samet’ten aldığı borcu ödeyemeyen (ama borcunu dillendirecek kadar nazik ve mahcup) köyün yerlisi işsiz Feyyaz’la  karşılaşma: Feyyaz, “Gideceğim hocam buralardan” diyor. Varto’da açılan bir gazinodan iş teklifi almış haber bekliyor. İşin olup olmayacağı belli değilken gitmekten söz etmesi bir yanılsama aslında. Böylece kendisini işe yaramaz hissetmekten kurtarıyor. Bu yanılsamayı gitmenin sözünü ederek yaşayabiliyor ancak. Haber beklemesi doğal olarak borcunu da erteliyor (borçlu halini sürdürmesini olanaklı kılıyor diyelim). Daha önce bir güvenlik görevlisi işi varmış olmamış. Artık onun sözü tükendi. O halde yeni iş için bekleme süresi ne kadar belirsizse beklemekten ve işten söz etmenin ömrü de o kadar uzayacak. Kendisi hakkında bilgi vermesi=itiraf yükümlülüğü=ödeşme. Sanki ne durumdasın, gitmenin hangi aşamasındasın sorularına cevap veriyor. Öte yandan Samet’le kurduğu yarenlik bir ortaklığa dayanıyor, gitme arzusuna. Yerele dışarıdan gelen aydınlanmanın ürettiği arzudur bu.

Peki köyünde kalmaya karar vermiş veteriner Vahit’e ne diyeceğiz? Yerlinin gitme arzusunu kendi bölgesinde kalmaya karar verip de içinde uhde kalmış duygunun sürmesi olarak düşünmeyelim. Yerli aydın yabancı aydınla ilk temas noktasıdır. Tedricen yerelin dünyasında kaybolurken aydın tarafını yabancıyla ilişkisinde canlı tutar. Aydın tarafının yerel ahaliye karşı yabancıyla (yani Samet’le) kurduğu yakınlık gitme arzusunun yerini almıştır. Veteriner Vahit, Samet’le baş başa kaldığı bir sahnede, “Ya işte görüyorsun Hoca, kendi başına dikilmek zor buralarda. Herkes bir yana devrilmeni ister… Adamın iki tane hasta ineğini ayağa diktim. Gelmiş köpeği vurmuş benim sonra.” Samet neden diye sorar. Vahit “İnsan olduğu için.” der. Aynı sözü bir daha tekrarlar. Yerel ahali genel insan kavramıyla bulanıklaşır. ‘İnsan her yerde aynıdır.’ Yerel yaşama katlanmanın şiarı.

 

Nuray ve Samet'in ilçede Nuray’ın görev yaptığı okulun kantininde tanışma sahnesi. Samet’in Nuray’ı da tanıyan ortak arkadaşları Sercan aracı olmuş. Sercan’ı filmde görmüyoruz, gizli çöpçatan. (Taşra=Olumsal tanışma yasağı. Ve buna karşı bir tür tanıştırma kurumu olarak çöpçatanlık.) Samet dört yıldır köyde olduğunu söyleyince Nuray “Tayin zamanın dolmuş, tayin isteyecek misin?” diye soruyor. Samet, “Geldiğim ilk dakikadan beri aklımda sadece gitmek var,” diyor. Nuray’ın daha önce Ankara’da okuduğunu, görev yaptığı ilçenin yerlisi olduğunu şimdi ailesiyle kaldığını Sercan’dan öğrenmiş. Nuray’ın yerliliğine bu saldırısı aralarındaki “taşra sıkıntısı”nın denk olmadığını ima etmesi açısından ilginç. Sanki (Edip Cansever’in) “İnsan yaşadığı yere benzer” dizesini diğerinde alınganlığa yol açacak biçimde söylemek gibi… Ama bunu söylerken Ankara’da okuyan ve metropole alışan Nuray’ın yerlisi olduğu bu ilçeden olası gitme arzusuna da güveniyor. Nuray “Nereye?” diye soruyor, Samet, “İstanbul’a,” diyor. Samet’in İstanbul’a gitme arzusuyla İstanbul’a gitme arzusunu söyleme arzusunu birbirine karıştırmayalım. Samet nereye sorusuna cevap vermiyor, sorunun sunduğu fırsatı değerlendiriyor. Samet aslında Egeli, İstanbul çıtayı yükseltiyor. Bundan söz açmanın ona sağladığı üstünlük mü desek? Konuşma akmıyor, Nuray Samet’in gitme arzusuyla hemhal değil. Sahne kesik.

Gitme arzusunun çocuklar üzerindeki tezahürü var ki buraya biraz daha fazla dikkat çekmek istiyorum.

Samet’in eşeğiyle poz vermiş bir köy çocuğunun fotoğrafını tahtaya asması ve çocuklara bunun portresini yapmalarını söylemesi. Çocukların itiraz etmeleri… Bir çocuk, “Ama hocam hep aynı şeyleri çizdiriyorsunuz; hep dağ, taş, kar eşek çizdiriyorsunuz.” Buna karşı Samet, “İyi ya işte, iyi bildiğiniz şeyleri çizdiriyorum. Daha ne istiyorsunuz?” Başka bir çocuk, “Ama hocam deniz çizsek daha iyi olmaz mı?” diyor. Sonraki konuşmalardan çocukların denizi televizyonda gördüğünü anlıyoruz. Bir çocuk İzmir’deki akrabasının yanına gidince görmüş denizi. Çocuklar için deniz gitme eyleminin imgesi. Deniz=Uzak. Ama bu konuşma olmadan önce Samet çocukların nesne olarak denizi hiç bilmediğini sanıyor. Doğu çocuklarında batıya gitme arzusunun ayartıcısı olarak deniz… Köyde çocuklar önce evle okul arasında giderler, bir mesafe almaktan çok sembolik bir gitmedir bu. Dışarıdan gelen öğretmenin yanına ve dışarlıklı bir kurumun içine. Bazen daha uzak ve daha küçük mezra gibi yerlerden okulu olan daha büyük köylere. (Sevim gibi. Sevim, Samet’in gözde öğrencisi ve platonik aşkı. Öğretmenle öğrenci arasında platonik aşk hem cüretkâr hem de sözcüklere dökülemeyecek kadar sinik. Samet’in gitme arzusunun Sevim’de olası yansımasını yazının sonuna sakladım.) İlk gitme provaları böyle başlar. Sonra haritayı öğrenirler, harita üzerinde kendi oturdukları yeri ve adını sık sık duydukları İstanbul’u Ankara’yı bulurlar… ve büyük şehirlerin resimlerini görürler. Gitme düşüncesi hayal gücüne işlenir. Model aldığı öğretmen gider; yaz tatiline, sömestr tatiline ve bir gün tayini çıkar hepten gider. Ama çocuk da gidecektir, ortaokulu bitirince ilçe lisesine, liseyi bitirince batıya daha büyük şehirlere…

Eğitim gitme arzusuna cevap verdiği gibi gitme arzusunu yaratır da. Herkes asimilasyonun dilde olduğunu sanır, hayır asimilasyon imrenmeyle ve gitme arzusuyla başlar. (İngilizce öğretmeni Nuray, Kenan’ın sorusu üzerine öğrencileri için “Ben mi onlara İngilizce öğretiyorum onlar mı bana Kürtçe, orası belli değil.” derken kendi yerelliğinin çoktan melezlenmiş olduğunu gösterir bize.) Öğrenim düzeyi yükseldikçe (bunu okuduğu üniversite şehri büyüdükçe diye okuyabilirsiniz) kişi merkeze daha çok yaklaşır, geldiği yeri daha çok terk eder. Ve yerlisi olduğu ahaliye yavaş yavaş taşralı gözüyle bakar. Çocuğun angaje olduğu ve bir gün kendi gidişini de kafasında hazırlayan bu pedagoji onun zayıf tarafıdır da. 

Nasıl zayıf tarafı?

Şimdi anlatacağım sahne tam da bu:

İki kız öğrencisinin (biri Sevim) kendisine yönelttiği taciz şikâyetiyle boğuşan Samet bir gün sınıfa gergin girer. Öğrencilerin hengâmesine öfkelenir ve bağırarak şunları söyler: “Hiçbirinizin ileride ressam messam olacağı yok. Biliyorum bunu. Sizler patates, şeker pancarı ekeceksiniz ki, ne olacak zenginler rahat yaşayacak. Öyle değil mi? Maalesef öyle. Gerçek bu, yapacak bir şey yok. Ama bu deveyi gütmek zorundayız burada.” Elindeki tahta kalemini masaya fırlatır, kendi kendine konuşur gibi ama öğrencilerin de duyacağı biçimde “Nereden düştük buraya ya?” der. Yani öğrencilere gidemeyeceksiniz der. Onları en zayıf noktasından vurur, gitme arzularını örseler. Eğer gidemeyeceklerse eğitimin ne önemi vardır? ‘Nereden düştük buraya?..’ Dışarıdan gelen öğretmenin yerli öğrenciyle yabancılaşmasının zirvesi. Yaşadığınız yeri sevmiyorum. Direkt sizi sevmiyorum demeden bunu demeye getiren söz. Aksine bir yerin manzarasına hayranlığını söylemek o yörenin insanına övgü değil midir? Bu yüzden turistik bölge insanları gitme arzusunu daha az duyarlar.

 

Aynı lojmanda kalan Samet ve Kenan köyün dışındaki Ebedük denilen yere su almaya giderler. Samet’in Kenan’a Nuray’ın fotoğrafını gösterip çöpçatanlığa soyunduğu sahne: Kum saati işleviyle iki arkadaşın orada oluşlarının süresini belirleyen ip gibi ince akan musluğun suyu ne güzel bir buluş! Gitmenin ve eğleşmenin minimal hali. Kenan fotoğrafa bakınca “Güzel kızmış,” der. Samet, “Fena değil.” Diyalogun devamına yol gösteren kilit bir ayrıntıdır bu. Kenan Samet için güzel kızmış derken kızı olumlar (dolayısıyla Samet’i), Samet fena değil diyerek yakıştırmayı üzerinden atar, arkadaşına yöneltir, “Tanıştırayım istersen sizi,” der. Kızın Kenan’a uyan özelliklerini sayar: “Akıllı, resim yapıyor, İngilizce öğretmeni, Alevi ve ikiniz de buralısınız.” Kenan, “Madem bu kadar iyi sen neden şey yapmıyorsun?” diye sorar. Buradaki “şey” çok iyi seçilmiş bir sözcük. Yerine geçen ya da ima eden sözcük değil. Elbette joker bir sözcük "şey" ama daha çok arındırıcı tarafıyla, adlandırmaktan imtina edip, diğeriyle arasına mesafe koyan. Samet hemen yapıştırır cevabını, “Ben gidiyorum oğlum buradan ya. Allah Allah. Hem ben öyle evlenmek falan istemiyorum ki yani."  Samet Nuray’ı kendisi için düşünmeyişini pekiştirmek için iki ayrı nedenmiş gibi iki ayrı cümleyle söylüyor bunu ama kafasında her ikisi de birbirinin gerekçesi. Evlenemem çünkü gidiyorum, evlenirsem burada kalırım çünkü kalmak istemiyorum.

Peki gitme arzusu nasıl baskılanır?

Arabayla.

Kenan’ın arabası vardır. Ailesiyle kalan Nuray araba almanın önce sözünü eder sonra alır. Oraya yerleşmiş okul müdürü Bekir araba almak ister, Samet’e markasını da söyler, Honda. Gezeriz der. Gitmenin zıttı olarak gezme. Samet ‘Sen yakmışsın gemileri’ der müdüre. Farkında veya değil, gitme aracı olan arabanın gitmeyi engelleyen paradoksunu dile getirmiş olur. Çünkü Samet için gitmek terk etmektir. Arabayla gitmek ise daha baştan dönüşü  içerir. En iyisi Kenan, Samet ve Nuray’ın üçlü buluşmasında aralarında geçen şu diyalogu takip edelim şimdi:

NURAY: “Burada kalacaksam da en azından taksitle falan şöyle araba mı alsam diyorum.”

KENAN: “Süper olur ya. Gayet mantıklı, evet.”

NURAY: “Araba büyük özgürlük sonuçta.”

KENAN: “Tabi canım ya.”

NURAY: “Ne bileyim en azından atlarsın, çevreyi gezersin, bir kırlara çıkarsın, çevreyi keşfedersin.”

Nuray ve Kenan’ın gezme övgülü karşılıklı konuşmaları bir an için Samet’i dışarıda bırakır. Samet kem gözle izler onları. Nihayet söze karışır.

SAMET: “Gezmek güzel tabi de. Zor ya. Karda, kışta kıyamette. Epey zor.”

KENAN: “Yok. Gezilir ya. Ne olacak, bakma hocama. Her yer yollar falan açık. Gezilir.”

SAMET: “Nereye gezilir mesela Kenan Hocam?”

KENAN: “Neresi olursa hocam ya. O kadar güzel yerler var ki çevrede”

SAMET: “Neresi var mesela?”

KENAN: “Mesela Diyadin Kanyonu var. Hiç gördünüz mü orayı?

NURAY: “Şu Ağrı tarafındaki.”

KENAN: “Hemen Ağrı’yı geçince.”

SAMET: “Uzak oğlum o. Nasıl gidilecek oraya?”

KENAN: “Gidilir ya. Arabayla gideceksin işte hocam.”

SAMET: “Tamam da zor işte. Bir tipi mipi oldu mu bitti işte. Yol kapandı, onu diyorum.”

KENAN: “Tipiyi beklersek de hiçbir şey yapamayız. İnsanın istemesi önemli galiba hocam.”

NURAY: “Yani güzel mi? Güzeldir herhalde.

KENAN: “… O kadar güzel manzarası var ki…”

 


 




Duyduğum en güzel sinema diyaloglardan biri. Birkaç kez izledim bu sahneyi. Araba gitmenin ikamesi gibi görünüyor. Ama  üzerindeki plakanın ait olduğu yöreyi göstermesi gibi araba insanları daha çok oralı yapıyor. Daha çok oralıyı başkası olarak oralı diye de söyleyebiliriz. Araba sayesinde yaşadığı yerin güzelliklerini “manzara” olarak yeniden keşfeden yeni yerliler. Bir tür turist efektidir bu. Yorucu gitme/kalma ikileminin mahmurluğu arabayla def edilir. Arabayla giderler ve evlerine dönerler. ‘İnsanın evi gibisi yok.’ Diğer her yerde arabanın park sorunu vardır, araba park etse bile bulunduğu mekânı zapt edemez; insanın gittiği yerde eğreti olmasının bir başka ikamesidir bu. Kasabada, köyde araba evin önündedir. İnsan eviyle olduğu gibi ister istemez arabasıyla da kök salar.

Kermesin de yapıldığı sekizinci sınıfların mezuniyet töreninde Kenan’ın sıklıkla inzivaya çekildiği malzeme odasına öğrencisi Sevim’in elinde pastayla içeri girdiği sahne:

“Valla Sevim benim için bitti buraların hikâyesi, geriye kaldı bu çöplüğü unutmak… Tayin istedim gidiyorum yani, bir daha dönmemecesine… Bana söylemek isteyip de söyleyemediğin bir şey var mı?..” Artık belli, Kenan ondan aşk itirafı duymak istiyor. Ama bu gerçekleşmez. Ya ortada aşk yoktur ya da gitmek aşkın şantajı olarak beş para etmez.

 

Şimdi filmde çokça tartışılan “pedofil” yakıştırması için biraz gerilere gidelim.

 

 

Bir sahneyi kaçırmışım, Medyascop’ta Elif Gökçe Aras’ın Kuru Otlar Üstüne Üzerine yazısını okuyunca fark ettim. E. G. Aras’ın yazısında şöyle ara yere sıkışmış bir bilgi: “Gözde öğrencisinin (Sevim) gelip mektubunu istemesi üzerine kendisini öğrencisinin aşkını itiraf etmesine hazırlayan ve kendince onu rahatlatan Samet, kızın akranı bir erkeğe âşık olduğunu anlayınca bozulur.”

 

Kendi kendime tekrarladım. Öğrenci Sevim’in başka bir erkeğe âşık olması mı? Sevim’in başka bir erkeğe âşık olduğunu faş eden sahne neredeydi ki? Filmi 3 saat 15 dk yeniden izlemek zaman kaybı, iki arkadaşımı aradım, onlar okulun bahçesinde Sevim’in bir erkek çocukla özel konuştukları sahne dediler. Açtım Netflix’i ileri geri ileri geri derken ilgili sahneyi buldum.

 

Samet lojman arkadaşı Kenan’la okulun bahçesinden çıkarken köşede Sevim’le erkek arkadaşının konuştuğunu görür! Sinemada evrensel klişelerden birinin çok iyi çekildiği bir sahne, bir kişinin ruh halini onu izleyen diğerinin davranışında yansılamak. Daha önce kaçırdığım bu sahneyi iki üç kez izledim. Merak edenler şimdi yazacaklarımı filmin 45. dakikasında takip edebilirler.

 

Evet okul bahçesinden çıkarken Kenan son veli ziyaretinde başından geçen bir öykü anlatmaya başlıyor Samet’e. (Fermuarını açık unutmasıyla ilgili bu hikayenin müstehcen vaadi acaba benim Sevim’in oğlanla “özel” ilişkisini göremememe yol açan sebep mi? Hayır başka bir sebep daha var, birazdan anlatacağım.) Şimdi ilgili sahneye bakalım: Bir çekidüzen ve vaziyet alma sahnesi. Samet, Kenan’ın anlattığı hikâyeden bir anda uzaklaşır, yüzündeki gülümseme devam ederken şaşkın halde başka bir tarafa bakar (gülümseme ve şaşkınlığın aynı anda devam etmesi; gözle ağzın duygu bütünlüğünden kopuşu olarak). Bedeni Samet’e dönük duvara dayadığı koluna alnını yaslamış oğlanın hem Sevim karşısındaki kendine güvenen rahat hali hem de bir bacağını huzursuzca sallaması ve Samet öğretmenle göz göze gelince toparlanması… bu toparlanmanın kameraya arkası dönük Sevim’e bir işaret vermesi ve Sevim’in Samet’i görmesi. Üçlü tedirginlik…

 

Bu sahne Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dan bağımsız, seyirci kutuplaşmasına sebep olabilir. Olmuş bile Samet, kızın akranı bir erkeğe âşık olduğunu anlayınca” demiş E. G. Aras. Oysa bu sahne NBC açısından kasten şu ya da bu anlamla yaftalanamayacak kadar muğlak.  O zaman soralım, neden böyle bir seyirci eğilimi var? Ve neden ben bu sahneyi atladım? Kusura bakmayın bu yazının daha fazla uzamasını istemiyorum. Sorunun kendimle ilgili kısmına öncelik tanıyıp bırakayım. Ben Samet’le Sevim arasındaki ilişkinin dışarıdan “pedofili” diye adlandırılışı ile kendine has platonik yakınlaşma halinin gerilimine kaptırmıştım kendimi. Bu yakınlaşma hem aleni hem de mahremdi. Ben bu zıtlığın tuhaf oksimoronunu Sevim’in aşk mektubunu Samet’ten ısrarla istediği sırada kahve vermek için odaya girmeden ardına kadar açık kapıya tıklayan okul hizmetlisi Nail Efendi’nin davranışında ve Samet’in ona ‘Niye kapıya vuruyorsun kapı zaten açık’ deyişinde gördüm. Nail Efendi Samet için kafasında “pedofili” şablonunu taşıyor, tam da abartılı saygısıyla bu mahremiyetin altını çiziyor. Pedofili suçlayıcı bir sözcük. Anlam genişlemesiyle Büyükle Küçük arasındaki yakınlaşmanın her türünü tehdit eden ve sadece Büyüğü hedefleyen ahlaki/pedagojik bir manivela. Oysa (başka sözcük bulamadığım için aynı sözcüğü esneterek söyleyeceğim) pedofilinin bir türünde iki davranış karşılıklıdır: Küçük büyüklenir, yetişkin çocuklaşır (bunu regresyon olarak okuyabilirisiniz). Doğulu Sevim’in İstanbul ağzıyla konuşması bu büyüklenmenin ve taklit etmenin göstergesi (ben olsam bunu bir diyalogda seyirciye sezdirirdim) olarak düşünülebilir. Neyse birinci soru hakkında da son bir şey: Neden bazı seyirciler Sevim’in kendi akranı bir öğrenciye âşık olduğunu düşünüyor? Çünkü “pedofili” şablonuna göre Samet gibi birinden ancak intikam alınır, Sevim’i Samet’ten koparan bu sahne yüreklerine su serpiyor.

 

Film baştan sona “belirsizliği” anlatıyor. Hayır “belirsizliği” yaratıyor. Şimdi filmi izlerken tuttuğum deftere bakıyorum, ne çok not almışım. (İleride genç insanlarla bu filmi yeniden izleyeceğim ve bu notlarımı orada şifahen anlatacağım. Filmin en güzel sözlerinden ve çoğu zaman benim de hissettiğim “umut yorgunluğu”m bu kadarcık hayal kurmama izin veriyor.)

Nuri Bilge Ceylan büyük bir yönetmen. Cannes’da en iyi film ödülünü alan Anatomy of a Fall’dan daha iyi bir film Kuru Otlar Üstüne.

 

Filmin sadece oyuncu ödülü alması Batı modernizminin mezhebi geniş olmakla “pedofili”ye ödün verme çekincesi arasında bir bocalaması olabilir mi?

 

Nemrut Harabeleri’nde yatışmış ruh hali ve bilgeleşmiş iç sesiyle başka bir Samet görürüz. Tepeye doğru yürürken söyler şu sözü “(Sevim) senin gözünden kendimi görmek isterdim.”